|
|
|
Ordu halktan özür dilemeli |
28 yıl öncesinin kâbusundan söz ediyorum. 12 Eylül askeri darbesinden yani. Bu askeri darbe ordu içinde bir cunta tarafından yapılmadı, bizzat Genelkurmay eliyle oldu; yani ordu 12 Eylül’ün sorumluluğunu bizzat taşıyor. Hitler faşizminden dolayı, bu faşizmle hiç ilgisi olmadığı halde günümüzde Alman hükümeti özür dilemişti. İşte bunun gibi bir şey, ordumuz 12 Eylül terörü nedeniyle halktan özür dilemelidir. Günümüzde 12 Eylül diktatörlüğünü savunabilen kimse yok. Bugün ordu üst kademesi postmodernizm de dahil hemen her konuda konuşuyor. Peki demokrasi konusunda ordumuz ne düşünüyor? Örneğin 12 Eylül konusunda?
Önce sorumuzun meşruiyet temeli olan 12 Eylül mezaliminin tablosunu verelim. Resmi rakamları içeren aşağıdaki tablo 12 Eylül’ün her yıl dönümünde yorumlardan önce tekrar ve tekrar verilmeli:
50 kişi idam edildi/ 171 kişi işkenceden öldü. / 300 kişi kuşkulu şekilde öldü. /Cezaevlerinde 299 kişi öldü./ 16 kişi “kaçarken” vuruldu./ 95 kişi “çatışmada” öldü/14 kişi açlık grevinde öldü. 7 bin kişiye idam cezası istendi/ 517 kişiye idam cezası verildi. 98 bin 404 kişi “örgüt üyeliğinden” yargılandı.
650 bin kişi gözaltına alındı/ 1 milyon 683 bin kişi fişlendi / 210 bin davada 230 bin kişi yargılandı/ 14 bin kişi yurttaşlıktan çıkarıldı/ 30 bin kişi “mülteci” olarak yurtdışına gitti.
Diyarbakır Askeri Cezaevi faşist Hitler kampına dönüştürüldü. Çocuk sayılabilecek yaşta bir gencimiz Erdal Eren mahkeme kararıyla yaşı büyütülerek idam edildi. Darbeci başı Orgeneral Kenan Evren “ Asmayacaktık da besleyecek miydik” dedi.
Evet. Bu döküm mutlaka her yıl tekrarlanmalı, bıkıp usanmadan tekrarlanmalı. Ve bir de uyarı ekleyerek: “Ey okurum! Yukarıdaki rakamları hızla okuyarak geçme lütfen, rakamların hakkını vererek oku ve gözlerinin önüne bu insanların ailelerini, çocuklarını, eşlerini de getirerek oku.”
Yalnızca sayıları alt alta toplasanız bile, bu kadarı bile şu soruyu sormaya yeterli olur: Bu denli büyük acıyı bu halka tattırmak için meşru ne gibi neden vardı? Yanıtı biliyoruz, “Anarşi vardı.” Öyle mi?!!
Ve bir şey daha 12 Eylül’ün her yıl dönümünde tekrarlanmalı hep: Vicdan Mahkemesi. 12 Eylül’ün 28. Yıldönümü nedeniyle Bilgi Üniversitesi Dolapdere Kampusunda bir sivil mahkeme kuruldu. Genelkurmay Başkanı Kenan Evren ve Milli Güvenlik Konseyi üyeleri yargılanmış. Prof. Dr. Ahmet İnsel ve Avukat Ergin Cinmen iki ayrı iddianame okumuşlar. 12 Eylül mağdurları tanıklık yapmış. Karar: Cuntacılar demokratik Türkiye için çalışma cezasına çarptırılmışlar ve savcılar yargılama için göreve çağrılmış. Bu karara ben olsam şunun da eklenmesini önerirdim: “Ordu halktan özür dilemelidir.”
Şimdi artık 12 Eylül yorumuna gelebiliriz: İlk yorumu yine “Vicdan Mahkemesi” yapıyor. Mahkeme salonunda yargılama “Bir daha asla” pankartı altında yapılmış. Bilirsiniz, bu slogan Avrupa Birliği’nin kuruluş felsefesini anlatan slogandır, Avrupa’da Hitler faşizmi veya benzeri insan kıyımına ve savaşlara bir daha izin vermeyeceğiz anlamındadır. “Bir daha asla.” Peki ama bizde nasıl olacak “Bir daha asla”?
Vicdan Mahkemesi’nin açılış konuşmasını yapan Avukat Fethiye Çetin, 12 Eylül’ün halen devam ettiğini söylüyor: “12 Eylül bugün 28 Şubat’larla, 27 Nisan’larla devam ediyor. 12 Eylül Şemdinli’yle, Uğur Kaymaz’larla, Hrant Dink’le, Rahip Santoro’yla, Malatya katliamıyla, parti kapatmalarla devam ediyor. Bu rejim, ne yazık ki, darbeci mekanizmaya her zaman ihtiyaç duyuyor. 12 Eylül’ü meydana getiren bu rejimle yüzleşemediğimiz için de bu süreç sonlanmıyor.”
Vicdan Mahkemesi’nde tanık olarak konuşan ünlü yazarımız Adalet Ağaoğlu: “Darbecileri yargıladığımız anda ve Ergenekon’un dibine kadar gidildiği andan itibaren biz nelerin olduğunu anlayabileceğiz. 27 Mayıs 1960 öncesinde ‘ordu gençlik el ele’ siyaseti zihnimize dolduruldu. Cumhuriyet Kemalizm’i iyi olsaydı bu noktaya gelir miydik? Cumhuriyet devriminin raporları yalan söylemeseydi ‘ordu gençlik el ele’ demezdik.” diyor ve yorum bahsini böylece özlü biçimde çerçeveliyor.
Ağaoğlu çok haklı, geçmişiyle hesaplaşamayanlar, hesaplaşmayı Kemalizm’e kadar götüremeyenler, AK Parti’yi bahane edip Ergenekon’a burun kıvıranlar 12 Eylül ile de hesaplaşamazlar. Öylelerinin hesabı kendine ama söylenmesi gereken de söylenmeli artık: Ordu halktan özür dilemeli ya da 12 Eylül’ü açıkça savunmalı, ortası yok.
Referans, 15.9.2008
|
Nabi Yağcı
16.09.2008
|
|
|
Ne kadar demokrasi, o kadar büyüme |
Türkiye’nin 2002’den günümüze yakaladığı; küresel konjonktür, siyasal istikrar, AB reformları, doğrudan yabancı sermaye yatırımları ve kanımca çok belirleyici olmak üzere bütçe/mali disiplinin sağlanmış olması ile de desteklenen çok önemli ve ülkenin makus talihini kırmanın eşiğine gelmiş büyüme süreci tehdit altındadır.
Büyüme oranlarının tekrar senelik yüzde birlere, hatta sıfır ya da negatife dönmesi demek mali disiplinin yine bozulması, henüz çok taze yüksek enflasyon hafıza ve canavarının tekrar dirilmesi demektir.
Ve bunları tekrar toparlamak, küresel konjonktürün çok bersizleştiği, önünü göremediği bir ortamda hiç kolay olmayabilir.
(...)
Ekonomide karşımıza dikilen üç adet, birbirinin türevi, sorunu örnek olarak sunacağım;
1-Büyüme oranı 2008’in ikinci çeyreğinde geçen senenin aynı dönemine göre yüzde 1.9 çıkmıştır; bu oran son senelerin, 26 çeyrektir kesintisiz süren büyümenin durmakta olduğunun güçlü bir işaretidir.
2-İç talepte büyük bir daralma gözlenmektedir, dayanıklı tüketim malları üretim ve satışında senenin ilk yarısında geçen senenin aynı dönemine göre büyük düşüş vardır; üretim geçen senenin aynı dönemine göre yüzde 13, tüketim yüzde 14 gerilemiş bulunmaktadır.
Haziran ayında toplam otomobil üretimi (-%1.6), toplam otomobil satışları (-%4.7), ithal otomobil satışları (-%1.1) ve trafiğe kaydedilen araç sayısında da (-%13.9) gerileme gözlemlenmektedir.
3- 2008’in ilk sekiz ayında (Ocak-Ağustos) geçen senenin aynı dönemine göre yeni kurulan şirket, kooperatif ve gerçek kişi ticari işletmeleri toplamı yüzde iki artarken, kapanan ve tasfiye edilenlerin sayısındaki arıtş yüzde 32.5’e ulaşmıştır. Bu olumsuz tabloyu çok olumsuz dış konjonktür hem bir ölçüde yaratmakta hem de desteklemektedir. Çok başarılı 25 çeyreklik bir büyüme sürecinden sonra gelinen bu olumsuz noktayı aşmak olanaksız değildir. Yapılması gereken, içerideki anlamsız, verimsiz, alternatif üretemeyeen muhalefetle saç saça, baş başa kavga etmek yerine demokrasi ve hukuk reformlarına hız vermektir.
Evet, içinde bulunduğumuz olumsuz ama olumsuz olduğu kadar da ilginç uluslararası konjonktürde ekonomik büyümenin tekrar kabul edilebilir, işsizliği yüzde onların çok üzerine çekmeyecek bir büyüme rayına oturtabilmek için yapılması gereken ilk iş hukuk ve demokrasi reformlarına çok başarılı 2003-2004 sürecinden de güçlü olarak, bazı AB başkentlerine kulak tıkayarak, destek vermek, sonuç almaktır. Ekonomik krizi, duran büyüme sorununu Türkiye’nin kendi mevcut iç kaynaklarıyla aşması hayaldir, gerçekçi değildir, iktisat teorisine aykırıdır; bunu söyleyegelen sözde sosyal demokrat, gerçekte içe kapanmacı söylemler büyük bir yalandır, yalan değilse de cehalettir.
Dış kaynak girişini, doğrudan yabancı sermaye yatırımı kaleminde tekrar senede yirmi milyar doların çok üzerine çekebilmek bugün için krizi aşmanın yegane yöntemidir.
Senede on milyar doların altına inme riski taşıyan doğrudan yabancı sermaye yatırımlarını otuz milyar düzeyine çekebilmek ise içeride hukuk devletini AB normlarında konsolide etmekten, demokrasiyi güçlendirmekten geçmektedir.
Bunu yaptığımız zaman küresel kriz ortamında yatırım için istikrarlı liman arayan sermaye miktarı bizi bile şaşırtabilecek düzeydedir. Yapılması gereken içeride parazit yapan seslere aldırmadan Ulusal Programı, Katılım Ortaklığı Belgesinde ne isteniyorsa o düzeyde düzenlemek, yasaları geçirmek ve hemen uygulamaktır.
Yarın bu işler için çok geç olabilir.
Star, 15.9.2008
|
Eser Karakaş
16.09.2008
|
|
|
Hain pusu neymiş, bana bir anlatıverin |
Terör saldırılarının neredeyse yarısında, hep aynı şey yazılıyor-söyleniyor: Hain Pusu: Mehmetçiği nöbette yakaladılar. Şu kadar şehit... Şu kadar yaralı.
Benim aklım karışıyor. Anlamakta güçlük çekiyorum. Bir yol bilgilerimi tazeliyorum. Soruyorum: Pusu nedir? Görüyorum ki anlamı değişmemiş. Pusu, belli bir yerde mevzilenerek, belli bir zamanda oradan geçecek kişi veya kişilere ummadıkları yer ve zamanda taarruz ile imha veya esir etmektir diye tarif ediliyor hâlâ.
Son 15 günlük olaylara şöyle bir göz gezdiriyorum. PKK, bunların bir kısmında doğrudan jandarma karakollarına taarruz düzenliyor. Dolayısıyla haberlerde kullanılan hain pusu nitelemesi doğru bir tanım gibi gelmiyor. PKK, yerleşik karakollara baskın yapıyor. Baskın ayrı şey, pusu ayrı şey. Pusu tanımı ile uyuşmuyor.
Karakol tanımını yerine oturtalım!
Öncelikle bellek tazeleyelim: Nedir karakol? - Karakol, düşmanın yaklaşmasını önceden haber alıp ilerlemesini durduran veya geciktiren bir tim veya birlik. Bu birlik, arazide istenen görevi liyakatle yapabileceği bir noktaya konuşlandırılıyor. Karakol görevi, erken haber almaya dayanıyor. Bu nedenle karakollar uzun mesafeli görüş imkânı sağlayan yerlere kuruluyor. Yaklaşma yollarında tuzak ve engeller bulunuyor. Erken ihbarı sağlayacak bubi tuzakları yerleştiriliyor. Karakol, uzak mesafeli ateş sahalarına da sahip oluyor. Yolları ateşle kontrol ediyor. Çekilme veya takviye için uygun hatlar da bulunduruyor. Sonuçta, karakol seçimi bütünü ile bir subay çalışması ürünü. Düşman, karakoldan üstün güçte ise karakol önceden hazırlanmış yollardan istifade ile geri çekiliyor. Bu sırada düşmana mümkün olan zayiat verdiriliyor. Hiçbir zaman kat’î neticeli çatışmaya girmiyor. Müsademe sırasında ya geri çekiliyor ya da bağlı olunan birlikten takviye alıyor.
Bu özelliklerine göre bir karakola pusu kurulması veya baskın yapılabilmesinin adeta imkânsız olduğu ortaya çıkıyor.
Teselli sözleri yerine gerekli önlemleri alın
Oysa gün geçmiyor ki, PKK bir karakola baskın yapmasın ve birkaç erimiz şehit düşmesin. PKK için taarruz edilecek en son yerin karakol olması gerekirken böyle olmuyor. PKK özellikle karakolları seçiyor.
Belirlenmiş askeri kriterlere dikkat edilmiyor mu? Erken haber alma sistemleri mi çalışmıyor? Karakol yerlerini kimler seçiyor? Bu yerlerin uygunluğu üst komutanlarca onanmıyor mu? Bir konu da, baskına uğrayan karakollarda rütbeli bir komutanın bulunmaması. Söz gelimi Yedisu Karakolu’ndaki komutan, sadece onbaşı rütbesinde. Oysa; her an çatışmaya girmesi muhtemel müstakil timlerde, durum muhakemesi yapıp esaslı kararlar verecek rütbeli personele ihtiyaç açık.
PKK’nın bu tür saldırılarına karşı askeri bilgi ve imkânlar harekete geçirilmeli.
Üst rütbelilerimiz, cami avlularında şehit annelerine sarılıp onlarla birlikte ağlaşacakları yerde, mevcut karakolların konumlarını araştırıp gerekli önemleri alsalar, daha uygun olur diye düşünüyorum...
Akşam, 15.9.2008
|
Halit Kakınç
16.09.2008
|
|
|
|