Ekonomik kriz kapıda. İnsanlar kıt kanaat geçinme derdinde. O şöyle, bu böyle… Günlük telâşeler almış başını gidiyor. Bir nehir gibi akıyor zaman… Ve biz insanlar, çoğu zaman boş vermişliğin hiçliği içinde akıntıya kapılıp gidiyoruz.
Sorgusuz sualsiz geçen onca hayatlar görmek, “Durun kalabalıklar, bu cadde çıkmaz sokak! / Haykırsam, kollarımı makas gibi açarak (Necip Fazıl)” diye haykırmak, her şuurlu insanın dayanamayacağı türden bir ruh hâli olsa gerek. Ama şükür ki, “Vazifeni yap, Allah’ın vazifesine karışma, sabır ve şükürle tut hayatın eteğinden” gibi bir düşünce, muhtemel bir girdaba yuvarlanmayı engelliyor...
Bugünlerde, küçükken rahmetli dedemin bana anlattığı bir hatırası beni hazin hazin tebessüm ettiriyor. Çok sevdiği, ama burnunun dikine giden ve bir o kadar da sorumsuz, “her şeyi ben bilirim, yaparım” havasında bir arkadaşı varmış. Bunu bilen dedem, ona bir oyun oynamaya karar vermiş. “Gel bakalım, bir yarışalım” deyince, bizimki hiç düşünmeden kabul etmiş. “Falanca yerde düz bir arazi var, oradan büyük bir kayanın olduğu yere kadar gözümüz kapalı bir şekilde koşacağız. Kazananın dediği olacak” demiş. Ne olduğunu, nasıl bir yer olduğunu ve neden o şekilde koşmaları gerektiğini sorgulamayan arkadaşı kabul etmiş. Ancak dedemin ona anlatmadığı bir şey vardı. Kayanın bulunduğu noktada bir uçurum vardı. İddia bu ya, yarışmışlar. Bizimki gözünü kapatmış ve başlamış koşmaya… Dedemse arkadan usulca takip ediyor ve kestirmeden onu izliyormuş. Uçuruma yaklaşınca, onu arkadan kıskıvrak yakalamış. Arkadaşı gözünü açmak yerine, dedeme bağırıp kendisini bırakmasını istemiş. Dedem gözündeki bandı çıkarıp uçurumu gösterince, arkadaşı korkuyla kenara çekilmiş. Çok korkmuş; ama dedem de hayata karşı takındığı tavrın yanlışlığını nihayet hatırlatabilmiş.
Belki uzun oldu ama; bu olay çoğu zaman bana hemen her gün hayat caddesinde kalabalık seli hâlinde uçuruma doğru ilerleyen insanların durumunu hatırlatıyor. Çocuğu, genci, yaşlısı demeden; sabahın güneşini ve gecenin karanlığını idrakten uzak, hayatın gerçek gâyesini anlamaktan uzak hedefsiz, hayalsiz ve en önemlisi hataların, yanlışlıkların ve dahi günahların aklîleştirilmeye çalışıldığı bir ruh hâli içinde şuuru burkulmuş olmak kadar acı bir şey var mıdır bu dünyada? O yüzden çoğu zaman, dedemin hatırasında olduğu gibi, dünyada ve ahirette cehenneme uyanmak gibi bir tehlike için endişelenmiyor değilim. Zira makul çoğunluk, bunun pek de farkında değil. Öyle ki, ağlamalar, üzüntüler ve dahi gülmeler de sathi kalıyor zihin ve dudaklarda. Tıpkı Necip Fazıl’ın Destan şiirinde geçen, “Alevler içinde ev, üst katında ziyafet!” gibisinden manzaraların doğurduğu tezatların ördüğü kimliksiz hayatların kopardığı bir gürültü var ortalıkta. Oysa onca gürültünün arasında ruhun vazifesi gittikçe azalmakta ve madde, ruhu bir kuyu misali tutsak edip azaba sürüklemekte. Sahi, yüksek ve soylu düşüncenin timsali ruhî yükselişlerin; küçük, basit ve bir o kadar değersizlikten kokuşmuş bir ortamda hayat bulması mümkün mü?
Tanpınar, “O kadar az kendimiz oluyoruz ki…” derken, galiba haklı. Zira doğumdan itibaren üstümüze yığılan bilgi kirliliği içinde yolumuzu bulmak oldukça güçleşiyor. Dolayısıyla yolumuzu bulmak ve kendimizle karşılaşmak için, evvelâ hayata karşı var olan akıl tutulmasından kurtulmalıyız. Ve bizi göklere yükseltmesi gereken düşüncelerin eteğinden tutmakla yükümlüyüz. Ne var ki bu konuda ne kadar başarılı olduğumuz tartışılır. Sahi, çirkinliklerin üst üste yığıldığı bir ortamda genci, yaşlısı, kadını, erkeği, okumuşu ve okumamışıyla rahatsız olmadan yaşayabiliyorsak, ortada başarı diye bir durum olabilir mi?
Unutmayalım: Göklere yükselmesi gereken hayatî değer ve düşüncelerimiz kütle misali toprağa bağlı durup inliyor ve biz şekilsiz kalabalıktan şuurlu bir hamle bekliyor. Bize düşense, kulağımızı yere dayayıp bu toprakların kalbini dinlemektir. Zira orda atan, bizi biz eden kalbimizin ta kendisidir.
|