|
|
|
Mesele 12 Eylül’le yüzleşmek |
12 Eylül yüzleşmesi, bir nostalji arayışı yada salt tarih tartışması değildir. Bugünlerimizi, yarınlarımızı dahası hayatımızın tüm alanları etkilemeye devam eden bir yapısal dönüm noktasıdır. Elbette her tarihi günü, öncesi ve sonrası ile birlikte ele almalıyız. Türkiye’yi 12 Eylül sürecine götüren gelişmelerle ilgili eleştirilerimizi de açık yüreklilikle yapmalıyız. Siyasetçiler, medya, gençlik hareketi temsilcileri bu özeleştiriyi mutlaka yapmalı, hepimizi askeri darbenin kucağına iten hatalarımızı cesaretle masaya yatırmalıyız.
Ancak unutmamalıyız ki hiçbir gerekçe, 12 Eylül 1980 ve sonrasında yaşanan insanlık suçlarını meşrulaştırmaz. Resmi söylemin 12 Eylül öncesine yönelik eleştirileri büyük oranda bu amaca hizmet için kullanılmak istenmektedir.
HESAPLAŞMANIN ANAYASA BOYUTU
Türkiye’de büyük çoğunluğu AB sürecinde dış dinamiklerin etkisi ile yapılan yasal değişikliklere rağmen hastalıklı birçok anayasal kurum, hak ve özgürlükleri tehdit etmekte, toplumsal barışın tesis edilmesini imkânsız hale getirmektedir. Bu yapı ile köklü bir hesaplaşmaya girilmeden atılacak demokratikleşme adımları güdük kalmaya mahkûmdur.
Cumhurbaşkanının yetkileri, YÖK, YAŞ, yargı denetimi dışında tutulan alan gibi birçok somut sorun yanında, dolaylı olarak hayatımızı tehdit eden birçok geleneği de 1982 Anayasasına borçluyuz. Kadroların el değiştirmesi ile iyileşmesi mümkün olmayan bu yapılar, toplumsal taleplere cevap veremediği gibi değişim talebini de ötelemenin gerekçesi olarak önümüze çıkarılmaktadır.
Türkiye’yi uluslararası arenada zor duruma düşüren temel direnç noktaları kendisini anayasaya dayandırırken, bu gerçeği göz ardı ederek reformlar gerçekleştirmenin imkânı yoktur. Yüzeysel ve göstermelik kalmaya mahkûm küçük adımlarla köklü bir değişim sürecini yönetmek mümkün değildir. Sivil siyaseti yargı ve güvenlik bürokrasisi karşısında çaresiz bırakan yapısal sorunlar açık tartışma zeminlerinde ele alınmalıdır. Bu tutum yeni anayasa arayışını sadece bir mevzuat değişikliği olmaktan çıkarıp, toplumsal uzlaşmaya altyapı hazırlayacak bir anayasa hareketine dönüştürecektir. Dinamik ve katılımcı bir süreç hazırlanmadıkça, en ileri metinleri de kapalı kapılar ardında oylayarak onaylasanız, toplumsal sahiplenme ve içselleştirmeyi sağlayamazsınız. Bu anlamda yeni bir anayasa yapılması, bırakın sadece iktidar partisini, tek başına parlamentonun tekelinde bile görülmemelidir. Toplumun en marjinal çevrelerini de dışlamayan bir tartışma ortamı ile ancak gerçek bir ortak akıl üretilebilir. Herkesin kendi doğrularını dayattığı bir ortamda dokunulmazları, tabuları bol bir anayasayı cilalayıp “yeni“ diye piyasaya sürmek kendimizi kandırmaktan başka bir sonuç doğurmayacaktır. Ne içerde ne dışarıda itibar görmeyecek bir değişikliğin, ilerde daha büyük değişikliklere adım niteliği taşıyacağı iddiası ise Türkiye gerçekleri ile örtüşmeyen bir fantezidir. Türkiye gibi bıçağın sırtındaki ülkelerde yarım yapılmış işler, bizi o işi tamamlamaya değil, uzun süren bir oyalama sürecine taşımaktadır.
ERGENEKON’UN AKIBETİ
Türkiye tahterevallisinde bir ucunda anayasa değişikliği talebi, diğer ucunda Ergenekon davasının derinleşmesinin engellenmesi bulunmaktadır. İkisini birden yerine getirmeye çalışmak beyhude bir uğraştır.
Ergenekon davasında Türkiye’yi bekleyen birkaç ihtimali bir kere daha göz önüne koyarak düşünmeliyiz. En başta ifade etmeliyiz ki, yeni komuta kademesinin belli olması ile birlikte ‘insani amaç’ ile de olsa, iki paşaya yapılan ziyaret davanın seyri konusunda hep bir şüphenin zihinlerde yer etmesine sebep olacaktır. Ziyarete layık görülenler ve görülmeyenler ayrımı ilerisi için başkaca sinyalleri de barındırmaktadır. Darbe yapanların yargılanamadığı bir ülkede darbeye teşebbüsün cezalandırılması aslında oldukça ironi dolu bir durumu ortaya koymaktadır. Darbenin ortaya çıkarttığı tahribat üzerine etkin bir tartışma bile yapılamazken amacı ‘laik cumhuriyeti ve üniter devleti korumak’ olan örgütlenmelerin cezalandırılması çok da kolay olmayacaktır.
Bu amaç için kendini her zaman ve her şartta yetkili gören bir anlayış için hukuk bir formaliteden ibarettir. Olağan dönemleri olağan üstüleştiren birçok söz ve uygulamaya tepkisiz kalıp, darbe karşıtlığı yapmanın inandırıcı bir tarafı da olmayacaktır.
JİTEM’in var olup olmadığını bile tenezzül edip toplum ile paylaşmayanların, laiklik ve ulus devlet vurguları da inandırıcı bir söyleme dönüşmeyecektir.
Önceki darbelerle ilgili sadece siyaset ve sivil toplum dünyasının değil, görev başındaki askerlerin de açık bir tavır geliştirmeleri gerekir. Hukuka ve demokrasiye bağlılık söyleminin inandırıcılığının ilk şartı, önceki askeri müdahalelerle ilgili doğru tutum almaktır. Bundan imtina eden bir güvenlik bürokrasisi ile her zaman gözümüz arkada kalacak; ‘yeni darbeler olur mu?’ sorusu ile içerde ve dışarıda muhatap olacağız.
Siyasete müdahale biçiminin değişmesi, modern formatların geliştirilmesi Türkiye’nin de modern bir ülke olduğu anlamına gelmez. Bu açıdan 12 Eylül ile yüzleşmeden Ergenekonda bir arınmanın yaşanması beklenmemelidir. Kaba ve teşhir olmuş, yüzü yıpranmış örgütlenmelerin tasfiyesinin mutlaka hukuk devletine geçişe hizmet edeceğini beklememek gerekir. En azından 12 Eylül sürecini kapsayan bir yüzleşmeye, toplumsal ve siyasal zeminlerde gidilmedikçe, Ergenekon hesaplaşmasının ağır yükünü yargıya yüklemek, boş bir hayale umut bağlamaya dönüşecektir.
12 Eylül döneminde yaşı büyütülerek idam edilen, işkence tezgâhlarında infaz edilen, gözaltında kayıp edilenlerin kemikleri sızlarken, Ergenekon davasının sorumluluğunu mahkeme heyetine yönelik beklentilerimize indirgemek, tarihi bir fırsatın kaçırılması anlamına gelecektir.
ÖNCE FAVORİ DARBESİ
OLANLAR YÜZLEŞMELİ
Bir sonraki 12 Eylül’de aynı şeyleri tekrarlamak zorunda kalmamamızın yolu ayrımsız olarak her türlü darbeye karşı durmaktan geçiyor. 12 Mart sonrası sağcı dergilerin kapaklarını süsleyen asker resimleri, hala 27 Mayıs kutlaması yapan solcu aydınlar ve nihayet 28 Şubat’ta darbeye karşı çıkarken şeriata da karşı olduğunu beyan etmek zorunda kalan kimi ‘demokratlar’... İnsan onurunu güvence altına alacak bir anayasa ile Ergenekonlardan arınmış bir ülkede yaşayabilmek için önce darbe karşıtlarının kendileri ile yüzleşmesi gerekiyor galiba?
Yeni Şafak, 13.9.2008
|
Ayhan Bilgen
14.09.2008
|
|
|
Darbeciler yargılansın, ama ya darbeci zihniyet? |
12 Eylül askeri darbesinin üzerinden 28 yıl geçti. Bir ülkenin tarihi açısından kısa gelebilir ama bizim demokrasi tarihimiz açısından hayli uzun.
Çünkü topu topu 60 yıllık bir demokrasi tarihimiz var. Ve daha acı olanı, bu kısa tarihte 5 askeri darbeyle yüz yüze kalmamız.
Amaçları, yapılış biçimleri farklı görünse de aslında bütün askeri darbeler birbirinin devamı... 1960’la başlayan bu darbeler sürecinin en kalıcı ve iz bırakanı ise hiç kuşkusuz 12 Eylül darbesi...
Şu tabloya bir bakın...
650 bin kişi gözaltına alındı.
1 milyon 683 bin kişi fişlendi.
210 bin davada 230 bin kişi yargılandı.
7 bin kişiye idam cezası istendi.
517 kişiye idam cezası verildi.
50 kişi idam edildi.
98 bin 404 kişi “örgüt üyeliğinden” yargılandı.
14 bin kişi yurttaşlıktan çıkarıldı.
30 bin kişi “mülteci” olarak yurtdışına gitti.
300 kişi kuşkulu şekilde öldü.
171 kişi işkenceden öldü.
Cezaevlerinde 299 kişi öldü.
14 kişi açlık grevinde öldü.
16 kişi “kaçarken” vuruldu.
95 kişi “çatışmada” öldü.
Bunlar bu ülkede yaşandı. Bunlar, alt alta yazılmış rakamlar topluluğu değil, her satırda binlerce insan var, her satırda on binlerce insanın çektiği acı var.
Ama 12 Eylül askeri darbesi sadece insanı bizzat yok etmekle, işkence etmekle yetinmedi, getirdiği 1982 Anayasası’yla toplumun geleceğini de cendereye aldı.
Bu nedenle hala 12 Eylül rejiminin getirdiklerinden kurtulmuş değiliz. Baksanıza aradan 28 yıl geçmesine rağmen bırakın darbecilerin yargılanmasını, kendi özgürlüklerimizi genişleten sivil bir anayasa bile yapamadık.
İçinden geçtiğimiz bugünlerde de böyle bir ihtimal görünmüyor.
Bu da şunu gösteriyor; 12 Eylül hala devam ediyor.
Doğrusu 28 Şubat 1997 Postmodern darbe de, bugün Ergenekon davasıyla gündeme gelen 2004’teki “Ayışığı ve Sarıkız” darbe girişimleri de 12 Eylül zihniyetinin devamından başka bir şey değil.
Çok tartışıldığı için biliniyor, bu darbeleri çoğunlukla başarıya ulaştıran dış destek... Ama asıl sorun içeride, yani bürokraside, siyasette ve medyada var olan darbeci anlayış...
Bu darbeci anlayışla yüzleşmediğimiz, hesaplaşmadığımız sürece dış destek olmasa da bizdeki darbeciler rahat durmayacak. Darbecilerin yargılanması elbette önemli ama ondan daha önemlisi “darbeci zihniyet”le mücadele...
Sivil siyaset kısır çekişmeleri bir yana bırakıp ülkedeki bu darbeci zihniyeti, yok etmese bile en aza indirmenin yolunu bulmalı.
Sabah, 13.9.2008
|
Mahmut Övür
14.09.2008
|
|
|
12 Eylül ile hesaplaşmadan asla! |
12 Eylül! Darbe, şiddet, işkence, idam ve yitik kuşaklar.
12 Eylül! Son elli yılda bu toprakların yaşadığı en büyük travma.
12 Eylül! Ergenekon prodüksiyonun en büyük, en komplike yapımı.
12 Eylül! Soğuk Savaş döneminin en büyük sosyal manipülasyonu.
12 Eylül! Türk tarihinin en büyük kandırılmışlık hikâyelerinden birisi.
12 Eylül! Sırf darbe şartları oluşsun diye binlerce insanın öldürülmesi, kardeşin kardeşe kırdırılması.
Bu darbeyi anlamaya ve aydınlatmaya 12 Eylül 1980 tarihinden başlamak son derece yanlış olur. Askerî darbe; 1975-80 yıllarını içine alan, 12 Eylül günü devre arası yapıp 1990’lı yıllara kadar devam eden bir karabasanın hikâyesidir. Anlamak için de bütün bu süreçleri bir bütün olarak incelemek gerekir. Türkiye’nin darbe şartlarına nasıl getirildiği, en az darbe kadar tartışılması, gün yüzüne çıkarılması ve onunla mutlaka hesaplaşılması gereken bir konudur. 12 Eylül’den çok yetmişli yılları yeniden tartışmak, bütün faili meçhulleri, faili malumları yeniden ortaya dökmek ve Ergenekon’un ipuçlarını değil koca halatlarını bulup oradan günümüzü aydınlatmak gerekir.
Komünizm tehlikesine karşı 1950’li yıllarda kurulduğu anlaşılan Ergenekon yapılanmasının en büyük prodüksiyonu, Türkiye’nin 12 Eylül darbe sürecine hazırlanmasıdır. Bugün hâlâ aydınlatılamamış yüzlerce faili meçhul dosyanın arkasında bu karanlık çete vardır. Bu süreçte Türkiye’nin bütün sinir uçlarını harekete geçiren, provoke eden, darbe şartlarını hazırlayan Ergenekon çetesi, darbeden sonra bir figüran haline getirdikleri sağcıların ve solcuların üzerinden tanklarla geçti. 1990’lı yıllarda Doğu Bloku’nun çökmesinden sonra bütün Batı ülkelerinde tasfiye edilen bu yapının Türkiye’de de tasfiyesi için 3 Kasım 1996’da düğmeye basıldı. Ancak söz konusu çete, uluslararası büyük ağabeylerini, Türkiye’de bir İslam tehdidi olduğu konusunda ikna etti. Bu süreçte ‘Refahyol Hükümeti’ de bu kaygıların oluşmasına yeterince yardımcı oldu. Ergenekon çetesi, medyanın büyük yardım ve yataklığı sayesinde uluslararası tasfiyeye karşı içeriden büyük bir atakla Türkiye’de bir din tehlikesi olduğu konusunda ağabeylerini ikna etti. Böylece diğer ülkelerdeki gibi tasfiye edilemedi. Edilmemekle kalmadı, gemi iyice azıya aldı. Büyük bir karşı atakla 28 Şubat sürecini başlattı. Buradaki en büyük yardım ve yataklığı, yalan habercilikten hiçbir zaman yüzü kızarmamış bir kısım Türk medyası yaptı.
12 Eylül süreciyle hesaplaşmadan, bugün iyice gün yüzüne çıkmış olan Ergenekon çetesiyle hesaplaşılmaz, Ergenekon ile hesaplaşmadıkça da sakinleşmiş ve huzuru bulmuş bir ülke asla olamayız. İşte sürekli tehlikede olduğunu söyledikleri rejim, aslında bir faili meçhuller rejiminden başka bir şey değil. Türkiye’deki rejim tehlikesi dinî bir rejimin gelmesiyle ilgili değil, Ergenekon prodüksiyonlarının sona erdirilmesiyle ilgili bir konudur. İrtica yaygaraları da bu büyük yalanın sadece bir parçasından ibarettir. Çetelerin tasfiye edilmesi, 12 Eylül ve 28 Şubat gibi sosyal manipülasyonlarının sona erdirilmesi, ülkenin tabiatına uygun bir hayata geçmedir.
12 Eylül darbesinin üzerinden tam 28 yıl geçti. 1970’lerden 90’lı yıllara kadar aşağı yukarı 20 yılı aşkın bir süreyi kapsayan bu travmatik dönemi Türkiye’nin tamamen atması için bir hayli zamanın geçmesi gerekecek. Ama ülke henüz bağırsaklarını tam olarak temizleyemedi. Sevindirici olan ise artık bu ülkede namuslular en az Ergenekon çetesi kadar cesur.
Zaman, 13.9.2008
|
Mehmet Kamış
14.09.2008
|
|
|
Ama sevgili dostlar... |
Ben, Doğan grubunun, gerek patronluk, gerek yazı işlerine hakim zihniyet ve gerekse, kimi köşeler bakımından AK Parti iktidarından hiç hazzetmediğinden adım gibi eminim.
Ben, Doğan grubundaki AK Parti karşıtlığının bir ayağında, çok net ideolojik tercihler bulunduğundan ve bunun benim inançlarımı ilgilendirdiğinden de kuşkum yok.
Ben, Doğan grubunun medyacılıkla iş ilişkilerini iç içe götürdüğünden, sahip olduğu medya gücünü iş bitirmek için kullandığından da adım gibi eminim. Ben, bu son kapışmada Hilton meselesinin büyük etkisi olabileceğinden de şüphe duymam. Doğan grubunun, hükümete muhalefette CHP ile dirsek teması içinde olduğu da ayan - beyan görülüyor.
Doğan grubunun sürdürdüğü muhalefette, Ergenekon konusunun da etkili olmasını mümkün görüyorum. En azından yolsuzluk iddialarının Ergenekon konusunu gündemden düşürdüğünden ve Doğan grubunun amiral gemisinin Ergenekon konusuna hep mesafeli durduğundan yola çıkılırsa, bu ihtimal ihmal edilemeyecek bir nitelik kazanıyor. Ama sevgili dostlar... Bütün bunlara rağmen, ortaya atılan yolsuzluk iddialarının doğru cevaplanması ve bu işten herkesin alnının akı ile çıkması ya da suçluların varsa ayıklanması gerekiyor.
Doğru cevaplama dediğimde, mesela, yolsuzluk iddiasının cevabı, Önder Sav’ın Peygamberimizle ilgili sözleri değildir. Onunla hesaplaşılmalıdır, Önder Sav’dan o sözlerin hesabı sorulmalıdır evet, ama, “Bize yolsuzluk isnat ediyorsunuz ama siz de şunu söylediniz” tarzındaki bir söylem, açık konuşalım işi mecrasından kaydırma niyeti olarak algılanır. Hatta bakın, “Bize yolsuzluk isnat ediyorsunuz ama, siz de şurada yolsuzluk yaptınız” türünden bir savunma da “aklanma” getirmiyor.
Bu söylem sadece “Tencere dibin kara....” çerçevesine oturur. Yolsuzluklar birbirini götürsün ve tartışma bitsin, yaklaşımı sağlıklı bir yaklaşım değildir. Doğru cevaplama, Almanya’da görülmekte olan davada işin nereye varacağı noktasında toplanıyor. -Almanya’daki Deniz Feneri’nde gerçekte ne oldu? Doğrusu ben, Doğan grubunun iddialarından bağımsız olarak bu konuyu merak ediyorum. -İtiraflar neyi kapsıyor? Ne kadar gerçekliği ifade ediyor? -Almanya - Türkiye arasında nasıl bir para trafiği oldu?
-Bu trafik, sadece Almanlar’ın para transferinde gösterdiği hassasiyet sebebiyle mi sorun haline geldi?
-Bu süreçte kimin mali imkanları nasıl gelişti?
-Fakir - fukara için toplanan paralar, şahsi veya gayrı şahsi anlamda - yani dava aynı dava mantığıylabaşka alanlara transfer edildi mi?
-Almanya’daki davaya nasıl bakılıyor? Kimi yazarların iddia ettiği gibi Almanlar’ın Türkiye hesaplaşması ve AK Parti’yi zora sokma stratejisi mi söz konusu? Yoksa var olan bir yolsuzluk iddiasını soruşturan ve gerçeği ortaya çıkarmayı amaçlayan normal bir yargı süreci mi?
Bu sorular varken, zihinleri durultmak mümkün değil. Ben, davamın temiz kalmasını istiyorum, insanların kişisel sapmaları varsa, bunun İslam üzerinden meşrulaştırılmasını kabul etmiyorum. Bunun İslam’a büyük bedel ödettiğine inanıyorum. Bunun, bu alanda hizmet veren ve hiçbir şaibesi bulunmayan yapılara zarar verdiğini düşünüyorum ve bunun, insanların hamiyet duygularını tahrip ettiğini düşünüyorum. Hüsnü zan esastır, evet doğru.
Ama, sevgili dostlar, şu meşhur holding faciası da, islami unsurlar - camiler, komisyoncu hocalar vs- kullanılarak oluşan sürecin içinde patladı. Sonunda “din istismarı” teması güçlendi, oradan hareketle, bütün islami hizmetlere istismar damgası vurularak baskılar geldi ve en önemlisi, insanların dini hassasiyetleri bulandı. Tek kelime ile pis bir işti o. Şöyle bir şey duymuştum:
-Avrupa’da elinde siyah çanta taşıyan hoca tipindeki insanlardan korkmaya başladı işçiler. İşin garibi, bu tür meseleler artık AB çapında konuşuluyor. Şu anda, tüm AB kamuoyu dahil, İslam’la ilintilendirilmiş yeni bir holding skandalı gibi bakılıyor hadiseye...
Ve bunun AK Parti iktidarı ile bağlantılı gibi görünmesi yadırganıyor. Bunu İslam’a, dindarlara ödetmeye kimin hakkı var? Demem o ki, bu iş temizlenmeli. Dilerim ki Almanya’daki Deniz Feneri de temiz çıksın. Bir tek kişiye şaibe bulaşmasın. Dilerim ki, Almanya’daki işten Türkiye Deniz Feneri’nin üzerine tek siyah nokta düşmesin.
Dilerim ki bu işin içinden Kanal 7 pirüpak çıksın. Dilerim ki Doğan grubu, Hilton’u ile baş başa kalsın. Dilerim ki, Başbakan, sergilediği öfkede haklı olsun. Dilerim ki bundan böyle, bu tür yolsuzluk iddialarını üzerimizden atmak için uğraşmak zorunda kalmayalım. Sevgili dostlar, TV 5 ile CNN Türk arasındaki pazarlık canımı sıkıyor. Hayır, onu da Doğan grubunun alıyor olmasından değil, TV 5’in nasıl kurulduğu, bu satış noktasına nasıl gelindiği ve satıştan gelen paranın ne olacağı açısından...
Bugün, 13.9.2008
|
Ahmet Taşgetiren
14.09.2008
|
|
|
|