21 Ağustos 2009 ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET VE ŞÛRÂDIR İletişim Künye Abonelik Reklam Bugünkü YeniAsya!

Eski tarihli sayılar

Günün Karikatürü
Dergilerimiz

Görüş

Köylü köyde yaşamanın hakkını vermiyor

Bundan yaklaşık altı yıl önceydi. Şahsî bir işim için Bitlis’e gitmiştim. Bir hafta orada kalmam gerekiyordu. Geceleri öğretmenevindeydim. Sabahları, resmi mesai saatinden çok önceleri ayakta olduğum için, öğretmenevinin karşısında bulunan büfede kahvaltımı yapıyordum. Her sabah sipariş verdiğim kaşarlı tostun yanına bir de ayran istiyordum.

Ancak her ayran istediğimde büfeciden ‘Ayran daha gelmedi’ cevabını alıyordum. Üçüncü gün dayanamadım, sordum; ‘Bu sizin ayranlar nereden gelecek ki üç gündür gelemedi?’ Büfeci genç, biraz mahcup ifadeyle; ‘Abi bizim ayranlar İzmir’den geliyor’ demez mi?'

Böyle bir cevap karşısında ben birden şok oldum. İnanılır gibi değil. İzmir’den, hayvancılık merkezi olan Bitlis’e ayran gidiyordu!

Terörün, bu bölge üzerinde büyük tahribatları belki olabilirdi. Ancak bu durum sadece terörle izah edilemezdi. Üzerimdeki şaşkınlık henüz geçmeden, o anda baktım, sokak içinde birkaç inek başıboş dolaşıyordu. Genç büfeciye serzenişte bulundum; ‘Bu nasıl iştir? İnekleriniz sokakta başıboş geziyor, siz İzmir’den ayran getirtiyorsunuz?’ dedim.

Büfeciden önce, orada bize kulak misafiri olan oranın yerlisi bir öğretmen bizimle sohbete başladı. Onunla uzun uzun bu meseleyi konuştuk.

Amcası, aynı zamanda köy muhtarı olan bu öğretmenin dediğine göre, köyden büyük şehirlere sürekli göç olduğu için, köyler boşalmış. Haliyle hayvancılık yapacak çok az kimse kalmış. Kalanlar da çoban bulmakta sıkıntı yaşıyorlarmış.

Meselâ, çobana sigortasını da yaptırmak şartıyla, asgari ücretin iki kat fazlasını veriyorlarmış. Buna rağmen çobanlık yapacak kimseyi bulamıyorlarmış. Halbuki, köyden büyük şehirlere göç edenlerin çoğu asgari ücrete bile razı oluyor. Şimdi bu toplumun bir ferdi olarak insafla düşünecek olursak, bu sorunun sadece Bitlis’e münhasır olmadığını göreceğiz. Bu durumun Konya’da, Bursa’da ve Türkiye’nin her yerinde bu şekilde karşımıza çıkması muhtemeldir.

Sözün özü; köylü insanlarımızda şehir hayatını yaşamaya özenti furyası oluşmuş. Herkes şehirli gibi yaşama yarışına girmiş. Bu nedenle köylerden şehirlere sürekli göç olmaktadır.

İnsanlar nefislerinin esiri olmuş adeta. Yarın çocuklarının şehir varoşlarında kapkaççı mı olur, tinerci mi olur? diye bir düşünceleri olmuyor. Köylerimiz boşaldıkça bereket de azalıyor. Dolayısıyla doğudan batıya kadar köylerimizde meşhur köy ayranını, tereyağını, köy ekmeğini köylülerimizin evlerinde rastlamak artık hayal gibi. Bunları büyük şehirlerin marketlerinde, ancak marka olarak görebiliyorsunuz. Köylerde ekmek elden, su gölden devri artık tarih oldu. Köylü de biz şehirliler gibi, her şeyini marketlerden alıyor. Açıkçası köylü, köyde yaşamanın hakkını vermiyor.

Benim bildiğim klasik Türk köylüsünün, birkaç koyun ve keçisi, bir iki sarı ineği ve birkaç kümes hayvanı olmalı, diye düşünüyordum. Sadece bir ürüne bağımlı kalmaz diye biliyordum.

Bence bu durum psikolojik bir vak’adır. Hayvancılık, çiftçilik yapmak cahil insanların yaptığı basit bir iş gibi algılanıyor maalesef. Elbette bu doğru bir şey değil. Tam tersine uzmanlık gereken, bilgili insanların yapması gereken işlerdir.

Bugün şehirlerde modern bir hayat içinde yaşayan varlıklı insanlar ve yüksek bürokratların hayalini en çok kurdukları şey, küçük bir çiftlikte çiftçilik yapmak, hayvan beslemektir.

Bundan bir iki yıl önce Türkiye’ye gelen İsveç kralına gazeteciler soruyorlar: ‘Kral olmasaydınız, ne olmak isterdiniz?’ diye. Kralın verdiği cevap duyanları hayrette bırakıyor: ‘Küçük bir çiftliğim olsun, kendi ellerimle hayvan besler, ziraatle uğraşırdım.’

Kralların bile imrenmiş olduğu ziraat ve hayvancılık, demek ki basit bir iş değilmiş. Her şeyden önce çiftçilik ve hayvancılığın bir peygamber mesleği olarak düşünülmesi gerekir.

Bunun için diyorum, ülkeyi idare edenlerin yapacakları ilk iş, köyden şehirlere göçü önlemek olmalı. Ayrıca eğitimli köylü ve çiftçilerimizin yetişmesi için ziraat ve hayvancılık ile ilgili lise ve meslek yüksek okulları yeniden yapılandırılarak gençler bu okullara yönlendirilmelidir.

Türkiye Ziraat Odaları ile il ve ilçe tarım teşkilatlarının işbirliği ile köylerde halkı aydınlatıcı seminerler sık sık verilmeli, diye düşünüyorum.

İBRAHİM SAYAN

21.08.2009


En çok vermek kabul etmektir

en büyük cömertlik nedir? Karşımızdaki kişiye verebileceğimiz en değerli duygu nedir? Ya da hayatımız boyunca yaşadığımız bütün ilişkilerde aslında hep ihtiyacımız olan, hep aradığımız şey?

İnsanlar arasındaki ilişkiler, bilinenin aksine çok daha farklı temellere dayanır. Gerçekten neye ihtiyacımız olduğunu ya da aslında neyi almak için uğraştığımızı ancak yıllar sonra anlarız. Duygusal ihtiyaçlarımız biz fark etmeden davranışlarımızı yönlendirir. Ailedeki ilk ilişkiler, kaçıncı çocuk olduğumuz, sevilip sevilmediğimiz hayatımız boyunca adeta peşimizi bırakmayan bir sır gibi takip eder bizi. Adını, yurdunu bilmediğimiz, varlığını; içimizdeki garip duygudan fark ettiğimiz bir yabancı gibi bilinçaltımıza yerleşir. Her ne zaman içimizdeki boşluk ağrımaya başlasa, onu dindirmeye, susturmaya ve doyurmaya çalışırız bir şekilde…

Bu boşlukların en büyüğü de olduğu gibi kabul edilmemenin verdiği acıdır. Yaratılışındaki farklılıklar ve mizacındaki sana özel olanların fark edilmeyip, kabul edilmeyip, değiştirilmeye çalışılması insanı yorar ve üzer. Yaşama hevesini kırar. Bütün hayatını bu kaybı bulmakla geçirirsin. Çocukken verilmemiş değerli olma duygusu ileriki yaşlarda kendini pahalıya satar. Önce içindeki kocaman boşluğun adını bulmaya çalışırsın. Sonra da ilâcını ararsın.

Sevilmiş ve kabul edilerek büyütülmüş insanların bakışları bile farklıdır. Nezaketli bir özgüvenin sahibi olurlar. Değer verilmiş ve sevilmiş olmanın artılarıyla başlarlar hayata. Karşılaştıkları engellerden ve düştükleri kuyulardan daha kolay çıkarlar, daha az yara alırlar.

İnsanoğlu çoğunlukla sevgi konusunda bencildir. Olduğu gibi sevmek riskini yaşamak istemez… “İstediğim, hayal ettiğim gibi olursan severim” şartlı refleksini dayatır karşısındakine… “Bana benim istediğim gibi davranırsan ve istediğimi verirsen seni severim” bedelinde bir sevmektir bu… Sen olduğun, öyle olduğun için değil… Özellikle narsist benlikler adeta kutsanmak ister, istediğini verirsen belki bir tutam sevgi alabilirsin karşılığında… Bedelli sevmektir bu aslında. Sevgi ise şartlı yaşanmaz. Sevgide sebep aranmaz. Bir sebebi olmaz sevginin… Karşımızdaki kişiyi olduğu gibi, tam da öyle olduğu için severiz. Bizi inciten taraflarını değiştirmenin en iyi yolu onu önce kabul etmektir. Onaylamak değildir, kabul etmek. Bütün savunmalarını, bütün silâhlarını bırakıp kendini görmesi için, iyi bir ayna olmak demektir. İnsan yargılanmaktan, eleştirilmekten korktuğu için kendini saklar, göstermek istemez. Kabul edilen insanın yüreği çözülür, bırakır kendini güvenli sulara… Değişmek için daha çok çaba gösterir. Karşısındakini daha çok görmeye çalışır.

Birden fazla çocuğu olan insanlar bilirler, her doğan çocuğun ne kadar farklı olduğunu. Aynı anne, babadan ve aynı evde büyüdükleri halde mizaçları çok farklıdır. Kimisi heyecanlıdır, kimi soğukkanlı… Kimi dokunularak, kimi güzel bir sözle sevilmeyi ister. Birbirleriyle kıyaslanmak aralarındaki bağı zayıflatır. Sevgilerine gölge düşürür, öfkelerini büyütür. Rekabete sokmak ise kardeşliğin yaratılışına uymaz. Kendi olduğu için, farklı olduğu için sevilen, kabul edilen bir çocuk, kendinden hoşnut, kaderden razı olur. Çocuklarımızın mizacındaki sivri tarafları şefkatle törpülemek anne-baba olarak vazifemiz tabi ki, fakat farklı yapıda olmalarını birbirleriyle kıyas konusu etmek ise hata olur. Her birinin özel ve güzel, yetenekli taraflarına öncelikle vurgu yapmak, farkında ve memnun olduğumuzu belli etmek gerekir. “İyi ki bana gönderilmişsin, iyi ki benim olmuşsun” denen bir çocuktan mutlusu yoktur. Anne babasının yanında verilmiş bir hediye muamelesi görür adeta.

Çocuklarımızı öncelikle kendi kişilik özellikleriyle, oldukları gibi kabul edelim. Bizim için çok değerli olduğunu, onun hayatımıza gelmesiyle ne kadar mutlu olduğumuzu anlatalım. Onu ne kadar çok istediğimizi ve beklerken ne kadar merak ettiğimizi söyleyelim. İstenen, beklenilen, kabul edilen, sevilen ve sevildiği ifade edilerek büyütülen çocuklara ne mutlu….

BANU YAŞAR Psikolog&Psikoterap

21.08.2009

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

Gazetemiz İmtiyaz Sahibi Mehmet Kutlular’ın STV Haber’deki programını izlemek için tıklayın.
Dergilerimize abone olmak için tıklayın.
Hava Durumu
Yeni Asya Gazetesi, Yeni Asya Medya Grubu Yayın Organıdır.