Millî Şairimiz Mehmet Âkif Ersoy 1873 yılının Aralık ayında, İstanbul’un Fatih ilçesinin Sarıgüzel semtinde doğmuştur.
Mehmet Âkif’in babası Mehmet Tâhir Efendi (doğ. 1826 / öl. 1888), annesi Emine Şerife Hanımdır (doğ. 1836 / öl. 1926). Âkif’in Nuriye adında bir kız kardeşinin olduğu bilinmektedir. Mehmet Âkif, sırasıyla; mahalle mektebi, ibtidâî (ilkokul), rüşdiye (orta okul) ve mülkiye idâdîsi (lise), Baytar Mektebi’ne (Veterinerlik Fakültesi) devam etti. 1893’te Baytar Mektebi’nin ilk mezunu ve birincisi olarak diploma aldı. Âkif; Arapça, Farsça ve Fransızca tercümeler yapacak kadar iyi biliyordu. Mehmet Âkif, aynı zamanda çeşitli sporlarla ilgilenmiş; güreş, gülle atma; ata binme ve yüzme sporlarıyla uğraşmıştır. Öğrenimini tamamladıktan sonra, Ziraat Vekâleti (Bakanlığı) Baytarlık Şubesinde göreve başladı. İlk dört sene Rumeli, Anadolu ve Arap vilayetlerinde dolaşarak baytarlık yaptı. Yirmi beş yaşında iken İsmet Hanım’la evlenen Mehmet Âkif’in üç kızı (Cemile, Feride, Suad) ve iki oğlu (Emin, Tahir) olmak üzere beş çocuğu dünyaya gelmiştir. Öğretmenlik hayatına 1906’da Halkalı Baytar Mektebi’ne “kitâbet-i resmiye” (resmî yazışma usûlü) dersi muallimliği ile başladı. 1908’den sonra ise Edebiyat Fakültesi ile Dârü’l-Hilâfe Medresesi’nde “Osmanlı Edebiyatı” müderrisliğinde bulundu.
Mütareke devrinde, Üstad Bediüzzaman’ın da üyeleri arasında bulunduğu “Darü’l-Hikmetü’l İslâmiyye”de üye ve başkâtip (genel sekreter) olarak çalıştı (Ağustos 1918 – Nisan 1920) ve bu kuruluşun yayın organı olan “Cerîde-i İlmiyye”yi idare etti.
İstiklâl Marşımızda, “Canı, cananı, bütün varımı alsın da Hûda, Etmesin tek vatanımdan beni dünyâda cüda” mısralarıyla vatana bağlılık hislerini dile getiren, “Bu millete Allah bir İstiklâl Marşı daha yazdırmasın” diye o zor yıllara vurgu yapan Millî Şairimiz Mehmet Âkif Ersoy’u vatandan ayrı kalmaya iten sebep neydi? Bu sorunun cevabını en açık şekliyle Âkif’ten başka kimse bilmiyordu. O da ebediyete intikal ettiğine göre, bize tarihî vesikaların arasına dalarak bu soruya cevap aramak düşüyor. Âkif’e acaba ne olmuştu? İstiklâl Marşı’nı yazdıktan topu topuna dört yıl sonra Mısır’a gitmiş ve on yıl Türkiye’ye gelmemişti ya da gelememişti. Cumhuriyetin başında girişilen geniş çaplı tasfiye hareketinde Millî Mücadele’nin ateşli savunucusu Âkif de tasfiye mi edilmek istenmişti acaba?
MISIR’A HİCRET SEBEBİ NEYDİ?
Bazı yorumlara göre Millî Şair Âkif’ten devrin idarecileri Kur’ân’ın Türkçe bir tercümesini-mealini yazmasını ister. Âkif bu tercüme çalışmalarına başlar. Belli bir noktaya kadar da ilerler. Devrin idarecilerinin bakış açısı, “Kur’ân tercüme edilsin, ta ne mal olduğu görülsün” şeklindedir. Yani bir bakıma Kur’ân aşığı olan Âkif’ten Kur’ân’a “suikast” yapması istenmiştir. Devrin idarecileri, Âkif gibi saygın bir kişinin yapacağı tercümenin toplum tarafından kolay benimseneceğini düşünerek, bu tercümenin Kur’ân yerine namazlarda okutulmasını planlamaktadır. Âkif bunu hissettiği andan itibaren tedirgin olmuş, o devrin baskıcı yönetiminin kirli emellerine alet olmamak için Mısır’da bir nev'î gönüllü bir tercihle sürgün hayatı yaşamayı tercih etmiştir. Bu yorumların o yıllarla ilgili yazılan çizilenler okundukça gerçeğe yakın yorumlar olduğu anlaşılıyor.
Âkif’in Mısır’a hicret ettiği yıllarda (1925) onun “Darü’l-Hikmetü’l İslâmiyye”den dostu ve arkadaşı Millî Mücadele destekçisi Bediüzzaman da Şark İsyanı bahane edilerek Van’dan Burdur’a sürgün edilmişti. Âkif samimî duruşunu gurbette sürdürmeyi tercih ederken Bediüzzaman ise, kendisine doğudaki dostları tarafından yapılan “Seyda seni Şam’a kaçıralım. Hizmetlerini orada sürdür” teklifine, “Hayır Mekke-i Mükerreme’de bile olsam buraya gelmem lâzım. Burada benim hizmetlerime ihtiyaç var” mealinde cevap vermiştir. Sürgünü “vatanın her toprağı bizim için vatandır” düşüncesiyle karşılamıştır. Risâle-i Nur’un ilk telif edilmeye başlaması da bu sıkıntılı yıllara denk gelir. Devrin idarecilerinin Kur’ân’a karşı giriştikleri tercüme suikastına karşı Bediüzzaman da Kur’-ân’ın sönmez ve söndürülmez bir nur olduğunu ispat ve izah eden Risâle-i Nurlarla cevap vermiştir.
RENKLİ BİR
KİŞİLİĞİ VARDI
Âkif’in renkli bir hayatı vardı. Birinci Millet Meclisi’nde Burdur milletvekili olarak görev aldı. Millî Mücadele yıllarında gerek Sebilürreşad dergisindeki yazılarıyla ve Anadolu’nun çeşitli şehirlerinde yaptığı halkı yüreklendiren konuşmalarla Millî Mücadele’ye büyük katkılarda bulundu. Bu sırada Sebîlü’r-reşad’ın üç sayısı da Kastamonu’da yayınlanmış ve kendisinin çok önemli olan konuşmalarının bulunduğu bu dergi sayıları, binlerce nüsha bastırılarak Anadolu’ya ve cephelere dağıtılmış; camilerde, derneklerde ve askerî birliklerde okutulmuştur. Mehmet Âkif’in bu konuşmaları, İstiklâl Savaşımızın niçin, nasıl ve hangi amaçlarla yapıldığını, ilk defa ve içinde yaşayarak anlatan en önemli ve çok kıymetli, tarihî belgeler özelliğini taşımaktadır.
Âkif, 1921 yılında Meclis’in düzenlediği İstiklâl Marşı yarışmasına yoğun ısrarlar üzerine katıldı. 500 eser arasından Âkif’in şiiri İstiklâl Marşı olarak seçildi. 12 Mart 1921’de bu şiirin İstiklâl Marşı olarak kabulünün ardından Âkif Türkiye’nin millî şairi oldu. Âkif yarışmadan kazandığı ödülü de almayarak vatan ve millet için büyük bir insanlık örneği sergilemiştir. Millî Mücadele’nin zaferle sonuçlanmasından sonra, yeni devletin elitist-jakoben kadroları millî mücadelenin kahramanlarını tasfiyeye başlamıştı. Âkif, hassas mizaçlı bir kişi olduğu için idarecilerle mücadeleye girmek yerine Mayıs 1923’te ailesiyle birlikte İstanbul’a geldi. Âkif, Ekim 1923’te dostu Abbas Halim Paşa’nın dâvetlisi olarak onunla birlikte Mısır’a gitti. 1924 ilk baharında İstanbul’a döndü.
Daha sonra 1924 yılı sonlarında yine Mısır’a gidip kışı orada geçirdikten sonra 1925 Mayıs ayı sonunda İstanbul’a döndü. Âkif, 1925 yılı sonlarında tekrar Mısır’a gitti. Âkif’in bu son gidişi diğer Mısır ziyaretlerinden çok farklıydı. Millî Şair çok sevdiği ülkesinden uzun süreliğine ayrılıyordu. Bir nev'î kendisini sürgüne gönderiyordu. On yıl sonra, ölümünden kısa bir süre önce 1936’da Türkiye’ye dostlarının yoğun ısrarı ve sağlık sebepleriyle döndü.
VATAN HASRETİYLE GELDİĞİ İSTANBUL’DA VEFAT ETTİ
Âkif Mısır’da kaldığı yıllarda daha önce başladığı Kur’ân’ın Türkçe meâli üzerinde çalıştı, Kahire Üniversitesi’nde Türk Dili ve Edebiyatı hocalığı yaptı. Kur’ân’ın Türkçe meâli çalışmasını bir sandıkta saklayan Âkif, Türkiye’ye dönmeden önce bir dostuna sandığı yakması kaydıyla emanet eder. Bu sandığın Âkif’in arzusu doğrultusunda yakıldığı rivayet edilir. Sonuçta Âkif’in tercümesi olan basılı bir Kur’ân tercümesi ortaya çıkmamıştır. Âkif Kahire’de 1933 yılında VII. Safahatı (Gölgeler)’ yayınlamış, dostu Abbas Halim Paşa’nın sınırsız saygı ve sevgisini görmüştür. Ancak Mısır’da hep vatan hasretiyle tutuşmuş ve Türkiye’den aldığı haberlerle büyük bir ümitsizliğe düşmüş, âdeta bir inziva hayatı yaşamıştı. Yakın dostu Hasan Basri Çantay, Âkif’in bu halini “Bu ihtiyarî veya ıztırârî ikameti onun için bîr azaptı” şeklinde özetlemiştir. Sanatçı ve hassas mizacıyla sıkıntılı günler geçiren Âkif’in Mısır’daki hâmisi ve aynı zamanda samimî dostu Abbas Halim Paşa’nın 1935 yılı başında ölmesi Âkif’i derinden etkilemiş, sarsmıştır. Bu üzüntülü günlerde Âkif karaciğerinden de rahatsızlanır. Prens Abbas Halim Paşa’nın kızı Prenses Emine Abbas Halim’in ısrarlı tavsiyeleri üzerine, 1935 Temmuz’unda hava değişimi için Lübnan’a gider. O yıllarda Fransız idaresinde bulunan Antakya’ya da bir süre uğrar. Sağlık durumu düzelmeden tekrar Mısır’a döner. 1936’da sağlığı iyice bozulan Âkif için, vatan hasreti artık dayanılmaz bir hâl almıştır. “Mısır’da öleceğim” diye korkar. 16 Haziran 1936’da deniz yoluyla İstanbul’a döner. İstanbul’da ailesi ve yakın dostları tarafından sevgi ile karşılanır.
İSTANBUL’A DÖNDÜKTEN SONRA...
Dostları Âkif’i, vapurdan alıp Beyoğlu’nda Mısır Apartmanı’ndaki bir daireye yerleştirirler. Üç dört gün sonra ise tedavisi için Nişantaşı Sağlık Yurdu’na yatırılır. Prof. Dr. Osman Tugan tarafından tedavi edilir. Tedaviden sonra tekrar Mısır Apartmanı’nda kendisine ayrılan daireye götürülür ve bakımı için Mari Mançenko adlı bir Rus kadını hemşire olarak tutulur. Sonra da eski başbakanlardan Sait Halim Paşa’nın oğlu Prens Halim’in Alemdağı’ndaki Baltacı Çiftliği’ne götürülüp dinlenmesi sağlanır. Tıbbî müdahale için onbeş günde bir şehre getirilir. Bu geliş ve gidişler için Prens Halim, ona, özel otomobilini tahsis eder. Resmî çevrelerin ve elitist aydınların dışında herkes Âkif ile ilgilenir. Onun yanına koşar, onunla ilgilenir, ona sevgi gösterir. Ona gösterilen bu sevgi ve ilgiyi “Üç İstanbul” romancısı Mithat Cemal Kuntay veciz bir şekilde dile getirmiştir. Kuntay’a göre “Onu sevenlerin ne kadar çok olduğu hastalığında belli oluyordu. Bu sevgiye (Âkif) şaşıyordu. - Meğer seviyorlarmış beni! - Bu hayret haklıydı: Gün oldu ki onu sevmek ‘cesaret’ti. Dostları bile, bazen, onu gizli sevdiler. Şimdi herkes onundu.” Âkif’in hastalığı, İstanbul’daki dostlarının ona gösterdiği bu ilgi ve sevgiye rağmen gün geçtikçe arttı. Âdeta bir deri bir kemik kalmıştı. Artık ölümü özlüyordu. Çok sevdiği Peygamberi’nin yaşındaydı. Yani altmış üç yaşındaydı ve onun yaşında öleceği için seviniyordu. Büyük şair Âkif, 27 Aralık 1936 tarihinde saat 19.45’te Beyoğlu’ndaki Mısır Apartmanı’nda vatan havasını fazla soluyamadan ebedî vatanına göçtü. Kabri, Edirnekapı’daki “Şehitlik”tedir.
DEVLETİN UNUTTUĞU, MİLLETİN SAHİP ÇIKTIĞI BÜYÜK ŞAİR
Âkif hayatını bu vatana hizmet için, bu milletin birliği, bütünlüğü, bağımsızlığı ve istiklâli için cömertçe harcamış bir kahramandır. Âkif aynı zamanda milletinin geleceği için her türlü sıkıntıya, ıztıraba seve seve katlanan büyük bir fedakârlık örneğidir. Büyük şair öldükten sonra çocuklarına yüklü bir miras bırakamamıştır, ama şerefli bir mazi bırakmıştır. Terekesi açılmıştır. Kayıtlara giren terekesi şöyledir: “Bir kat elbise, yepyeni bîr şapka, (şapka giyme mecburiyeti olduğu için) bir mavzer tüfeği ve bir İstiklâl Madalyası (bu ikisini ilk Büyük Millet Meclisi’nde aza iken almıştır), yastığının altında birkaç lira, bir fakfon saat.” Tek Parti diktasının hakim olduğu bu günlerde İstiklâl Marşı şairinin cenazesine hükümet hiç ilgi göstermemiştir. Hatta ölüm haberinin bile duyurulmadığı ifade edilir. Âkif’in cenazesi halkın katılımıyla kendine yakışır bir mütevazılıkta kaldırılır. İstiklâl Marşı şairi şöhretli bir isim olarak değil de tıpkı garip bir Müslüman gibi, birkaç vefalı dostunun himmetiyle cenaze merasimi düzenlenip millet tarafından defnedilmiştir.
Millî Mücadele yıllarında, İngiliz ve Amerikan mandasını savunan veya Millî Mücadele’ye kayıtsız kalan, İstanbul’dan dışarı çıkmayan yazarları ve şairleri bile himaye eden devrin hükümeti, onların vefatlarında devlet töreni düzenlerken Cumhuriyet’e İstiklâl Marşı’nı hediye eden Âkif’i kale almamıştır. Çünkü Âkif onlara göre “mürteci” idi. Devletin bir mürteci ile ne işi olabilirdi?! Devlet yazdığı şiirlerinde ve yaptığı konuşmalarında Çanakkale’yi, Millî Mücadele’yi destanlaştıran Âkif’e karşı büyük bir vefasızlık örneği sergilenmiştir. Tıpkı Bediüzzaman Said Nursî’ye karşı sergilediği gibi... Devletin ve hükümetin kayıtsızlığına rağmen millet İstiklâl Marşı şairini biliyor, seviyor, unutmuyordu. Âkif’in cenazesi, büyük bir toplulukla, üniversiteli gençlerin elleri üzerinde “resmî değil, ama millî bir törenle” İstanbul Edirnekapı Mezarlığı’nda toprağa verildi. “Asım’ın nesli diyordum ya nesilmiş gerçek/ Çiğnetmedi namusunu işte çiğnetmeyecek” dizelerinde övdüğü gençlik Âkif’e sahip çıktı. Mezarını bile üniversiteli gençler yaptırdı. Asım’ın Nesli ona karşı son görevini büyük bir sadakatle yerine getirdi.
SIRA DIŞI BİR CENAZE MERASİMİ...
Yazar Mithat Cemal Kuntay, İstiklâl Marşı şairinin cenaze törenini ibretlik cümlelerle anlatır. Âkif’in cenaze merasimini Kuntay’dan dinleyelim: “Cenaze Beyazıt’tan kalkacak. Oraya gittim. Kimseler yok; bir cenazenin geleceği belli değil. Çok sonra birkaç kişi göründü. Biraz sonra çıplak bir tabut geldi. (Bir fukara cenazesi olmalı) dedim. O anda Emin Efendi Lokantası’nın sahibi Mahir Usta, elinde bir bayrakla cenazeye koştu. Sebebini anlamadım. Yine o anda yüzlerce genç peyda oldu. Üniversitenin büyük sancağına çıplak tabutu sardılar. Ellerimi yüzüme kapadım. Cenazeyi tanımıştım. Al sancakla siyah Kâbe örtüsüne sarılan tabut, üniversite gençlerinin bir ürperme manzarası alan elleri üstünde gidiyordu. Cenazenin arkasında yekpare bir karaltı yürüyordu. Bunda bir damla ‘teşkilât’ yoktu. Bunlar, bir işaretin bir teşekkülün topladığı insanlar değildi. Kendi kendilerine gelenlerin saflarıydı. Sırf cenazeye gelmiştiler ve bu, şahidi olmayan gözle dostluktu. Cenaze arabası, tekerleklerinde, beygirlerinde şuurlaşan bir durgunlukla arkadan, uzaktan geliyordu. Mezarlıkta ‘maket’ini almak istediler; bana danıştılar: ‘Tabutu açabilir miyiz?’ Ona, bu kadar yakın olmaktan utandım. Üniversite gençlerini gösterdim: - ‘Çocuklarına sorun!.’ dedim.
İstiklâl Marşı’yla gömdüler. Fetih’ten beri şehrin toprağına kendi eseriyle gömülen ilk ölü!”
Âkif’in mezarı 1960 yılında Edirnekapı Şehitliği’ne nakledildi. Resmî çevreler, İstiklâl Marşı şairini ancak ölümünden elli yıl sonra, 1986’da hatırlayabildi! Ölümünün ellinci yılında Âkif, yurdun her yerinde geniş çaplı resmî törenlerle anıldı. Kendisi için devlet töreni yapıldı. Onun için inşa edilen anıt mezar da yine aynı yıl, 1986 Aralık’ında yapılan bir törenle açıldı. Uzun yıllar unutturulmak istense de Âsım’ın nesli Âkif’i unutmadı, unutmayacak da. Bugün artık Âkif bütün bir millet tarafından daha çok seviliyor. Minik çocuklar onun millete hediye ettiği İstiklâl Marşı’nın 10 kıt'asını ezbere okuyor. Bu maharetlerini televizyon kanallarında sergiliyorlar. Onu unutturmak isteyenler mi? Onlar kendileri unutulup gitmeye mahkûmlar!
|