06 Ağustos 2009 ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET VE ŞÛRÂDIR İletişim Künye Abonelik Reklam Bugünkü YeniAsya!

Eski tarihli sayılar

Günün Karikatürü
Dergilerimiz

Lahika

Hadis-i Şerif Meâli

Ramazan’dan sonra en faziletli oruç, Ramazan’a hürmeten Şaban ayında tutulan oruçtur. En faziletli sadaka Ramazan’da verilendir.

Câmiü's-Sağîr, No: 747

06.08.2009


İnsan fıtratı, şiddetle duâyı istiyor

BEŞİNCİ NOKTA

İmân, duâyı bir vesîle-i katiye olarak iktizâ ettiği; ve fıtrat-ı insaniye onu şiddetle istediği gibi, Cenâb-ı Hak dahi “Duânız olmazsa ne ehemmiyetiniz var?” (Furkan Sûresi: 77) meâlinde ferman ediyor. Hem, “Bana duâ edin, size cevap vereyim” (Mü’min Sûresi: 60.) emrediyor.

Eğer desen: “Birçok defa duâ ediyoruz, kabul olmuyor. Halbuki, âyet umumîdir; her duâya cevap var,” ifade ediyor.

Elcevap: Cevap vermek ayrıdır, kabul etmek ayrıdır. Her duâ için cevap vermek var; fakat kabul etmek, hem ayn-ı matlûbu vermek Cenâb-ı Hakkın hikmetine tâbidir.

Meselâ, hasta bir çocuk çağırır: “Yâ hekim, bana bak.”

Hekim “Lebbeyk,” der. “Ne istersin?” Cevap verir.

Çocuk “Şu ilâcı ver bana” der.

Hekim ise, ya aynen istediğini verir, yahut onun maslahatına binâen ondan daha iyisini verir, yahut hastalığına zarar olduğunu bilir, hiç vermez. İşte, Cenâb-ı Hak Hakîm-i Mutlak, hâzır, nâzır olduğu için, abdin duâsına cevap verir. Vahşet ve kimsesizlik dehşetini, huzûruyla ve cevabıyla ünsiyete çevirir. Fakat, insanın hevâperestâne ve heveskârâne tahakkümüyle değil, belki hikmet-i Rabbâniyenin iktizâsıyla, ya matlûbunu veya daha evlâsını verir veya hiç vermez.

Hem, duâ bir ubûdiyettir; ubûdiyet ise, semerâtı uhreviyedir. Dünyevî maksadlar ise, o nev'î duâ ve ibâdetin vakitleridir; o maksadlar, gàyeleri değil. Meselâ, yağmur namazı ve duâsı bir ibâdettir. Yağmursuzluk, o ibâdetin vaktidir; yoksa, o ibâdet ve o duâ, yağmuru getirmek için değildir. Eğer sırf o niyet ile olsa, o duâ, o ibâdet hâlis olmadığından, kabule lâyık olmaz.

Nasıl ki, güneşin gurûbu, akşam namazının vaktidir; hem güneşin ve ayın tutulmaları, küsûf ve husûf namazları denilen iki ibâdet-i mahsusanın vakitleridir. Yani, gece ve gündüzün nurânî âyetlerinin nikaplanmasıyla bir azamet-i İlâhiyeyi ilâna medâr olduğundan, Cenâb-ı Hak, ibâdını, o vakitte bir nev'î ibâdete dâvet eder. Yoksa, o namaz, açılması ve ne kadar devam etmesi, müneccim hesâbiyle muayyen olan ay ve güneşin husûf ve küsûflarının inkişafları için değildir. Aynı onun gibi, yağmursuzluk dahi, yağmur namazının vaktidir. Ve beliyyelerin istilâsı ve muzır şeylerin tasallutu, bâzı duâların evkàt-ı mahsusalarıdır ki, insan o vakitlerde aczini anlar; duâ ile, niyaz ile Kadîr-i Mutlakın dergâhına ilticâ eder. Eğer duâ çok edildiği halde, beliyyeler def’ olunmazsa, denilmeyecek ki, “Duâ kabul olmadı.” Belki denilecek ki, “Duânın vakti, kazâ olmadı.” Eğer Cenâb-ı Hak, fazl ve keremiyle, belâyı ref’ etse, nurun alâ nur, o vakit duâ vakti biter, kazâ olur.

Sözler, s. 286, (yeni tanzim, s. 505)

LÜGATÇE:

Fıtrat: Yaratılış.

İktizâ: Gerektirme.

Ayn-ı matlûb: Talep edilenin ta kendisi.

Lebbeyk: Buyrunuz.

Ünsiyet: Alışkanlık, dostluk.

Hevâperestâne: Nefsinin arzularına tapar derecede düşkünlük.

Heveskârâne: Hevesli bir şekilde.

Evlâ: Daha iyi.

Ubûdiyet: İbadet etme, kulluk.

Semerât: Semereler, meyveler, neticeler.

Uhrevîye: Ahirete ait, ahiretle ilgili.

Küsûf: Güneş tutulması.

Husûf: Ay tutulması.

Nikap: Peçe, perde, örtü.

Azamet-i İlâhiye: Allah’ın büyüklüğü.

Beliyye: Belâ

Evkàt-ı mahsusa: Hususî vakitler.

Kazâ: Hükmün yerine gelmesi.

Ref’: Kaldırma, hükümsüz bırakma.

Nurun alâ nur: Nur üstüne nur.

Bediuzzaman Said Nursi

06.08.2009


Veren de O, alan da O

Her nimeti ihsan eden Allah’ım, verdiğini alıverir bir anda. Tayin O’nun, takdir O’nun. İnsanların vâveylâsı boşuna.

Sağlığın, sıhhatin, evlâd ü iyâlin; malın, mülkün elde olduğu zamanları anmalı, hatırlamalı. Onların kadrini de bilmeli. Eğer elden çıkarsa, sabırla karşılamalı.

“Ayakta durmak” ya da “İki ayağının üstünde durmak” deyimiyle fizikî bir durum değil, “duruş sergilemek” kast edilir.

İnsan, sağlığını kaybedebilir; sabreden kârlı çıkar. Bir yakınını, sevdiğini kaybedebilir; üzülmemek mümkün mü?

Yelkenler inmemeli, gidilen yer düşünülerek “ayak üstü” durmalı. Kaybolan gençliğe ise, “tuh” demek çare değil.

Gelelim meselenin can alıcı yerine:

Mal, emvâl!

At, yat, kat, han, hamam, araba, taraba ve sâire…

Âdemoğluna, dünyaya çırçıplak geldiği günden beri hep veriyor Rabbimiz. İnsanoğlu, daha daha der durur. Tûl-i emel bitmiyor.

Hep, hep, hep…

Bir gün gelir, verdiğini çeker alır elinden. Var gününde “var”ına, dar gününde “dar”ına hamd etmeli insanlar.

Ne yapalım? Hayat bu!

Akşam zengin yatıp, sabahında ekmek kuyruğuna giren insan manzaraları hâlâ gözümüzün önünde. Dünyadaki her şeyini, ardından da aklını kaybedenler, büyük ders.

İnsanı ayakta tutan enerji itikatla, itimatla, tevekkülle beslenmeli. Bakınız, Risâle-i Nur’da Bediüzzaman:

“Aklı başında olan insan, ne dünya umurundan kazandığına mağrur ve ne de kaybettiğine mahzun olmaz” 1 diyor..

Öyle ya. Veren O, alan O.

Olduğunda, pervaneler oluşurken her yerde; olmayınca, kimse kalmaz çevrende.

Bir O olur seninle, sen de O’nunla.

Bu da, bir başka hayat manzarası…

“Dünya malı elde iken hep adüvler dost olur. / Elde bir şey kalmayınca dost bile düşman olur.” Meşhurdur bu söz. Birçoğumuz biliriz.

Elde olduğunda “adüv”lerin yani düşmanların bile dost olmaları veya onların dostluğunu elde etmek mümkündür. “Dostun bile düşman” olmasına gelince: Düşman olmasalar bile, pek de dostluk kalmıyor. Çünkü, dostluk “öz”le olur, “söz”le olmaz.

“Senin marûz kaldığına ben de bir gün düşerim” demeli ve hesapların önünü açık tutmalı. Bakarsın, bir “Kayseri deyimi”yle ifade edildiği gibi: “Keser döner sap döner; bir gün olur, hesap döner.”

İnsanlar yıpranabilir, yorulabilir, düşebilir, şaşabilir. Ama, “yakın”ların hesapları şaşmamalı.

Günübirlik yakınlığın kime ne hayrı olur?

Kandil ışık saçarken pervâneler bir hale; etrafına yığılır. Bezir biter, ışık gider; pervâneler dağılır.

Buna hazır olmalı.

“Doost, dost!” diye nida eden demek boşa dememiş?

El bu!

İyi gidince “Oh oh” derler;

Gitmeyince, “Tuh tuh!” ederler.

Hâl bu…

Dipnot:

1- Mesnevî-i Nuriye, s. 111.

ALİ RIZA AYDIN

06.08.2009


Başarmak başlamakla olur

Bursa’da Yeni Asya Derneği’nce tertip edilen ve Ulu Cami’de okunan mevlide iştirakimizde birçok dostumuzla görüşüp hasret giderme imkânımız olmuştu. Çanakkale ve ilçelerinde hizmetlere koşturan fedakâr ağabey ve kardeşlerimizle de sohbet edip hizmetleri konuşmuştuk. Bayramiçli dostlarımız okutulacak mevlid-i şerif programıyla birlikte yeni inşâ ettikleri hizmet mekânının açılışını da yapacaklarını, bu mutlu günlerinde çevreden dostların katılımlarını beklediklerini de dile getirmişlerdi.

Bütün kalbî duygularımla iştirak etmek istediğim halde katılma imkânım olmamıştı. Açılışta çekilen fotoğrafları gördüğümde, dört yıl öncesini hatırladım. Bölge temsilciliği görevi ile bir ziyaretimiz sırasında, ehl-i hizmet Şerafettin Ağabeyimizin evindeki ders sonrası, meslek yüksek okulu açıldığı için dışarıdan öğrencilerin geldiği ve bu kardeşlerimizin kalmaları için uygun yere ihtiyaç olduğunu konuşmuştuk. Dershanelerin, gençlerin muhafaza ve yetişmelerinde çok önemli katkıları olduğunu da müzakere etmiştik. Hizmetlerimizin devam edebilmesi için güzel mekânların hazırlanmasının lüzumunu değerlendirirken orada bulunan Ruhi kardeşimiz uygun bir arsasının olduğunu, kabul ettikleri takdirde bunu hizmet için verebileceğini dile getirmişti. Yapılan istişarenin sonunda olumlu karar çıkınca, mimar Ramazan Durgun Bey ile görüşülüp projenin fîsebîlillah yapılacağı sözünü almıştık. Bu hayırlı işin başarılabileceğine herkes inandığı için hemen bir hizmet havuzu yapılıp aylık ödenebilecek miktarlar belirlendi. Çok mütevazi bir rakamla başlanan faaliyetin sonunda kısa denilebilecek bir zaman içerisinde iki katlı mükemmel bir kültür merkezi daha hizmete hazır hale getirilmiş oldu.

“Bir işe başlamak o işin yarısını yapmak gibidir” diye bir deyim vardır. Esâsen niyetler, arzu ve isteklerimiz duâ hükmüne geçmektedir. Bizim fiillerimiz, meyillerimize göre vücuda geldiğine göre, teşebbüsler ve fiilî duâlar da neticeyi Allah’tan istemektir. Gaye-i hayâlimiz olmadan bir şeyi elde etmeyi beklemek, Bediüzzaman’ın Sünûhat Risâlesindeki “Tertib-i mukaddemattaki tefvîz tembelliktir. Neticeye rıza ise tevekküldür” hakikatını doğru uygulayamamak olur. Onun için her yıl hizmetlerimiz için hedef ve gayeler belirleyerek yıl sonunda nerelere kadar başarabildiğimizi ölçmek, aksayan yerlerde hangi düzeltmenin gerektiğini meşveret ederek iyileştirmeler yapmak dahi, yeniden güzel kapıların açılmasına bir duâ hükmüne geçecektir. Bayramiç’teki kültür merkezinin yapımını başarmak için ümitle başlanıp gerekli sebepleri hazırlanarak hizmete açılması, az sayıda da olsa tesanüt ve ittifakla aynı gayede buluşanların muvaffak olabileceklerine güzel bir örnek olmuştur.

Her yerde ihtiyaca göre hizmet alanlarının açılması duâ ve temennisi ile emeği geçenleri tebrik edip, kıyamete kadar her birerlerinin hasenât kayıtlarına bu hizmetleri cânibinden de nurlar yağmasını niyaz ederim. Nice yıllar hizmete vesile olması dileği ile.

[email protected]

TALİP ÇİÇEK

06.08.2009


Sokak dershanesi

Bulunduğumuz semtte, “dershaneler sokağı” diye bir sokak adı var ama, “sokak dershanesi” diye bir dershane yoktu. Ama sağ olsun bir kardeşimiz o sokakta, yüksek sesle öyle bir ders yaptı ki, oraya “sokak dershanesi” demek vacip oldu.

Bir dostumuzun tertip ettiği sünnet merasimine katılmak üzere Eskişehir’den Kütahya’ya hareket edeceğiz. Vakit akşam üzeri. “Dershaneler sokağı”nın başında toplandık. Bizi götürecek olan ağabeyimiz arabasını almaya gitti. Biz de orada dört kişi aracın gelmesini bekliyoruz.

Bir kardeşimiz hemen cebinden Haşir Risâlesi’ni çıkardı, “Bu arada biz de bir ders yapalım” diyerek yüksek sesle okumaya başladı. Bulunduğumuz mekân, hem Valiliğe, hem de Emniyet Müdürlüğüne yakın bir yer. Oldukça da kalabalık bir sokak. Biz o kardeşimizin yaptığı dersi dinlerken, sokaktan gelip geçenler bize bakıyor, kimi meraklı, kimi şaşkın, kimi de umursamaz bir tavırla yanımızdan geçip gidiyorlardı. Yirmi dakika kadar süren “sokak dersi”, nihayet bizi alacak aracın yanımıza gelmesiyle sona erdi.

Sokakta, ayaküstü yapılan ders o kadar verimli ve feyizli geçmişti ki, orada bulunan kardeşler, bu lezzeti yazıya döküp okuyucularla paylaşmak için benden bir makale talep ettiler. Ben de bir çeşni olur düşüncesiyle bugün sokak dersini yazı konusu yaptım.

Gerçekten de orada yapılan dersin tadı benim de damağımda kaldı. Ayrıca, Valilik binasının dibinde, Emniyet Müdürlüğünün yakınında yüksek sesle Risâle-i Nur’un okunması, gelip geçenlerin kulak misafiri olmaları, şükre şâyân bir manzaraydı. Bir zamanlar risâlelerin dışına başka kitapların kabını geçirip, kimsenin görmediği yerlerde gizli gizli okurken, şimdi sokak ortasında, gelip geçenlerin duyacağı bir ses tonu ile okumak, nereden nereye geldiğimizi gösteren güzel bir göstergeydi. “Ne günlere kaldık” diyerek gelecekten ümidini kesip ye’se düşenlere karşılık, “Ne günlerden geldik” diyerek cennetâsa baharın kapısında olmanın mutluluğunu yaşıyorduk.

O günkü mutluluk tablosu, sokak dershanesi ile sınırlı kalmadı. Kütahya’ya kadar, araç içinde de ders devam etti. Yol boyunca nurlu kelâmlar, hava zerreleri ile havaya döküldü gitti. Gökyüzünü Nur çiçeklerinin kapladığını hissettik.

Üstâd Hazretlerinin gayesi, vatan sathını bir mektep yapmaktı. Ömrünün son dakikasına kadar bu gayesine ulaşmak için çalıştı. Vatanın her yerinde Nur mekteplerinin temellerini attı. Bu temellerin harcında eza, cefa, sürgün, zindan, zehirlenme ve zulüm gibi akla gelecek her türlü sıkıntı bulunduğu için, temeller çok sağlam atılmıştı. Onun için vatanın her köşesinde mantar biter gibi Nur mektepleri, Nur dershaneleri bitmişti. Bu dershanelerin her zaman bir binaya, mefruşata, masaya, koltuğa, kanepeye ihtiyacı yoktu. Her yer Allah’ın mülkü olduğuna göre, Nur Talebesinin bulunduğu her mekân bir dershane sayılırdı. Ders yapmak isteyen, nerede olursa olsun cebinden veya çantasından kitabını çıkarır, dersini yapardı.

O gün biz de Üstâdımızın muazzez ruhunun müsterih olduğuna inanarak, sokakta ders yapmak sûretiyle vatan sathının bir mektep olduğunu göstermeye çalıştık.

Bir zamanlar ışıktan rahatsız olanlar Nur Talebelerine dünyayı zindan etmek istemişlerdi ama, “Onlar ağızları ile Allah’ın nurunu söndürmeyi istiyorlar. Halbuki, kâfirler istemeseler de Allah nurunu tamamlayacaktır” (Saff Sûresi: 8) âyet-i kerimesinin hakikati her yerde tecelli ediyordu.

Abdil YILDIRIM

06.08.2009

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

Gazetemiz İmtiyaz Sahibi Mehmet Kutlular’ın STV Haber’deki programını izlemek için tıklayın.
Dergilerimize abone olmak için tıklayın.
Hava Durumu
Yeni Asya Gazetesi, Yeni Asya Medya Grubu Yayın Organıdır.