Bayram ve iç barış
Bir insan huzursuzsa, kendi içinde bir barış sağlayamıyorsa, durmadan kendi kendisini yiyorsa ondan ne başarı bekleyebilirsiniz ki!
İNSAN
Bir insan huzursuzsa, kendi içinde bir barış sağlayamıyorsa, durmadan kendi kendisini yiyorsa ondan ne başarı bekleyebilirsiniz ki!
Ömrü kaygıyla, çatışmayla, endişeyle, gerginlikle geçecektir değil mi?
***
AİLE
Aynı şey bir aile için de söz konusu.
İç çatışmalarından kurtulamamış ailelerden hayır gelmesi mümkün değil. Günleri, birbirleriyle didişmek, atışmak, kimin daha güçlü olduğunu anlamak için sonu gelmez bilek güreşlerine girişmek ve ağız dalaşıyla geçecektir.
Böyle bir aile ne para sorunlarını çözümleyebilir, ne de yaşamın diğer alanlarında başarılı olabilir.
***
ŞİRKET
Aynı durum bir şirket için de geçerli.
Kendi içinde huzuru bozulan şirket, rakipleriyle başa çıkabilir mi hiç?
İç mücadelelerde, adam yeme hesaplarında boğulur ve rekabet şansını yitirir.
Şirketin tümünün yürüdüğü hedef yitip gitmiştir çünkü.
***
PARTİ
Aynı durum bir parti için de söz konusu.
İç çatışmalarını bitiremiş bir parti durmadan kavgayla, gürültüyle, dedikoduyla sarsılıp durur.
Oysa amaç, ülke için çözümler üretmek ve bunu halka anlatmak değil midir?
İç kavga bu amacı bile görünmez hale getirir. Amansız bir kardeş kavgası partiyi tüketir.
***
DEVLET
Aynı şey bir devlet için de söz konusu.
Devletin çeşitli kurumları uyum içinde çalışmak yerine durmadan birbirinin ayağına basarsa, o ülkenin sorunları çözülmez.
Devlet başkanı, başbakan, bakanlar, parti liderleri, milletvekilleri birbirine düşerse, devlet yönetimi sonu gelmez bir prestij mücadelesine döner.
Her kurum ötekine çelme takmaya çalışır.
Ortada ülkenin çıkarı diye bir amaç kalmaz.
Ve halk oturup, kendisine hiçbir yararı dokunmayan siyasi mücadeleleri ve yapay krizleri seyreder.
Bu arada ülke ekonomisi zayıflamakta, uluslararası amaçlara varılamamakta, işsizlik artmakta ve iç barış tehlikeye girmektedir.
Ama maksat iç mücadeledir, dış değil.
***
ULUS
Aynı şey bir ulus için de geçerli.
İç barışını sağlayamayan, fertleri çeşitli görüşlere tahammül edemeyen ve durmadan birbirini tepelemeye çalışan bir toplumdan ne hayır gelir?
Böyle bir toplum hangi ulusal amaca yönelebilir, hangi ulusal stratejiyi uygulayabilir ki?
İç barışı sağlayabilmiş, bütünleşebilmiş ve asgari müştereklerde buluşabilmiş toplumlar gitgide gelişir ve mutluluk yolunda adımlar atarken, huzursuz toplumlar değerli yıllarını iç savaşlarda, iç mücadelelerde tüketir.
Bir türlü ayaklarının üstüne dikilip, daha mutlu bir yaşam ülküsüne doğru yürüyemez.
***
Bütün bu çelişkilerden kurtulmamız dileğiyle bayramınızı kutluyorum.,
Vatan, 30 Eylül 2008
|
Zülfü Livaneli
01.10.2008
|
|
Yolsuzluk mu, siyasete yeni tuzak mı?
Cumhuriyet tarihinin en önemli davalarından birisi başlamak üzere.
Devlet içinde uzun zamandır ‘gayri nizami’ faaliyetlerde bulunduğu bilinen bir yapının ilk defa üzerine gidiliyor.
Bu ülkenin geleceğini tıkayan, rejimin sürdürülebilir bir hukuk devleti ve demokrasi olması önündeki en önemli engellerden biri tasfiye ediliyor. Değişik katmanlarıyla hâlâ devam eden Ergenekon soruşturmasıyla bir yandan da geçmişle yüzleşme imkânı doğuyor. Cumhurbaşkanı sıfatıyla Süleyman Demirel’in dile getirdiği ‘devlet bazen rutinin dışına çıkabilir’ mantığından, bu gayri nizami savaş ve suç örgütünü tasfiye etme noktasına gelinmesi devletin içindeki temizlik operasyonunun bu üke için ne denli büyük bir kırılma olduğunu gösteriyor. Yakın geçmişin aydınlatılması ve geleceğin önünün açılması imkânı veriyor Ergenekon soruşturmasının ve yargılanmasının selametle devamı.
Susurluk nasıl karartıldı, sahte bir rejim krizine nasıl kurban gitti, unutulmamalı. Susurluk kazasıyla ortaya çıkan yapılanmanın üzerine gidemeyenler 28 Şubat darbesine de seyirci kalmaya zorlandılar. 28 Şubat darbesi ‘Susurluk’un da üzerini örttü. Bunu o dönem iktidardan uzaklaştırılanlar görmediler, aksine ‘Susurluk’a ‘fasa fiso’ dediler. Peki sonuç? Susurluk yapısını ciddiye almayanlar Susurluk bağlantılı ekipler tarafından tasfiye edildi. Son Ergenekon tutuklamalarında gündeme gelen ekiplerdeki ve projelerdeki benzerlikler dikkate değer. Susurluk’ta üstü örtülen çete Ergenekon’dan da sıyrılabilir. Son günlerde olup bitenler ve özellikle de ‘gündem yönetimi’ bu yöndeki kuşkuları artırıyor.
Bilmem söylemeye gerek var mı? Ergenekon’u ciddiye almayanlar, gider. Temiz, şeffaf ve demokratik bir devlet arayanlar ya Ergenekon’u bütün boyutlarıyla açığa çıkaracaklar veya Ergenekon yapılanmasının değişik uzantıları tarafından tasfiye edilecekler. Kısacası mesele çok kritik.
Ergenekon kapsamında yeni tutuklanmalar olurken, örgütün medya ayağı ortaya çıkarken, örgütün lider kadrosuna ilişkin iddianame açıklanmak üzereyken Türkiye tam bir kakofoniye boğulmuş durumda. CHP ve AK Parti yöneticilerinin karşılıklı suçlamaları, medya önünde yapılan ‘düello’lar, yeni düello çağrıları, ‘kim kazandı’ iptidailiği ne demokrasiye, ne temiz toplum idealine ve hatta ne de siyasete hizmet ediyor. Tam Ergenekoncuların istediği bir puslu siyaset görüntüsü oluşuyor.
Kim, ne kadar farkında bilmiyorum, ama Ergenekon’un gündemden düşürülmesiyle sonuçlanan bir durum karşısındayız. Ergenekon karartılıyor... Her gün doğru, yanlış bir başka iddia gündeme geliyor ve gelmeye devam edecek. Açıkçası siyaset manipüle ediliyor, AK Parti de CHP de oyuna geliyor... Birileri siyasetin ne kadar ‘kirli’ olduğunu siyasetçiler aracılığıyla halka gösteriyor. Bu kör dövüşünde kaybeden siyaset olacak, AK Parti ve CHP ile birlikte...
Yani siyaset kurumu intihar ediyor. AK Parti ve CHP karşılıklı iddialar ve ithamlarla rakiplerine zarar vermiyorlar sadece siyasetin zeminini yok ediyor, siyasete duyulan güveni sarsıyorlar. Sonunda, bizzat siyasetçilerin bu kör dövüşü siyaset dışı arayışları meşrulaştıracak, siyaset dışı aktörleri temize çıkaracak... Siyasetçiler kendilerine hazırlanan ve kendilerine infaz ettirilen bu tuzağın farkındalar mı dersiniz?
Ortalarda dolaşan dosyaların nerelerden, kimlerden servis edildiğini merak ediyorum doğrusu. Benim kanaatim kesin; son günlerde ortaya dökülen iddialar ‘siyasete karşı’ bir operasyon. Susun beyler! Ergenekon’u duyamıyoruz... Susun beyler! Derin devletin köklerine inen bir operasyon karartılıyor... Susun beyler! Bugün, siyaset oyuna getiriliyor, meşruiyet zemini sarsılıyor; yarın, siyaset dışı aktörler sahaya çağrılacak...
Elbette temiz siyaset vazgeçilmez bir talep. Elbette yolsuzlukların üzerine gidilmeli. Elbette yolsuzluk üreten siyaset tarzı, piyasa-devlet ilişkileri tasfiye edilmeli... Ama aman dikkat, ‘yolsuzluk iddiaları’ üzerinden siyasetin kendisi tasfiye edilmek isteniyor gibi...
Zaman, 30 Eylül 2008
|
İhsan Dağı
01.10.2008
|
|
Yeni zenginler eskiyince, onlar da yeni zenginlere kızar
Oldum olası her bayramda hep yapılan beylik bir haber vardır.
Bu haberin başlığı “Siyasi liderler bayramı nerede geçirecek” şeklinde olur.
Belki eskiden bu haber kitlelere ilgi çekici gelebilirdi. Çünkü Türk toplumu, bayramda da seyranda da pek yerinden kıpırdamazdı.
Bayramda bir yerlere giden siyasi liderler, belki bu durağan toplumu heyecanlandırırdı.
Şimdi her bayramda milyonlarca Türk hem yurtiçindeki, hem de yurtdışındaki mekânlarda günlerini geçiriyor.
Bu bayramda Kenya’nın Masai Mara’sındaki safari rehberleri de, Los Angeles’in Rodeo Drive’ındaki mağazaların tezgâhtarları da, Hong Kong’un Kawloon’undaki elektronik aygıt satıcıları da, Türklerle haşır neşir olacak.
Otoyolları kullanan yüz binlerce Türk de, özel araçları ile biten yazın son günlerini Ege ve Akdeniz kıyılarında yakalamaya çalışacak.
Siyasi liderlerin bayramda nerede olacakları, onların yakınlarından başka kimseyi fazla ilgilendirmiyor açıkçası.
Çok değiştik
“Yeni Türkiye”nin eskisinden temel farkı galiba bu hareketliliktir.
27 Mayıs darbesini yapan genç subaylardan biri, doğduğu Ege kentinden 60 kilometre uzaktaki İzmir’e gidip ilk kez denizi görebildiği zaman 16 yaşında olduğunu anlatmıştı.
Hatırlıyor musunuz bilmem.
1980’de Türkiye’deki toplam turistik yatak sayısı, 60-70 bin dolayındaydı. O dönemde, Yunanistan’ın Rodos adasındaki turistik yatak sayısı, tüm Türkiye’dekinden fazlaydı.
1980’de Türkiye’de “otoyol” kavramını karşılayabilecek tek yol, İstanbul ile Gebze arasındaki çift taraflı “cadde”ydi.
Türkiye’yi değiştiren bu hareketlilik hem yatay hem dikey yönde gerçekleşti.
“Organize Sanayi Bölgeleri” Anadolu’nun esnafını tüccar, zanaatkârını da sanayici yapıverdi.
“Çevre” ile “Merkez” arasındaki mesafe hemen hemen sıfıra indi.
1950’ye dayanan dönemleri o zaman ergenliğe ulaşmış yaşlarda yaşayanlar, kötü giyimli, şalvarlı köylülerin TBMM’nin bulunduğu caddeden geçmesinin yasak olduğunu herhalde bilir.
Kızan kızana
O köylülerin torunları kim bilir şimdi hangi holdinglerin patronları, hangi kamu veya özel sektör kurumunun yöneticileridir?
Bu hareketlilik, kendilerini yerleşik düzenin sahipleri ve Cumhuriyet değerlerinin bekçileri olarak gören kesimleri tabii ki rahatsız etti.
Nasıl etmesin ki?
1950 Meclisi’ne Demokrat Parti’den giren bir milletvekili, “Artık demokrasi geldi” diyerek pijaması ile Karpiç lokantasına gitmeye kalkmamış mıydı? Marshall Planı ile donatılan Adana’nın pamuk ağaları da, traktörlerini barların kapılarına dayamıyor muydu? Yeniköy’ün ve Çengelköy’ün yalıları da, bu yeni sınıfların eline geçmekteydi. (...)
Evet... Bu süreç devam ediyor. Hareketliliğin durması galiba artık imkânsız.
Şimdi buna öfkelenenler, 1950’lerin, 60’ların yeni zenginleri.
Onlar artık “yerleşik sermaye” oldular ve yenilere kızıyorlar. Yenilere “İslami sermaye” falan diyorlar.
Bakalım bugünün yeni zenginleri de, bundan 10-15 yıl sonra hangi kesimden gelen yeni zenginlere kızacaklar?
Bu sırada da bayram günlerinde şehirler boşalacak ve herkes içeride ya da dışarıda bir yerlere gidecek.
Eski ve yeni, köylü ve kentli tüm sayın okurlarımızın bayramlarını kutluyorum.
Sabah, 30 Eylül 2008
|
Mehmet Barlas
01.10.2008
|
|
Derinleri karıştırırken
Derinleri karıştırırken, karıştırma işlemini yapanlar (savcılar, gazeteciler), belli başlı iki kaynaktan yararlanır: Belgeler ve itiraflar... Belgelerin bıraktığı boşluğu itirafçıların açıklamaları doldurur.
Hrant Dink suikastının yeni aldığı biçim bu gerçeği doğruluyor: Önceleri suskun kalmayı tercih etmiş tanıklar bir adım ileri çıkıp bildiklerini açıklıyorlar. Daha önce iki astsubayın ağzından işitilen “Komutan suikast işleneceğini önceden biliyordu” itirafı, geçtiğimiz hafta bir yüzbaşı tarafından da doğrulandı.
Türkiye’de istihbarat örgütleri dünyada kaydedilen teknolojik ilerlemelerden derhal yararlanır; Ergenekon yapılanmasının büyük çapta ortaya çıkarılmasını biraz da bu gerçeğe borçluyuz. Teknolojik takip sayesinde pek çok olağanüstü gelişmeyi önceden öğrenmek mümkün bugün... Bir yerde yuvalanmış siyasi cinayet işleme amaçlı örgütlenmeyi istihbarat yetkililerinin bilmemesi düşünülemez bile. İki astsubayla yüzbaşının itirafları akıl yürütmeyle de bulunabilen gerçeği pekiştiriyor sadece.
Ergenekon davası görülmeye başlandığında da, savcıların iddianamede yazdıkları, ek klasörlerde sergiledikleri bilgi ve belgeler yanında, örgütün varlığı ve eylemleri bu boyutta ortaya çıkana kadar neye bulaştıklarını tam bilemeyen kişilerin itirafları da gündemi belirleyecek.
Yakın geçmişte işlenmiş bazı siyasi cinayetlerin, şimdiye kadar inanıldığı gibi, yurtdışı bağlantılı örgütler veya uzantıları tarafından değil, Hrant Dink suikastında çirkin yüzü fark edilen yerli bir yapılanma tarafından gerçekleştirildiği bugüne kadar ele geçen belgelerden ve bazı tanıkların dolaylı ifadelerinden daha iyi anlaşılıyor. 1990 yılı Ocak ayında Prof. Muammer Aksoy suikastıyla başlayıp 2002 Kasım ayında Doç. Necip Hablemitoğlu suikastına kadar devam eden karanlık olayların 2007 yılı Ocak ayında sahneye konan Hrant Dink suikastıyla ortak noktaları hemen göze çarpıyor.
Cinayetin hazırlık safhasını gözlemlemiş olanlar (iki astsubay ve bir yüzbaşı) bildiklerini itiraf ederek Hrant Dink suikastının daha iyi görülmesine katkıda bulundular. Bahriye Üçok, Uğur Mumcu, Ahmet Taner Kışlalı cinayetleri de benzer hazırlık safhalarından geçmiş olmalı; onları da yakından gözleyen birileri mutlaka vardır. Yapılandan rahatsızlık duyan, değerli bir kişinin vücudunun ortadan kaldırılmasına vicdanı dayanamayan birileri...
Benzer süreçleri yaşamış başka ülkelerde belgelerin yetersiz kaldığı yerlerde itirafçılar devreye girmişti. Davaları görülene kadar radikal solcu Kızıl Tugaylar tarafından kaçırılıp öldürüldüğü bilinen eski başbakan Aldo Moro ile aşırı sağcı bir örgüt tarafından bombalandığı sanılan Blogna tren istasyonu eylemlerinin ‘Gladio’ örgütü tarafından yönlendirildiğini itirafçıların itiraflarına borçlu İtalya. “Daha fazla dayanamayacağım” diyen birileri konuşmaya başlayınca arkası çorap söküğü gibi geldi.
O iklimin bizde de oluşması gerekiyor.
Mevcut yasalar itirafçıların işlenmesine katkıda bulundukları suçlardan hafif cezalar alarak kurtulmalarını sağlıyor; gerekirse bu alandaki yasaları biraz daha itirafçı lehine değiştirmek de düşünülebilir. ‘Gizli tanık’ programı içerisine alınan kişilerin güvenliği sağlanıyor, bu imkânın varlığının daha iyi duyurulmasına çalışılabilir. Gerçeklerin ortaya çıkması ve Türkiye’nin demokratikleşmesinin önünü tıkayan gizli yapılanmaların tasfiyesi için elden gelen bütün gayret gösterilmelidir.
İtalya’da ‘Gladio’ üzerindeki sır perdesinin kaldırılmasında üyelerinden birini siyasi suikastlara kurban vermiş ailelerin çabaları da önemli bir rol oynamıştı. Prof. Aksoy’dan Doç. Hablemitoğlu’na uzanan suikast kurbanlarının ailelerinden de en az Hrant Dink’in ailesi fertleri kadar bir kararlılık bekliyoruz.
Görev hepimizin
Yeni Şafak, 30 Eylül 2008
|
Fehmi Koru
01.10.2008
|