"Gerçekten" haber verir 20 Eylül 2008
Anasayfam Yap | Sık Kullanılanlara Ekle | Reklam | Künye | Abone Formu | İletişim
ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET ve ŞÛRÂDIR

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 

Basından Seçmeler

 

Genç subaylar

Ben askerdeyken çok sevdiğim, babayiğit, hoşsohbet bir yüzbaşım vardı.

“Bütün teğmenler Harp Okulu’ndan birer Napolyon olarak çıkar” derdi.

Gerçekten de genç bir subayın okuldan mezun olup, omuzlarına ilk yıldızını, beline altın yaldızlı meçini taktığı günü düşünsenize.

İçi hayallerle doludur.

Başı diktir, göğsü şişkin, artık bambaşka bir âlemin kahramanıdır o, gideceği ilk kıtadaki erlerinin “komutanıdır”, savaşlara katılacaktır, ülkesini kurtaracaktır, ailesine, ülkesine, sevdiklerine layık olacak, onları koruyacaktır.

Güven ve gururla yürür yollarda.

Annesi o ilk günün şerefine ona en sevdiği yemekleri yapmıştır, babası açıkça bir şey söylemese de oğlunun subaylığıyla “iftihar” ettiği her halinden bellidir, çocukluğu boyunca beklediği o gizli saygıyı belki de ilk kez o gün görür babasından, akrabalar, komşular kutlamaya gelir, mahallenin genç kızları o geçerken gözlerini süzerler.

O gün, başarıyı ve mutluluğu ruhunun her katresinde hisseder.

Bu, güzel bir duygudur.

Sadece bizim ülkemizde değil, dünyanın bütün ülkelerinde genç subaylar sanırım böyle hissederler.

Ülkesi için hayatını feda etmeye razı olmanın getirdiği sorumluluğu sevinçle sırtlanırlar.

Ve, her zaman, her yerde saygı görürler.

Bu saygıyı da hak ederler.

Çünkü “hayatlarını ortaya koyacakları” bir meslek seçmişlerdir.

Askerliğin bu yanı etkileyicidir gerçekten.

Bu yiğit ve fedakâr yanı.

Ama ne yazık ki bizim ülkemizde bu genç subayların, kökünü askerlik mesleğinden alan bu haklı sevinci ve gururu taşımasına çok fazla izin verilmez.

Çünkü onlara sadece “vatanları için sınırlarda dövüşmeleri” değil, bir de “aslında vatanın asıl sahiplerinin onlar olduğu” öğretilir.

Belki bu, genç subayların gururlarını biraz daha fazla okşar ama mesleklerindeki ilk çatlak da bu yanlış eğitimden kaynaklanır.

Çünkü vatanın asıl sahibi onlar olduğu için sadece askerliği değil, bir yandan da politikayı izlemeye başlarlar.

Politika konusunda ezberlenmiş fikirler edinmek, askerlik mesleğinin inceliklerine yeni unsurlar eklemeye uğraşmaktan daha kolay ve genç bir insan için çok daha çekicidir.

“Sivillerin” her an vatanı satabilecekleri, asla çok dürüst ve akıllı olmadıkları, cahil oldukları da söylenir onlara.

Kuşkuyla bakmaya başlarlar ülkenin sivil yöneticilerine.

Hayalleri sanırım bu noktada değişmeye başlar.

Sınırlarda hayatını oraya koyma, yiğitleşme, cesaret gösterme, askerlerini ve vatanını kurtarma hayallerine, devlete biçim verme, devleti yönetme hayalleri de karışır.

Sonra da adım adım kendi gerçek mesleklerinden uzaklaşıp politikanın tatsız sularında gezinmeye başlarlar.

Askerlikten çok politika konuşurlar.

O gururla dolu ilk günlerindeki askerlik hayalleri, günlük eğitimlerin biteviyeliğine sıkışıp solmaya koyulur, eğitim saatlerinden sonra konu artık politikadır.

Politik konulara abandıkça askerliğin o kutsal cesaretinden ve fedakârlığından uzaklaşıp sıradan meselelere dalarlar.

Üstelik akıllarında “düşmana” karşı dövüşme yerine, “bu akılsız sivillerin beceriksizliğine son verme” düşünceleri dolaşır.

Bir kısmı bunun için “gizli” örgütlere de girerler.

O gizli örgütler zaten bu ülkede çok eski bir geleneğin uzantısıdır.

12 Mart döneminde Selimiye’de gördüğüm bir sahneyi hatırlarım hep.

Mehmet’le birlikte o koca kışlanın önünde, bir sabaha karşı siyah bir arabayla götürülen babamın izini ararken başımızı kaldırıp, demir parmaklıklı pencereleri olan o büyük duvarlara bakmıştık.

Bütün parmaklıklarda beyaz eldivenler vardı.

Gözaltına alınan denizci genç subaylar, o parmaklıklara tutunup dışarıyı seyretmeye çalışıyorlardı.

Biz onları değil, sadece parmaklıklara asılı kalmış gibi görünen beyaz eldivenlerini görüyorduk.

O sahneyi hiç unutmadım.

Pencereler boyunca beyaz eldivenler.

Dün altı genç subay gözaltına alındı.

İçim bir cız etti.

Onların ilk günkü hayallerini, ailelerinin sevinçlerini, gururlarını düşündüm.

Onlar şimdi gizli bir örgütün üyesi olmaktan sorguya çekiliyorlar.

Suçlu bulunurlarsa bütün gelecekleri yanacak.

O kadar gençler ki içlerinde bir kötü niyet olma ihtimali yok.

Onlara “siz vatanın asıl sahibisiniz” denmişti, onlar da vatanın sahibi gibi hareket etmenin, gizli örgütlere katılıp vatanı “akılsız sivillerden” kurtarmak olduğunu sanmışlardı.

Yanlış bir eğitim, yanlış bir sonuç vermişti.

Daha önceleri de “darbe” girişimleri hazırlayanlar, gazetelere “genç subaylar rahatsız” diye manşetler attırıp, bir zemin yaratmaya uğraşmışlardı.

Şimdi anlaşılan o “genç subayları” bizzat işin içine sokmuşlardı.

Ne insafsızlar.

O çocukların hayatlarını söndürecekler.

Bu genç çocuklara rahat vermelerini istiyorum.

Onlar o okullara asker olmak için gittiler, bunun için okudular, bunun için çalıştılar, bırakın da asker olsunlar.

Onlara askerliği öğretin, politikacılığı değil.

Artık beyaz eldivenler asılmasın o demir parmaklıklara

Taraf, 19 Eylül 2008

Ahmet Altan

20.09.2008


 

28 Şubat’ta “hata”; TSK’da “dogma”...

Genelkurmay Başkanı Orgeneral İlker Başbuğ, basın mensuplarıyla “iletişim” toplantılarının ikincisinde, “TSK 28 Şubat düşüncesinin, nedenlerinin arkasındadır. Çünkü o düşünce ve nedenler bugün değişmedi yarın da değişmeyecek. Bunda bir tereddüt yok. 28 Şubat sürecinde bazı uygulamalarda hatalar olmuş mudur? O ayrı bir konu. Onu bırakın, zaman değerlendirsin. O bizi ilgilendirmiyor” diye konuşmuş.

Genelkurmay Başkanı’nın yukarıya aldığımız her cümlesi yanlış. 28 Şubat sürecindeki “hatalar” niçin “ayrı bir konu” oluyor? Niçin onu zamana bırakalım da, o “hatalar”ı zaman değerlendirsin? Niçin o “hatalar” TSK’yı ilgilendirmiyor olsun?

Bizim de doğrudan hedefi haline gelmiş olduğumuz “andıç”ı ve Genelkurmay’da hazırlandığı daha sonra açığa çıkmış bir dizi “andıç”lar, bunun bir gelenek haline gelmesi ve getirilmesi, İlker Başbuğ’un deyişiyle “28 Şubat düşüncesi”nden ayrılamaz. Onun ürünleri.

“Andıç”ın Genelkurmay bünyesinde hazırlanmış kirli bir tertip, düzmece bir işlem olduğu bizzat Genelkurmay tarafından 2000 yılının ekim ayında ima yoluyla itiraf edilmişti. Söz konusu “andıç”ı düzenleyenler ve onaylayanlar arasında dönemin Genelkurmay İkinci Başkanı’nın ve Genelkurmay İstihbarat Başkanının ve bir dizi görevlinin imzaları vardı. Hiçbiri hukuka tabi olmadılar, yargı önüne çıkartılmadılar. Yani hesap vermediler.

Şimdi İlker Başbuğ, benden, bizzat bana kara çalan iftiraları zamana bırakmamı, bunun değerlendirmesini zamanın yapmasını mı istiyor?

Aynı düzmece iddialara, kirli tertibe kendisi hedef olsaydı, öyle mi düşünürdü acaba?

Ya koskoca Genelkurmay Başkanı’nın insanlara leke çalan “hatalar” karşısında “Bunlar bizi ilgilendirmiyor” demesi üzerine ne düşünürdü?

***

İlker Başbuğ’un, ne “hukuk ne de “etik ölçüleri” ile asla kabul edilmesi mümkün olmayan bu değerlendirmesinden önce söylediklerine gelelim. “TSK 28 Şubat düşüncesinin, nedenlerinin arkasındadır. Çünkü o düşünce ve nedenler bugün değişmedi yarın da değişmeyecek” sözleri de yanlış.

Dünyada değişmeyen ve değişmeyecek hiçbir şey, evet, hiçbir şey olamaz. Konuşmalarında, Habermas ve Max Weber gibi isimlere gönderme yapacak kadar “entelektüel grado”su hakkında fikir vermeye çalışan Genelkurmay Başkanı, öyle bir gradonun sahibi ise nasıl böyle bir “metodoloji” hatası yapar?

Genelkurmay Başkanı’nın adına konuştuğu TSK’nın 28 Şubat düşüncesi ve ardındaki nedenlerin bugün değişmediğinden, yarın da değişmeyeceğinden söz edilecekse, TSK’ya “dogma”nın yön verdiği sonucu çıkar.

“Bugün de, yarın da değişmeme” hükmü sadece “dogmalar” bakımından söz konusu olur. “Çağdaş” kafa yapılı, “entelektüel” orgeneral, zihnini “dogma”lardan arındırdığı ölçüde çağdaş olabilir, çağdaş kalabilir.

İşte bu nedenlerde ötürü İlker Başbuğ’un medya ile düzenlediği “ikinci iletişim toplantısı”nda alıntıladığımız sözlerinin her cümlesi yanlış.

Bunların yanlış olduğunu ve neden yanlış olduğunu, “iletişim toplantıları”na davet ettikleri basın mensuplarından pek söyleyen çıkmayacaktır. Sınırları genişletilmiş de olsa, akredite basın-yayın mensupları genellikle ya “muvazzaf”tırlar ya da öyle olmaya ve davranmaya teşne. Zaten, İlker Başbuğ bu tür “iletişim toplantıları” aracılığıyla Türk siyaseti üzerindeki “asker ağırlığı”nı yeni bir usul ve yöntemle uygulamaya koymuş oluyor.

Türkiye’de Ak Parti’ye alternatif iktidar adayı bir yasal muhalefet görünürde bulunmadığı sürece, “laik rejim” selameti açısından gerekli görülen “checks&balances”ın sağlanmasını yani “rejimin korunması” namına denetim ve kontrol işleminin yerine getirilmesini, asker bir de bu yolla yapmış oluyor.

Yani?

Yani, “TSK eşittir Genelkurmay Başkanı” diye Genelkurmay Başkanı’nın medyayı kullanarak gerçekleştirdiği “iletişim toplantıları” yoluyla.

Türkiye’de gerçekten iktidar adayı olabilecek, doğru dürüst muhalefet olsa, belki de Genelkurmay Başkanı böyle “görev ve yetkisi dışında” yollara sapmak zorunda kendisini hissetmezdi. Kimbilir...

***

Söz konusu “iletişim toplantıları” Genelkurmay Başkanı’nın kendi görev yetkisi dışına çıkması mıdır?

Evet. Bunun böyle olduğunu dün Hasan Celal Güzel, Radikal’deki yazısında hatırlattı. Bir kez daha:

“Genelkurmay Başkanlığı, Başbakan’a bağlı bir kamu kuruluşudur. Statüsü, görev ve yetkileri,.. Genelkurmay Başkanının Görev ve Yetkilerine ait Kanun’da belirlenmiştir. Kanunun, görev, yetki ve sorumluluk başlıklı 2.maddesi aynen şöyledir: ‘Genelkurmay Başkanı, Silahlı Kuvvetlerin savaşa hazırlanmasında; personel, istihbarat, harekat, teşkilât, eğitim, öğretim ve lojistik hizmetlerine ait ilke ve öncelikler ile ana programlarını tespit eder.’

Genelkurmay Başkanı’nın bunun dışında herhangi bir görev ve yetkisi yoktur.”

Öyle ama bu “demokratik ülkeler” için geçerlidir. Dolayısıyla şu soru da geçerlidir: “Dünyanın herhangi bir demokratik ülkeside, medya ile saatler süren toplantılar düzenleyerek her konuda görüş bildiren bir Genelkurmay Başkanı gösterebilir misiniz?”

Hele bir de bu görüşlerinin önemli bir bölümü “yanlış” ise!

Referans, 19 Eylül 2008

Cengiz Çandar

20.09.2008


 

Bir sistem krizi mi?

Ekonomist değilim ve bu konuda söz edecek kadar haddini bilmez de değilim.

Ama genel görünüş hakkında düşünmekten kimse alıkoyamaz bizleri.

Çünkü her şey gözümüzün önünde olup bitmekte. En büyük bankalar çöküyor, Amerika, İngiltere gibi ülkelerin ekonomileri zora giriyor.

Liberalizmin göbeğinde devletleştirmeler yapılıyor, devletler ekonomiyi düzeltmek için devreye giriyor.

Alan Greenspan gibi bir para patronu “yüzyılın krizi”nden söz ediyor.

Kimi diyor ki daha yarıya bile gelmedik.

Herkes şokta ve işin nereye gideceğini bilmiyor.

Soros Fransız radyosunda konuşuyor ve “Bilinmeyen birileri para kazanıyor ama bunların sayısı çok az. Çoğunluk kaybediyor!” diyor.

Amerika yıkılıyor, İngiltere yıkılıyor, Lehman Brothers iflasını ilan ediyor, AIG zora giriyor.

***

Peki bütün bunların anlamı ne?

Geçici bir kriz mi yaşanıyor yoksa kapitalist sisteme ve özellikle de finans piyasasına esaslı bir düzeltme mi geliyor?

Düzeltme ne zaman ortaya çıkar?

Bir yanlışlık olduğu zaman.

Demek ki içinde yaşadığımız sistem çığırından çıktı, yanlışa düştü.

Bunu kendi gözlerimizle de görebiliriz.

Son yıllarda dünya borsalarındaki birçok şirketin kârlılığı, performansı, kaynakları değil sadece imajı konuşulur olmuştu.

İnsanlar imaj alıp imaj satar hale gelmişti.

Özellikle Londra’ya yerleşmiş, otuzlu yaşlarını süren genç yatırım danışmanı ordusu, akıl almaz büyüklükte paraları idare ediyor bu arada kendileri de bir elleri yağda bir elleri balda yaşıyorlardı.

Kendileri gibi üniversite bitirmiş yaşıtları bir maaşa talim ederken, bu genç finansçılar Porsche arabalarda, lüks yatlarda geziyorlardı.

Bu işte elbette bir yanlışlık vardı.

Ayrıca George Bush haksız, zalim ve hesapsız kitapsız bir savaş ilan ederek kaynakları çarçur ediyordu.

Bu durumda bir düzeltme gelmesi kaçınılmazdı.

Ve işte geldi.

Her aşırı fikir gibi devleti sıfırlamak ve ekonomiden tümüyle çıkarmak fikri iflas etti.

Nasıl ekonomiyi devlet kontrolüne almak aşırılığının yanlışlığı ortaya çıktıysa, kayıtsız şartsız bir ekonomik özgürlüğün de sökmediği görüldü.

Her konuya uygulayabileceğimiz “makul”e doğru zorlandı insanlar.

Hayatta öğrendiğim bir şey varsa o da her aşırılığın törpülendiği ve zamanla makule döndüğüdür.

Şimdi bu süreci yaşıyoruz işte.

Vatan, 19 Eylül 2008

Zülfü Livaneli

20.09.2008


 

Dört günde resmî tarih öğretilir

Arabalarımızı gıcır gıcır yıkattığımız gibi beyinlerimizi de yıkatmamızı istiyorlar. Pırıl pırıl beyinlere sahip olmamızı. Sıfır kilometre...

* * *

Bu ülkedeki “modernlik”, “temiz pak bir Batılılık” olarak algılanıyor ya, her şey illa ki bu algıya uydurulacak. Bunun için ne var ne yoksa silinip süpürülecek. Ve sil baştan yeniden yapılacak.

* * *

Bu, “yeniden yapılma” sürecinin gerçeklerle bağlantısı olması da gerekmiyor çoğu zaman. Önemli olan bu ülkenin resmi ideolojisini desteklemesi.

* * *

İşte böyle bir mantığın çarpıcı bir örneği yaşanmış Marmara Üniversitesi’nde. Dün Taraf Gazetesi’nin manşetten duyurduğu habere göre üniversitede Erasmus programı kapsamında burslu olarak yurtdışına okumaya gidecek öğrencilere, dış politika konularında bir eğitim zorunlu tutulmuş.

* * *

4 günlük eğitim kapsamında Rum, Kürt, Ermeni ve Kıbrıs sorunları konusunda çocukların neler “şakıyacağı” anlatılmış. Hem de ne anlatım! Ermeni meselesini eski Tarih Kurumu Başkanı Yusuf Halaçoğlu’ndan dinlemiş öğrenciler. “Ben” ve “o” anlayışlı, düşmanca ve saldırgan bir sunum olmuş anlaşılan, bazı dinleyiciler tepki göstermiş Halaçoğlu’na. “Biz diğer ülkeden öğrencilerle kaynaşmaya gidiyoruz, düşmanla savaşmaya değil” demişler.

* * *

Olay nereden bakarsanız çok acı. Bir kere büyük bir “kendine güvensizlik” göze çarpıyor. Üniversite öğrencilerinin o güne kadar bahsi geçen temel konularda bilgisinin olmadığı varsayılmış. Ama bilgisiz olsalar dahi 4 günde tarihlerini öğrenebilecekleri düşünülmüş. Ne kadar eğreti, ne kadar eğitim sistemimizin kısır mantığını yansıtan bir anlayış!

* * *

O güne kadar “tabula rasa” (boş bir levha) halinde tutulduğu varsayılan üniversiteli beyinlerin dört günde tarih öğrenmelerini beklemek neresinden bakarsanız bir fiyasko. Bu ülkede “öğrenme” ve “ezberleme” kavramlarının nasıl birbirine karıştığını gösteren bir örnek!

* * *

Bugünkü birçok toplumsal hastalığın sebebi resmi tarihimiz. Resmi tarih, hakim sınıfların bilinmesini istediği tarihtir. Tarihin, iktidar sahiplerinin ihtiyaçları doğrultusunda kurgulanmış versiyonudur. Üniversiteler gibi, özgür düşüncenin sembolü yerlerin, resmi tarihten en çok kaçınan kurumlar olması beklenir. Ama gördüğümüz kadarıyla Marmara Üniversitesi bunun tam tersi bir tavır içinde.

* * *

“Bütün dünya bize düşman” anlayışı bu ülkeye büyük zararlar verdi. Hâlâ da veriyor. Resmi tarih, bu toprakların insanlarının başka toprakların insanlarıyla dost olmasını istemiyor. Belki de dost olursa onca yıldır anlattığı masalların ortaya çıkacağından korkuyor. O yüzden “Bir Türk dünyaya bedeldir” ya da “Türk’ün Türk’ten başka dostu olmaz” gibi klişelerle beyinlerimizi zehirliyor.

* * *

Hatırlarım, ortaokuldayken bir değişim programı çerçevesinde Almanya’ya gitmiş ve oradaki bir okulda derse girmiştim. Konu 2. Dünya Savaşı’ydı. Ve benim konu ile ilgili bilgim Hitler ile sınırlıydı. Resmi ideoloji Türkler’in doğrudan içinde bulunmadığı bu savaşı yok saydığı için, dünyayı şekillendiren gelişmelerden öğrencileri haberdar etme gereği duymamıştı. Bu yüzden ben o gün o sınıfta çok utanmıştım.

* * *

Gördüğüm kadarıyla aynı mantık yalnızca ortaokullarla sınırlı değil. Üniversiteliler özgür düşünmeyi öğreneceklerine, adeta cephede savaşmaya hazırlanıyorlar.

* * *

Tarihçiler onca yıl boşuna uğraşmasın. Bu ülkede 4 günde resmi tarih öğretilir.

Akşam, 19 Eylül 2008

Nagehan Alçı

20.09.2008


 

Paşa denmeyecek! Deme!

Genelkurmay Başkanı Başbuğ bir yandan Silahlı Kuvvetler’in “Türk Siyasi Kuvvetleri” kadim hattının değişmeyeceğini söylüyor...

Söylemek bir yana, “27 Nisan muhtırası, pardon bildirisi” deyişindeki gibi “bildiriyor”. “28 Şubat’ın arkasındayız” diyor; bir yandan da daha arkada kalanlar için bazı “hiç olmazsa iyi” rötuşlar yapıyor.

“Resepsiyon, akreditasyon tadilatları” gibi.

Bizim meslek açısından en utanç verici olanlardan biri ise şu “bildirim”i:

“Bana Komutanım, Paşam demeyin”.

Sonunda bunu da duyduk!

“Geleneksel biat ve itaat dili”nin medyadaki küme küme füme temsilcisi bu utancı alıp ellerini başlarına koysun ya da baş üstüne yapsın!

Bunca yıl gazetecilere, sivillere, bürokratlara, milletvekili hatta bakanlara “Bana Komutanım, Paşam demeyin” diyemeyen, “Herkesin komutanımı, paşamı” olmanın tadını çıkarmış “Paşalar”a da selam olsun!

“Cumhuriyet’in yasak unvanı Paşa” yı “en cumhuriyetçi kurum” da hiyerarşinin, aile ve hayat boyu emir komutanın, ast üst ilişkisinden öte, üst alt piramidinin kutsal hitabı, biat ve itaatin “Osmanlı saltanatı” kılmış olan üst, hem ast hem üst ve astlara da!

Hiç utanmadan

Ama meselemiz, biz.

“Biz” gazeteciler, tepeden tırnağa, üstten alta, sağdan sola bu “dil” den utanmadık.

(“Biz ve dık” diyorum da, kendime haksızlık etmeyeyim. Meslek hayatımda asla bu dili kullanmadım! Ne yazılı, ne sözlü.)

En çarpıcı, en biat ve itaat kokulusu, en andıçlısı, kıdemlisi, en süklüm püklümü elbette “Komutanım, Paşam” idi.

Özde eşit insanların, birbirlerinin konumuna, yaşına, rütbesine, bilgisine, deneyimine, işine saygısından öte bir şeydi. Kendini küçültme, o makamı tartışmasız kutsallaştırma ve amadelik! Askerlikten de genel bir “Buyruk düzeninde kuyruk” olmak. Çalıştığı kurumda da, mesleğini ifa ederken de.

Memleketin demokratikleşmesi sadece kanunların sözde demokratikleştirilmesiyle bu yüzden asla gerçekleşmiyordu; zaten bu yüzden hukuk ve hayat asla tam demokratikleşemiyordu.

Bu yüzden, “Cumhuriyet” de, o “eşitlik, adalet, imtiyazsızlık, egemen zümresizlik” iddia ve ideali de, onca yaygara ve gargaraya rağmen, mecburen “laiklikten ibaret” kalıyordu.

Gönüllü kulluk

Lakin süflilik komutanı da rahatsız etmiş “Komutanım, Paşam”lı biat ve itaat cemaati olmaktan ibaret değil.(...)

“Modern” denen işletmelerin çoğu da “zorunlu ve gönüllü kulluk”, “sorgusuz biat, itirazsız itaat” sistemi üstünde duruyor.

Çağdaş bir bankanın çok çağdaş şube müdürünün “tamim” ini gördüm geçen gün. Çalışanlara buyurmuştu:

Öğlen yemeğe giderken dahi benden izin alacaksınız!

O nasıl genel müdüre, patrona, sermayeye biat ve itaat kulu ise, altındakiler de onun kölesi idi! Çünkü burası ne demokrasiydi, de cumhuriyet, ne hukuk devleti! “Köleci serbest piyasa” idi.

Bütün memuriyetin “Amirim, müdürüm, genel müdürüm, bakanım”la kullaştırılması gibi.

İnsanların korku, endişe, geçim derdi, kolayca işten atılma ve yıllarca işsizlik kâbusu yüzünden “özel, kamusal, sivil ve militer zor”a teslim oldukları doğru.

En acısı; eleştirel düşünce ve bağımsız kişiliğin; bin bir baskı kadar, kültürel, resmi, ekonomik, sosyolojik kuşatma altında sıfıra yakın seyretmesiyle yerleşmiş “gönüllü kulluk” yüzünden de biat ve itaat.

Tabii sadece kültürel değil, göbekten sınıfsal şeyler de bunlar!

Neyse. Ben emri tekrarlayayım:

Paşa denmeyecek... Deme!

Sabah, 19 Eylül 2008

Umur Talu

20.09.2008

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

 
GAZETE 1.SAYFA

Bütün haberler

Site yöneticisi | Editör
Yeni Asya Gazetesi Gülbahar Cd. Günay Sk. No.4 Güneşli-İSTANBUL T:0212 655 88 59 F:0212 515 67 62 | © Copyright YeniAsya 2008.Tüm hakları Saklıdır