|
|
|
Türkiye’nin demokratikleşememe sorunu |
Darbenin üzerinden neredeyse otuz yıl geçmiş olmasına rağmen, Türkiye bugün hâlâ demokratikleşme sürecinde yeterince ilerleyememiş olmanın sıkıntılarını yaşıyor.
Bu sıkıntıların büyük bir bölümünün, darbeden sonra kurulan ve bugün henüz tam anlamıyla tasfiye edilemeyen 12 Eylül rejiminden kaynaklandığını söyleyebiliriz. Bir diğer deyişle, 12 Eylül, sâdece bir askerî darbe olmakla kalmamış, Türkiye’deki demokratikleşme sürecinin önüne aşılması çok da kolay olmayan engeller yerleştirmiştir. Kısaca özetlemeye çalışalım.
12 Eylül, Türkiye’de demokratik siyasetin alanını daraltmak istemiş, bunun için çeşitli gerekçelere dayanmaya çalışmıştır. Bu gerekçelerden ilki, 12 Eylül darbesine giden süreçte Türkiye’de koalisyon hükûmetlerinin bir siyasî mecburiyet olarak ortaya çıkmış olmasıdır. Tek-parti döneminin “bu milletin siyasî fırkalardan çok canı yanmıştır” mealindeki deyişini hatırlatan bir biçimde, “koalisyonlardan çok çektik” gerekçesiyle, siyasî partiler ve seçim sistemi ile ilgili kurumsal düzenlemelerde mümkün olduğunca tek-parti hükûmetini ortaya çıkarma hedefine yönelinmiştir. Bugün hâlâ seçim sistemimizdeki demokratik adâlet duygusunu zedeleyen yüzde 10’luk ülke barajı uygulaması bu anlayışın kalıntısıdır.
Aynı anlayış doğrultusunda, 12 Eylül rejiminin kendi algısına göre tespit ettiği “istikrar” uğruna siyaset alanına getirmek istediği ikinci önemli kısıtlama, siyasî çoğulculuğun sınırları ile ilgilidir. Bu bağlamda 12 Eylül rejimi, siyasî partiler arasındaki farklılıkları ve dolayısıyla siyasetin alanını iktisâdî politikalara indirgemek istemiştir. Darbe liderinin deyişiyle ve mealen “biri biraz daha devletçi, diğeri biraz daha serbest piyasa yanlısı” iki parti arasında siyasî iktidarın el değiştirmesine göre şekillenen bir siyasî model Türkiye için ideal olarak görülmüştür. Böyle bir model, ancak siyasî partiler ve daha genel olarak da tüm toplumsal örgütlenmeler ile ilgili olarak ideolojik kısıtlamaların getirilmiş olması ile gerçekleştirilebilirdi ki, 12 Eylül rejiminin hukukî belgesi olan 1982 Anayasası ile Siyasî Partiler Kanunu bunun en belirgin ifadeleridir. Dolayısıyla, 1982 Anayasası döneminde 18 siyasi partinin çağdaş insan hakları ve demokratik çoğulculuk normlarına uygun olmayan bir biçimde Anayasa Mahkemesi tarafından kapatılmış olması ve son yıllarda yaşanmakta olan parti kapatma davaları da, 12 Eylül rejiminin niteliği ve nasıl devam etmekte olduğunun göstergesidir.
12 Eylül rejiminin siyaset alanına getirmek istediği bu daraltma, insan hakları ve temel hürriyetler açısından da geçerlidir. Sadece anayasa düzeyindeki normlarda değil, kanun ve daha alt seviyedeki normlarla, yukarıdan aşağıya, hiyerarşik ve merkeziyetçi bir kontrol mekanizması oluşturmak suretiyle, toplumun yerel yönetimler, sendika, vakıf, dernek, üniversite ve diğer örgütlü kanallar üzerinden siyasete aktif katılımının engellenmesi 12 Eylül rejiminin üçüncü belirgin niteliği olmuştur. Bütün bu rejim özelliklerini hem meşrulaştırmak ve hem de pekiştirmek üzere, “Atatürkçülük” müracaat edilen bir ideolojik zemin hâline getirilmek istenmiştir. Bu çerçevede, tüm hukukî-siyasî ve toplumsal kurumlar, 12 Eylül rejimi tarafından yorumlandığı biçimiyle “Atatürk ilke ve inkılâpları” veya “Atatürkçü düşünce sistemi” adı altında tespit edilmek istenen bir “resmî ideoloji”ye göre biçimlendirilmek istenmiştir. O kadar ki, Atatürkçü olduklarından şüphe dahi edilemeyecek kimseler bile, 2000’li yıllarda yeni bir anayasa tasarımına girişirken, anayasa ve hukuk düzenindeki “Atatürk ilke ve inkılâpları” kalıbını 12 Eylül zihniyetinin kalıntısı olduğu gerekçesiyle değiştirmeye yönelmişlerdir.
12 Eylül rejiminin ayrıntıları uzun uzadıya sergilenebilecek bu özellikleri, bir diğer unsurla daha pekiştirilmiştir. Bu da, aslında tarihî kökleri çok daha eskilere uzanan, devleti onun gerçek sahiplerinin koruyuculuğuna teslim etme anlayışının yeni bir tezahürüdür ki günümüzde daha ziyâde “vesâyetçilik” olarak eleştirilip aşılmak istenmektedir. 12 Eylül rejimi, kendi kurduğu yeni anayasa düzenini, bu düzen içinde yer verdiği son derece dar siyaset anlayışını ve halkın siyasete katılımı ile ilgili kanalları tıkamış olma özelliğini, kendi anladığı biçimiyle, “Atatürkçü Cumhuriyet”in en değişmez nitelikleri olarak görmüş ve bunu korumak için etkili bir vesâyet sistemi kurmuştur. 28 Şubat 1997 süreci, eski Cumhurbaşkanı Sezer’in son yıllarında sergilediği tavır, 27 Nisan 2007’de başlayan e-muhtıra ve ardından Anayasa Mahkemesi’nin “367”, “başörtüsü” ve “AK Parti’yi kapatmama ama mahkûm etme” kararları, hep bu sistemin tezahürleri olarak okunmalıdır. Bu okuma üzerinden değerlendirildiğinde, 12 Eylül rejiminin daha demokratik bir Türkiye yönünde tasfiye edilmesi anlamını taşıyan Anayasa ve diğer hukuk reformlarıyla belirgin bir aşama kat etmiş olan sürecin duraklaması ve geriletilmesi anlamına gelebilecek olan gelişmelerin, demokratik bir Türkiye isteyen kesimler için kaygı verici olmaması düşünülemez. Türkiye’de, 12 Eylül rejimi, aslında demokrasiye yönelik en önemli tehdidin doğrudan veya dolaylı askerî darbe veya müdahale yoluyla oluşabilecek bir diktatörlükten geldiği, tarihin açıkça gösterdiği bir olgudur. Hâl böyle iken, son bir-birbuçuk yıldır Türkiye’de rejim tehlikesi edebiyatı yapanların tehlikeyi “seçim”de ve dolayısıyla demokratik süreçte görmek ve öyle göstermek istemeleri, halk desteğiyle iktidara gelmiş bir faşizm tecrübesi geçirmemiş bir toplumda, anlaşılabilir bir husus değildir. Hakîkaten, Türkiye’de demokratik süreç askerî darbe ve müdahalelerle veya müdahale girişimleriyle defalarca kesintiye uğramış veyâ dumura uğratılmıştır. Dolayısıyla, Türkiye’de demokrasiye yönelik bir tehdit aranıyorsa, bu herhâlde demokratik siyasî süreçte değil, bu sürece dışarıdan müdahale etmek isteyen demokrasi dışı güçlerde aranmalıdır ki, bunların başında da, 12 Eylül rejiminin tahkim ettiği vesâyet makamları gelmektedir. Ümidimiz, 12 Eylül yıldönümünün bunu hatırlamamıza vesile olmasıdır.
Zaman, 11.9.2008
|
Prof. Dr. Levent Köker
12.09.2008
|
|
|
“Ben kimim, beni kim dizayn etti?” |
Kozmos’un, yani kâinatın sırlarını çözmeye başladılar bilim adamları.. Düşünebiliyor musunuz bu projenin muhteşemliğini? Kâinatın nasıl oluştuğunu bilebilmek çok heyecan verici değil mi?
Düşünmeye çalışın lütfen; 13 milyar yıl önceki o muazzam patlamadan hemen saniyeler sonrası ne oldu? Hangi parçacıklar maddeye kitle kazandırdı? Kâinatın oluşumu nasıl başladı, nasıl genişledi ve nasıl hâlâ genişlemeye devam ediyor?
İnsan kendisini nasıl oluştuğunu da öğrenecek sonunda.. Tanrı’nın bunun nasıl yaptığını bulacak.. Hiçbir şey gizli kalmayacak gelecekte.
Bundan 100 yıl sonra yaşayacak olanlar, bugün bizlerin bilmediği pek çok yeni araç kullanacak.. Bizlerden çok daha bilgili olacaklar.. Belki “başka boyutlarda da yaşamaya başlayacak insanlar. Neden olmasın?” 100 yıl sonra olmazsa 200-300 yıl sonra bu mutlaka olacak. Daha şimdiden bilim dünyası “paralel boyutları konuşuyor..” Bundan en ufak bir şekilde şüphe etmeyin lütfen.. Olacak bunlar..
Acayip heyecanlıyım değerli okurlarım... Şuna inanıyorum ki, bilim dünyasının attığı bu müthiş adım bize sonunda şu soruların da cevabını da getirecek: “Ben kimim? Beni kim böylesine muhteşem bir şekilde dizayn etti?”
Akşam, 11.9.2008
|
Sedat Sertoğlu
12.09.2008
|
|
|
Hap kadar çocuklara askerlik yaptırıyorlar! |
Milli Eğitim Bakanı, “serbest kıyafete” karşıymış. Yeni giysilerle çocuklar kendilerini rahat hissedeceklermiş ama “disiplinden de taviz verilmeyecekmiş” ...
Aman, sakın vermeyin! Diziplin und Ordnung!
(...)
Askerde canın isteyince yaka düğmesi açmak yasaktır, bilirsiniz, düğme emirle açılır, emirle iliklenir.
Tamam da, biz Bursa Işıklar Lisesi’nden değil, herhangi bir ilçenin herhangi bir dandik okulundan sözediyoruz...
Sivil öğrenci mi yetiştireceksiniz, askeri okul sınavına aday mı?
Üstelik serbest kıyafetle okula gelmek, velilerin elbise masrafını dört kat arttırıyormuş.
Ceket kravat ucuz, semt pazarından bir blucinle bir tişört, kışın da bir kazak, dört misli pahalı demek ki.
Fransa, Almanya, İspanya yoksul oldukları için oralarda okul kıyafeti diye bir şey yok, “disiplinsiz ülkeler” oldukları için de çocuklar okula “rengârenk” gidiyorlar demek ki. Bir sabah herhangi bir Paris ilkokulunun kapısında durun bakın, aynı şeyi giymiş, aynı renge bürünmüş iki çocuğa rastlayamazsınız.
Zarar yok, biz Avrupa Birliği’ne girdiğimiz zaman onları da “zapt-ü rapt” altına alırız icabında!
Hatta şimdiden başladık bile... Aday olduk ya, şunlara şimdiden çeki düzen verelim: Didim’de bir okul varmış, bu okula çevreye yerleşmiş İngiliz ailelerinin çocukları da gidiyorlarmış. Tam otuz sekiz İngiliz yumurcağı.
Davis Bradley adında bir yumurcak törende direğe Türk bayrağı çekiyor, Paige Clarke adında bir yumurcak İstiklal Marşı söylüyor.
Bununla da kalmıyorlar, tam otuz sekiz İngiliz çocuğu hep bir ağızdan haykırıyor: Türk’üm, doğruyum, çalışkanım, yasam, küçüklerimi korumak, büyüklerimi saymak, yurdumu, milletimi özümden çok sevmektir. Ülküm yükselmek, ileri gitmektir. Varlığım Türk varlığına armağan olsun!
“Bizden sonra” bunu azıcık değiştirmişler, birşeyler daha eklemişler galiba, Atatürk’e de gösterdiği yolda yürüneceğine dair söz veriliyor. İngilizler Atatürk’ün yolunda yürüyecekler, ilk fırsatta Kraliçe’yi de alaşağı edecekler herhalde.
Eh, hap kadar İngiliz çocuğunun varlığını Türk varlığına armağan etmeyi başarmış olan bizler mi, girince, Avrupa Birliği’nin içine edemeyeceğiz?
İyi dersler arkadaşlar!
Sabah, 11.9.2008
|
Engin Ardıç
12.09.2008
|
|
|
Bediüzzaman ve Gönenli Hoca |
Burada (Denizli hapsinde) Bediüzzaman Hazretleri de bulunmaktadır. Gönenli gelince:
-Hoş geldin Mehmet Efendi, hoş geldin. Kardeşim sen burada lazımdın. Bir imamımız yoktu. Allah onu da gönderdi. Kardeşim Mehmet burada büyük hizmet var. Burası medrese-i Yusufiye, diye karşılar.
Bediüzzamanla sık sık görüşür. Mahkemeye gidip gelirler, beraber kelepçelenirler. Bazen Bediüzzaman’a Kur’an okur.
Altı-yedi ay sonra mahkemede ikisi de suçsuz bulunur, beraet eder. Gönenli ; “Ona çok şey borçluyum. Cesaret ve kuvveti kendisinden aldım.” der. Bediüzzaman da: “Biz Kur’an’ın manasına çalışıyoruz. Gönenli Mehmet Efendi ise lafzına çalışıyor. Onun talebelerini kendi talebelerim gibi Nur talebesi olarak kabul ediyorum.” demiştir. Hapishane hatıralarını yâd ederken: “Ben bu dünyayı ne kadar anladım? Sıkıntılarımı, hapishanede bulunuşumu size ders olsun diye anlatıyorum. Bunların 24 saatinin sevabını bize ver de dünya dolusu altın verelim deseler, vallahi vermem. Onlar bana Rabbimin tesellisi” demiştir.
Millî Gazete, 11.9.2008
|
Osman Toprak
12.09.2008
|
|
|
Yaratıcı Kudrete tanıklık |
Kur’an-ı Kerim’de Allah’ın önce “gökleri” yarattığını, daha sonra yeryüzünü düzenlediği, onda dağları varettiği ardından atmosferi düzenlediği, en sonra da canlıları var ettiği bildirilmektedir. Aynı şekilde, Kuran ayetleri Allah’ın evrendeki tüm varlıkları sürekli yönettiğini bildirmektedir:
“Şüphesiz Allah, gökleri zeval bulur diye sürekli (her an kudreti altında) tutuyor… !” (Fatır, 41) Allah yedi göğü ve yerden de onların benzerlerini yarattı. Emir, bunların arasında durmadan iner….” (Talak, 12) “Geceyi, gündüzü, güneşi ve ayı sizing emrinize Verdi. Yıldızlar da O’nun emriyle emre hazır kılınmıştır… (Nahl, 12)
Evrenin genişlemesiyle ilgili olarak da Kur’an’da şu ifade geçer: “Biz göğü ‘büyük bir kudretle’ bina ettik ve şüphesiz. Biz, (onu) genişleticiyiz.” (Zariyat, 47)
Bütün bu tartışmalar, araştırmalar, çabalar, merak ve keşifler, Allah’ın yaratıcı kudretine tanıklık etme arayışından başka bir şey değil. Bu yönüşle CERN’deki çalışma, müthiş heyecan verici! Olumlu ve olumsuz sonuçları da. Belki de hiç tahmin etmediğimiz, deneyi yapanların bile öngöremediği sonuçlar çıkacak, evrenin sırlarına ulaşmada yepyeni ufuklar açılacak.
Mesela bazıları, burada ulaşılan hızın, maddi olmayan varlıklar alemine ulaşmanın kapılarını açabileceğini bile söyleyebiliyor. İnsanoğlu’nun cinlerin ve başka varlıkların hızına erişebileceğini öngörebiliyor.
Sonuçlarını merakla bekliyoruz.
Yeni Şafak, 11.9.2008
|
İbrahim Karagül
12.09.2008
|
|
|
|