"Gerçekten" haber verir 17 Eylül 2008
Anasayfam Yap | Sık Kullanılanlara Ekle | Reklam | Künye | Abone Formu | İletişim
ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET ve ŞÛRÂDIR

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 

Basından Seçmeler

 

Çatışma kültürü ve AK Parti

Türkiye’de mevcut siyasi partilerin pazar konumları ve uyguladıkları taban stratejileri gelecekte AK Parti dışındaki MHP ve CHP gibi siyasi partilerin iktidar alternatifi olmalarına imkân vermemektedir.

MHP kendisini sadece ‘milliyetçi’ olarak tanımlayan bireylerden oluşan bir tabana göre konumlandırırken merkez sağ, seçmeni kazanacak açılımlar yapmakta isteksiz ve yavaş davranmaktadır. CHP ise kendisini sol, ulusalcı, laikçi ve devletçi olarak nitelendirebilen bireylerden oluşan katı bir tabana göre konumlandırmaktadır. CHP, muhafazakar kitlenin tüm değerlerine karşı olumsuz duruşu, üniversitelerde yaşanan kılık kıyafet sorununa karşı sadece kendi tabanını değil, diğer bireyleri de bir ölçüde mutlu edebilecek bir çözümün bulunmasına ilişkin uygun bir politika geliştirememesi ve yasakçılığı bir çözüm olarak sunması neticesinde kendisini sağ seçmen kitlesine açamamıştır. Üstelik Türkiye’de sol seçmen kitlesinin giderek erimesi CHP’nin tek başına iktidar alternatifi olmasını daha da imkânsız kılmaktadır. Bütün bu ve benzeri nedenlerle AK Parti iktidarda alternatifsiz bir siyasi oluşum olarak mevcudiyetini devam ettirirken, bu alternatifsizlik AK Parti’den desteğini çekebilecek kişi veya kurumların cesaretini de kırmaktadır. Mevcut durumda Türkiye’deki siyasi iktidarın el değiştirmesi AK Parti’nin zayıflamasına, çözülmesine, tabanının kopmasına ve bu kopan kitle ile birlikte diğer seçmenlere hitap edebilecek yeni bir siyasi oluşumun potansiyel iktidar adayı olarak doğmasına bağlıdır. AK Parti’deki bu çözülme belki de aşama aşama gerçekleşecektir. Ancak bu sürecin hızlanabilmesi için bu partinin tabanından ayrılan seçmenlerin kendilerini temsil edebileceğine inandıkları demokrat, muhafazakâr, dürüst ve erdemli bir siyasal oluşumun halihazırda mevcut olması gerekir.

AK Parti çözülür mü?

AK Parti’nin gerçekleştirmekte başarısız olduğu sözgelimi üniversitelerde kılık kıyafet serbestisi gibi bazı girişimleri kendi tabanını soğutmamıştır. Nitekim yapılan anket çalışmaları da AK Parti’nin oy yüzdesini koruduğunu göstermektedir. Ancak yolsuzluk iddiaları için aynı şeyi söylemek mümkün değildir. AK Parti’nin çözülüşünü başlatacak ve bu süreci hızlandıracak en önemli konu yolsuzluk ve umutsuzluktur. Nitekim son zamanlarda Şaban Dişli olayı ile birlikte ileri sürülen yolsuzluk iddiaları kamuoyunda ciddi rahatsızlıklar yaratmaktadır. Parti yönetimi Dişli’yi hakim karşısına çıkartıp aklanmasına fırsat vermek yerine sadece genel başkan yardımcılığı görevinden istifa etmesini yeterli bulmuş ve böylece kamuoyunun onu aklamış olacağı yanılgısına düşmüştür. Oysa kamu vicdanının Şaban Dişli’yi yolsuzlukla mahkum ettiği artık yaygın bir kanaat haline gelmiştir. Netice olarak, AK Parti yolsuzluk iddiaları ile ilgili tartışmalarda iyi bir kriz yönetimi uygulayamamış ve giderek itibarını kaybetmeye başlamıştır. Yeni yolsuzluk iddiaları bu itibar kaybını daha da artırabilir.

AK Parti’nin şimdiye kadarki büyümesi büyük ölçüde çatışmalar sonucunda olmuştur. 28 Şubat süreci ile başlayan siyasal ve toplumsal çatışmalar 3 Kasım’da bu partiyi tek başına iktidara taşırken; 27 Nisan bildirisi, Cumhuriyet mitingleri ve Anayasa Mahkemesi’nin 367 kararı hem ikinci kez Erdoğan’ı başbakanlık koltuğuna oturtmuş hem de Abdullah Gül’ün cumhurbaşkanı seçilmesini sağlamıştır. AK Parti’nin avantajı, bu çatışmaları başlatan tarafın olmaması ve yaşanan krizlerde mağdur konumunda bulunmasıydı. Ancak günümüzde yaşanılan çatışmada AK Parti mazlum ve mağdur konumunda olmadığını iyi bilmelidir. Günümüzdeki çatışmanın öncekilerden önemli bir farkı vardır, o da bugün kendisiyle çatışılan tarafın bir siyasi parti veya kitle değil, geçmişte Erdoğan’ın büyük miktarda vergi borcunu affettiği bir medya grubunun olmasıdır. Erdoğan’ın bu bağlamda amacı Doğan Grubu’na şimdiye kadar sağladığı haksız kazanç nedeniyle üzerindeki (Petrol Ofisi’nin vergi borcunun affedilmesi gibi) maddi ve manevi vebalin sorumluluğunu atmak veya atmış gibi olmaktan başka bir şey değildir. Bu noktada sorulması gereken soru Doğan Grubu ile AK Parti arasındaki çatışmanın bu partinin tabanını daha da güçlendirip güçlendirmeyeceği ile ilgilidir. AK Parti’nin kitle partisi olması nedeniyle tabanının heterojen bir yapıya sahip olması, siyasi olmayan, kurnazca ve sadece politik amaçla planlanan çatışmalar ve yolsuzluk iddiaları bu tabanın erimesini ve giderek çözülmesini kolaylaştırabilir. Çünkü bu tarz siyasetin sonuçlarını ferasetle değerlendirebilen, en azından etik bulmayan ve eleştiren seçmenleri olacaktır. Dolayısıyla AK Parti’nin mevcut tabanını koruması giderek daha da güçleşecek ve yeni oluşum veya iktidar alternatifleri için umut ışığı doğacaktır.

Siyasi liderler iktidara geldikten sonra tüm ülkeyi ve seçmenleri kucaklayarak ve büyük başarılara imza atarak siyasal bir figür olmayı aşıp ulusal bir figür haline gelebilirler. Tayyip Erdoğan her ne kadar ‘Kasımpaşalı Erdoğan’ olarak sahneye çıkmış olsa bile arkasındaki % 35 ve % 47’lik seçmen kitlesini iyi değerlendirerek ve diğer seçmen kitlesini de mutlu edecek projeler hazırlayarak, kendisini salt kendi partisine ve partililerine değil herkese adayarak milli bir lider haline gelebilirdi. 3 Kasım 2002 seçimlerinin ardından AB nezdindeki başarılı girişimleri Erdoğan’ın böyle bir lider olabileceği yönünde umutlar vermişti. Ne yazık ki Erdoğan bu tavrını sürdüremedi. Aradan geçen altı yıl onun kendi parti liderlik kimliğini aşıp yeni bir ulusal kimlik kazanmasının çok zor olduğunu göstermektedir.

AK Parti çatışmalardan beklenenden daha fazla nemalandı. Erdoğan’ın günümüzde izlediği politik tarz, gelecek için de bir ölçüde bu tür çatışmalara umut bağladığına işaret etmektedir. O nedenle muhalefet partilerinin AK Parti’nin çatışma kartlarını elinden alması, çözüme kavuşturması ve iktidarın icraatlarını daha farklı bir söylem ve üslupla eleştirmesi gerekmektedir. Bu anlamda MHP’nin çok önemli adımları oldu. Ancak CHP hâlâ seçmenin % 80’inin onaylamadığı siyasi söylem ve politikalar geliştirerek Erdoğan’ın daha da sertleşmesine ve kendi kitlesini, şimdilik, bir arada tutmasına neden olmaktadır. AK Parti’nin alternatifsiz olması kendisini desteklemeyen seçmen kitlesini ve kuruluşları görmezden gelmesine ve onların sorunlarına yeterince ilgi göstermemesine neden olmaktadır. Oysa iktidarlar kendi seçmenleri dışındakileri de mutlu ederek iktidarlarını daha güçlü ve uzun ömürlü kılarlar.

AK Parti’nin alternatifi kendisinden kopacak olan seçmen kitlesinin destekleyeceği bir siyasi parti olacağı için Erdoğan, parti tabanını şu ya da bu biçimde bir arada tutmanın gereklerini yerine getirmektedir. Bu nedenle kendi seçmenlerinin duygularına hitap ederek, onları gerçeklerden uzaklaştırarak ve sorunlarına yabancılaştırarak gününü kurtarmayı yeğlemektedir. Oysa Erdoğan, partisini yolsuzluk şaibelerinden uzak tutamadıkça ve özellikle çekirdek seçmen kitlesinin sorunlarını çözemedikçe bugünkü gücünün beklendiği kadar uzun süremeyeceğini bilmelidir.

Zaman, 16.9.2008

Doç. Dr. Yusuf Devran

17.09.2008


 

İngiltere, Osmanlı modelini deniyor

İngİltere, çağımızın en ilginç deneylerinden birine kalkıştı. Türkiye’de lafı bile dudakları uçuklatan bir şeyi sınıyorlar: Çok hukukluluğu... Sunday Times, Müslümanların yoğun olarak yaşadığı 5 büyük kentte şeriat mahkemeleri kurulduğunu duyurdu. Londra, Birmingham, Bradford, Manshester ve Warwickshire’da kurulan (Glasgow ve Edinburgh’da da kurulacak olan) şeriat mahkemeleri, boşanma, aile içi şiddet, mali anlaşmazlıklar gibi sosyal konularda karar yetkisine sahip olacak. Kararlar, ancak Bölge Mahkemesi ve Yüksek Mahkeme’nin onayıyla yürürlüğe girebilecek; davalı ve davacının ortak rızasıyla uygulanabilecek.

* * *

Tartışmayı 77 milyon Anglikanın lideri, Canterbury Başpiskoposu Rowan Williams başlatmıştı. Şubat ayında, İngiltere’de yaşayan Müslüman kadınlara peçe yasağı getirilmesini eleştirirken, “Hükümet dini semboller konusunda karar vermemeli. Bunu Çin denedi, başarısız oldu. Dini kısıtlamalar İngiliz toplumunu yanlış bir laiklik anlayışına sürüklüyor” demişti. Williams’a göre, İngiltere’nin bazı yurttaşları kendilerini İngiliz hukuk sistemine bağlı hissetmiyorlardı. O halde Müslümanlar “kültüre bağlılık” ile “devlete bağlılık” gibi iki keskin alternatif arasında seçime zorlanmamalı, ailevi ve mali meselelerde isterlerse şeriat kanunlarını uygulayabilmeliydiler. “Bu, onların kendilerini İngiliz toplumunun bir parçası hissetmeleri için elzem”di.

* * *

İlk söylendiğinde kıyamet koparan bu sözler, şimdi uygulamaya konuyor. Uygulamayı eleştirenler, bunun ülkede resmi hukuka paralel ikinci bir hukuk sistemi doğuracağından kaygılanıyorlar. Kararı savunanlar ise, şeriat hukukunun İngiltere’deki Müslüman toplumda zaten Şeriat Mahkemesi adıyla faaliyet gösteren yapılar bulunduğunu, son uygulamayla bu yapıların resmi denetim altına alınmış olacağını belirtiyorlar.

* * *

Tartışması yıllara yayılacak bıçak sırtı bir konu bu...

Ama asıl ilginci, gelinen noktanın, Osmanlı’nın hukuk sistemine yakın bir görünüm arz etmesi...

Osmanlı’da da “millet sistemi” çerçevesinde “gayrimüslim cemaatlerde kamu alanına sıçramayan hukuki-cezai durumlarda karar alma, uygulama, denetleme yetkisi ruhani başkanlara bırakılmıştı.”

Murat Belge bunun gerekçesini şöyle izah eder (“Osmanlı’da Kurumlar ve Kültür”, Bilgi Üniversitesi Y., 2005): “Devletin dini olan İslam, tebaa içinde büyük sayıda insanın dini olmayınca hem bu farklı dinlere hoşgörü sağlayan, hem de pratik düzeyde adaleti garanti altına alan bir İslam anlayışı ve somut politikası zorunlu oluyordu.” Tanzimat’la gelen şey, o güne dek “hoşgörü” çerçevesinde göz yumulan bu uygulamanın dış baskıyla hukuki güvence altına alınmasıdır. Ama bununla “mevcut teokratik devlet ilkesinden de bir kopuş başlamıştır.” (Bülent Tanör, “Osmanlı-Türk Anayasal Gelişmeleri”, YKY, 1998)

* * *

Şimdi İngiltere, bugüne dek “hoşgörü çerçevesinde göz yumulan” bir uygulamayı, biraz da “iç baskıyla” hukuki güvence altına alıyor. Bu, Başpiskopos Williams’ın umduğu gibi, Müslüman göçmenlerin kendilerini İngiliz toplumunun bir parçası gibi görmelerine mi hizmet edecek, yoksa laik hukuktan bir kopuşun başlangıcı mı olacak? Bu sorunun cevabı, insanlığın 21. yüzyılını belirleyecek kadar önemli...

Milliyet, 16.9.2008

Can Dündar

17.09.2008


 

11 Eylül sonrası

11 Eylül öncesi ya da sonrası fark etmez... Son 50 yılda dünyada yaşanan tüm sorunların dolaylı ya da dolaysız tek baş oyuncusu var, o da ABD.

İşgaller, askeri darbeler, iç savaş ve katliamlar, siyasi cinayetler, faşist iktidarlar, karanlık ve her türlü pis işler, dünyanın dört bir yanında yüzlerce askeri üsler ve komünistleri durdurma bahanesi ile İslamı radikalleştirme çabası.

Bu ise Avrupalılar dahil tüm dünya halklarının ABD’den nefret etmesi için yeterli oluyor.

Yani rüzgar eken ABD fırtına biçiyor.

Ve bu nedenle ABD 11 Eylül’de kendi yarattığı canavar yani Kaide ile vuruluyor.

Ama her yıl Ike ve Katrina gibi kasırgalarla vurulan ABD buna alışık. Belki de bu nedenle 11 Eylül’ün yapılışı ve sonuçları ile ilgili tartışmalar bir türlü bitmiyor.

Yani 11 Eylül’ün gerçek failleri, bu eylemin gerçek nedeni, CIA ve FBI’ın eylemi önceden bilip bilmediği ve benzeri soruların yanıtı belki de 30-40 yıl sonra verilebilecek. Ama Amerikan mantığına göre bu hiç önemli değil. Çünkü 11 Eylül’ü bahane eden ABD, Afganistan ve Irak’ı ele geçirmiş, Somali’yi Etiyopyalılara işgal ettirmiş ve dünya çapında İslam’a karşı Haçlı Seferi’ni başlatmıştı.

Peki işe yaradı mı?

ABD’nin Irak’taki komutanı David Petraeus çok açık ve net bir şekilde zafer kazanamadıklarını ve kolay kazanamayacaklarını söylüyor.

Yakında ABD Merkez Komutanlığı’na atanarak tüm Ortadoğu’dan sorumlu olacak olan Petraeus’ın bu itirafı Genelkurmay Başkanı Michael Mullen’den pek de farklı değil. Çünkü Mullen da geçen hafta ABD ve NATO’nun Afganistan’da zor durumda olduğunu ilan ediyordu. İstanbul’da Başbakan Erdoğan ile görüştükten sonra dün de Ankara’da Sayın Cumhurbaşkanı ve Genelkurmay Başkanı ile görüşen ve bundan birkaç ay önce Kürt sorununun siyasi çözümünden söz eden Mullen, PKK’ya karşı işbirliği karşılığında (!) ABD’nin coğrafyamıza yönelik yeni planlarında Türkiye’ye yeni roller yüklemek istiyor.

Anlaşılan Afganistan ve Irak’ı yerle bir ederek kameralar karşısında insanlara işkence yapan, yüz binlerce insannın ölümüne neden olan, Somali’nin Etiyopya tarafından işgal edilmesine yardımcı olan, İsrail’i Filistin halkı, Lübnan ve Suriye’ye saldırtan ABD henüz tatmin olmuşa benzemiyor. Daha önceleri de söylediğim gibi bu genetik bir hastalıktır.

Kızılderili halkın tümünü ortadan kaldıran, milyonlarca Afrikalı’yı ülkelerinden söküp getirerek köleleştiren ve hatta kendi iç savaşında yüz binlerce insanın ölümüne tanık olan ABD doğal olarak alışkanlıklarından vazgeçemiyor.

Ama her şeyin bir sonu vardır ve olacaktır. Önemli olan bizim coğrafyamızdaki liderlerin, siyasi partilerin, sivil toplum örgütlerinin ve medyanın ABD’ye söylenmesi gerekeni net ve cesurca söylemesidir. Ama daha önemlisi aydın geçinen köşe yazarı, akademisyen ve benzeri ABD yalakalarının bu alışkanlıklarından vazgeçmeleridir.

Bunun da pek kolay olacağını sanmıyorum. Çünkü onların da bu durumu genetiktir. Yoksa Irak, Afganistan, Somali, Filistin, Lübnan ve coğrafyamızın diğer bölgelerinde yaşanan bunca acıya rağmen bu kişilerin hâlâ ABD ve İsrail ağzı ile konuşmayı, bu ikilinin gözleri ile olayları görmeyi sürdürmeleri anlaşılır gibi değil.

Daha açık bir ifade ile hangi akıllı, mantıklı ve vicdanlı insan ABD’nin tüm coğrafyamıza yönelik davranışlarını onaylayabilir? Bunu ancak zekâsı kıt, beyni küçük ama cüzdanı kabarık olanlar yapabilir.

Ama bu da işe yaramayacak.

Çünkü er ya da geç tüm doğrular ortaya çıkacak ve insanlar gerçeği görecek.

Tıpkı İsrail Başbakanı Olmert gibi.

Yolsuzluklarla suçlanarak istifa etmek zorunda bırakılan Olmert bakın ne diyor:

‘Büyük İsrail rüyası artık son bulmuştur. İnsanlarımız bu gerçeği görmeli ve Filistinliler ile Suriyelilerle yan yana yaşamayı kabullenmelidir’.

Son 4 yılda başbakan olarak Filistin halkına, Lübnan ve Suriye’ye karşı saldırı emirlerini veren ve yaşamı boyunca siyonist ideolojiye inanarak mücadele eden ama sonunda doğruyu gören Olmert’i son söyleminden dolayı yine de kutlamak gerekiyor. Darısı Bush ve onun yerine geçecek olanların ve onlarla işbirliği yapacak olan bizim politikacıların ve tabii ki bizdeki tek taraflı ABD ve İsrail sevdalılarının başına .

Akşam, 16.9.2008

Hüsnü Mahallî

17.09.2008

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

 
GAZETE 1.SAYFA

Bütün haberler

Site yöneticisi | Editör
Yeni Asya Gazetesi Gülbahar Cd. Günay Sk. No.4 Güneşli-İSTANBUL T:0212 655 88 59 F:0212 515 67 62 | © Copyright YeniAsya 2008.Tüm hakları Saklıdır