|
|
|
Demokratik reformcu muhalefet yoksa |
Bir kez daha etkili bir demokratik-reformcu siyasi muhalefet yokluğunun getirdiği yoksunlukla karşı karşıyayız. Medya patronluğu ile iktidar arasındaki kavga bunun yeni göstergesi. Herkes birbirinin kirli çamaşırlarını döküyor orta yere ve ardında devlet üzerinden giden bir rant kavgası olduğu çıkıyor yani malumun ilâmı. Kirli çamaşırların ortaya dökülmesi kaçınılmaz, eski sistemin çivisi çıktı; artık kimse dünkü gibi “siyaseti yıpratmayalım, askeri yıpratmayalım, basını yıpratmayalım” diyemiyor, dese de etkili olamıyor; diş macunu tekrar tüpe giremiyor, erimiş kumaş dikiş tutmuyor, her gün bir yerden gidiyor, eskimiş dünkü düzen kendini koruyacak mekanizmalarını da işletemiyor. Ergenekon dosyası çıkar ilişkileri ile örülmüş siyasi çürümüşlüğü döktü ortalığa, üstelik daha her şey gideceği yere kadar gidebilmiş de değil. Şimdi ise siyasi iktidar ve medya ile ilgili dosyalar çıkıyor ortalığa. Ama onlar da gitmesi gereken yere kadar gitmeyecek, gidemeyecek. Kirli çamaşırların ortaya dökülmesi iyidir ve kaçınılmazdır ama kirlilik orta yerde durup duruyorsa yayılan koku belki alışık oldukları için sahiplerini rahatsız etmez, etmeyebilir ama temiz toplum bekleyenleri eder.
Maalesef 2005 yılında AK Parti iktidarı AB sürecinde değişimin frenine basarak en tehlikeli işi yaptı. O zamanda çok söylendi reform sürecinde durmak tehlikelidir diye. Kaygan zeminde durursanız düşersiniz diye yazdık. Ama aynı zamanda demokratik etkili bir muhalefet yokluğuna işaret ettik hep. Bu yoksa iktidarda kim olursa olsun reform sürecinin yarattığı, iktidarın kendi içinden de gelen reform karşıtı dirençleri kırmak neredeyse olanaksız olur. Siyasi iktidar açısından ise risk almaktansa iktidar nimetleri daha cazip hale gelir, çürüme başlar.
Şaşılacak bir şey, bir yandan Cumhurbaşkanı Gül’ün başarılı bir dış politika atağı oluyor, tüm dünya bunu konuşuyor ama Başbakan ise sanki muhalefet partisiymiş gibi medyaya saldırarak gündemi değiştiriyor, kendi kalesine gol atıyor. Türkiye dışta giderek düşmansızlaşıyorken içeride ise tersine kılıçlar çekiliyor. Güneydoğu da savaş sürüyor, Kürt sorununda barışçı çözümün lafı bile edilmiyor, ölümlerin olmadığı gün yok neredeyse, fakat önemsenmiyor, bir keçeleşme, duyarsızlaşma, alışma hali var. Kısaca durumda akla ziyan bir tuhaflık var.
Aslında bu tuhaflık anlaşılmaz değildir. Türkiye “araf”ta duruyor. Demokratik reformlar yönünde adımlar atılmış ise de hepsi yarım. Türkiye henüz yapısal bir dönüşüm geçirebilmiş değil. Stratejik mekanizmalarda değişim başarılabilmiş değil. Ekonomide yapısal değişim yönünde önemli adımlar atıldı ama hâlâ devlete dayanan rantiye ekonomi varlığını hissettiriyor . Rekabetçi bir ekonomide ve demokratik saydam bir toplumda ne tekelci medya patronluğuyla birleşmiş finansal bir güç olabilir, ne din duygularını ranta dönüştürmek, ne rantçı belediyecilik ne de dünyanın başka bir yerinde örneği var olmayan OYAK gibi askeri-finansal bir tekel. Bunların hepsi varsa, varlığını duyuruyorsa bunun gösterdiği şey bizde devlet tekelinin ideolojik kerteye kadar varan muazzam gücüdür.
Bu nedenle eski bürokratik, devletçi yapı çok yavaş, çok sancılı çözülüyor. Demokratik etkili bir muhalefetin olmayışı sancıyı daha da artırıyor ve hatta durumu vahim kılıyor. Şaşmamak elde değil; karşımızdaki tablo yani bürokratik merkezci devlet tekelinin ekonomik, siyasi ve ideolojik olarak gücü böylesine ortada iken, bu derin köklerin her gün yeni bir örneğine tanık olunuyorken hâlâ sol içinde bile liberalizmden, liberalleşmeden, liberal ekonomiden, AB’den korkanlar var. Sanki ha deyince Türkiye liberalleşebilirmiş, ha deyince liberal demokrasi olabilirmiş gibi. Oysa korkulması gereken geriye dönüştür, siyasi restorasyon rejiminin inşasıdır. Bu tehlike bütün güçleriyle birlikte ortada.
2005 yılına kadar az çok yolunda giden demokratik reformlar demokrasi güçlerinden çok statükocu güçleri uyandırdı, bu değişim süreci böyle giderse kendileri için nelere malolacağını çok iyi görmüş oldular. Sonraki gelişmelerde derslerine iyi çalıştıklarını da gördük. İş, AK Parti iktidarının başını giyotinde tutmayı becermeye kadar vardı. Bu tehlikeyi gören veya sezen AK Parti hızlanmak yerine 2005’te frene bastı, ama kaçınılmaz kaderinden kurtulamadığı gibi ona doğru kayışını daha da hızlandırdı.
Fakat bu kötüye gidişte asıl önemli olanı AK Parti iktidarına muhalefet olarak, devletçi, statükocu, restorasyoncu değil demokratik-reformcu bir siyasi muhalefetin ortaya çıkamayışı oldu. Son olaylarda bu boşluğu bir kez daha yaşıyoruz. Kirli çamaşırların ortaya dökülmesi iyi de kim temizleyecek?
Referans, 10.9.2008
|
Nabi Yağcı
11.09.2008
|
|
|
Miniminiler sivildirler |
“Forma” denilen saçmalık önümüzdeki yıl ortadan kalkacakmış. 2009/2010 ders yılında artık “mavi önlük” olmayacak. Eskiden siyahtı bu önlük, sonra reform yapıldı, önlüğün rengi “yumuşatıldı”, maviye geçildi, artık hepten tarihe karışacak.
Neden bu hafta kalkmamış da gelecek yılın eylül ayı bekleniyor, bu meretin de “geçiş dönemi” mi var? Alıştıra alıştıra mı uygulanıyor? Burada da mı “uyum yasası” geçerli yahu, Hüseyin Çelik açıklasa da öğrensek.
Çocuklara “forma” giydirilmemesini yıllardır savunurum, sonuç almak bir gazeteci ve yazar için en büyük ödüldür. Kıvanç duyarım. Bana Pulitzer vereceklerine uyarılarıma kulak versinler, başka şey istemem. Çünkü, Heinrich Böll’ün bir öyküsünde dediği gibi, çocuklar da sivildir efendiler!
“Şeker de yiyebilsinler” lafazanlığından önce “özgür yetişebilsinler” sloganı atılsaydı keşke...
İster rengi kara olsun ister mavi isterse açık siklamen, hap kadar çocuklara forma giydirmenin gerekçesi bol keseden uydurulmuştu: Sınıf farklarını ortadan kaldırıyormuş (çünkü yerseniz imtiyazsız, sınıfsız, kaynaşmış bir kitle olduğumuzdan, sınıf farklarının öyle kabak gibi gösterilmemesi gerekiyordu), çocuk düşe kalka oynadığından üstünün başının kirlenmemesi sağlanıyormuş, annelere de kolaylıkmış, falan filan...
Hiçkimse “çocukları daha bu yaştan tornaya sokmak, hepsini bir örnek yetiştirmek, robot yaratmak istiyoruz” diyemiyordu!
(...)
Avrupa Birliği onların “özgür bireyler” olarak yetişmelerini ister, İsmet Paşa Türkiyesi’nin şapşallaştırılmış gençliği gibi değil.
Türkiye, “muasır medeniyet seviyesine” istese de gelecektir, istemese de.
“Faşist ve komünist spor gösterileri” de tarihe karışacaktır günün birinde.
Fakat şimdilik kör topal gidiyor gene: Mavi önlük kalkacakmış ama erkek çocuklar beyaz gömlek, lacivert pantolon, kız çocuklar beyaz bluz, lacivert etek giyeceklermiş! Bir adım atılacak ama ille korka korka ve eksik atılacak, öyle mi?
Çocuğu okula mı gönderiyoruz, er eğitim alayına mı? Ben oğluma gri pantolon, kızıma da blucin giydireceğim bugün, yarın da yeşil pantolon giyer, anası onu ütülemiş, kime ne yahu?
Biz Galatasaray’da tam on iki yıl “kafamıza göre” giyindik, işte bu yüzden de bizi hiçkimse tornaya sokamadı, hiçbir dümeni yutturamadı. Darısı bütün Türk çocuklarının başına. Ama, fazla da sallanmadan, Sayın Çelik...
Sabah, 10.9.2008
|
Engin Ardıç
11.09.2008
|
|
|
Toptan Başbuğ’a ne diyor? |
Geçtiğimiz hafta Genelkurmay Başkanımız Sayın İlker Başbuğ Diyarbakır’a gitti, bu kentimizde kendi seçtiği sivil toplum örgütleriyle görüştü, adeta bir parti lideri gibi davrandı, ‘Diyarbakırlıların tümünü çok seviyoruz’ gibi beni çok şaşırtan bir ifade kullandı; bu ifadenin beni çok şaşırtan tarafı bir bürokratın bu tür söylemlere girmesi ve ister istemez aklıma takılan konu şayet Sayın Başbuğ mesela Tekirdağ’a da giderse ‘Tekirdağlıların tümünü çok seviyoruz’ gibi bir ifade kullanıp kullanmayacağı.
Bugün üzerinde durmak istediğim esas konu ise Sayın Başbuğ’un başka bir ifadesi ve yine Diyarbakır’da bir STK ziyaretinde Genelkurmay Başkanı’nın ‘genel ve kısmi affın asla gerçekleşmeyeceği’ hakkındaki demeci.
Bendeniz de bir yurttaş olarak ceza kanunları çağdaşlaştığı ve orantılı, adil olduğu ölçüde her türlü affa kişisel olarak karşı bir kişiyim ama bu benim sadece kişisel bir düşüncem.
Anayasamızda af yetkisi, Cumhurbaşkanı’nın özel af yetkileri dışında, tümüyle TBMM’nin yetki alanı içinde ve kimsenin, buna askerler de dahil, önceden ipotek koyma hakkı olabilmesi mümkün değil.
Gazetelere yansıdığı kadarıyla Sayın Başbuğ, Diyarbakır’da yaptığı konuşmada şahsi düşüncelerini bir yurttaş olarak ifade etmenin çok ötesine geçiyor, kısmi ya da genel affın gerçekleşmesinin mümkün olmadığını söylüyor ve olağan çağdaş demokrasilerde TBMM’nin tekelinde olması gereken bir konuya müdahale ediyor.
Genelkurmay Başkanlarının geçmişte de hukuk devletlerinde, olağan çağdaş demokrasilerde alışık olunamayacak ifadelerine çok şahit olduk ama bu durum anormallikleri benimsemek ve kabullenmek anlamına gelmemeli.
Sayın Köksal Toptan’ın, TBMM Başkanı olarak, TBMM’nin bir inhisar alanına bu doğrudan müdahale hakkında ne düşündüğünü çok merak ediyorum ve hala bir resmi açıklamayla bu ifadeyi TBMM ve tüm seçmenler adına kınamasını bekliyorum.
Aslında olağan demokrasilerde bu tür demeçlere tepki vermesi, yani Sayın Başbuğ’un TBMM’nin bir inhisar konusuna doğrudan müdahalesini kınaması gereken sadece Meclis Başkanı da olmamalı, TBMM’de grubu bulunan tüm partiler ortak bir açıklamayla, genel ve kısmi af meselesine radikal bir biçimde karşı dahi olsalar, kendilerini seçmenlerinin hakkını korumak mecburiyetinde hissetmelidirler.
Bu konu ve benim bu yorumumun askeri eleştirmekle uzaktan yakından bir ilişkisi yoktur; dile getirmeye gayret ettiğim konu sadece sistemin, demokrasimizin, hukuk devletimizin (!!!) normalleşmesi, TBMM’nin yani yurttaş tercihlerinin bu alanlarda üstünlüğünün ortaya konulmasıdır.
Bunu ilk planda yapması gerekenler de herhalde öğretim üyeleri, gazeteciler değil TBMM Başkanı ve TBMM’de temsil edilen tüm siyasal hareketlerin, konuya ilişkin tavırları ne olursa olsun, sözcüleridir.
Star, 10.9.2008
|
Eser Karakaş
11.09.2008
|
|
|
Ergenekon savcısı susturulacak mı? |
AKP’nin kapatılmamasından sonra, muhaliflerin de arada kaynadığı Ergenekon davasının ağır ağır savsaklanacağını defalarca yazdım.
Hatta, ramazan bayramına kalmaz içerideki Eruygur ve Tolon paşaların da serbest bırakılmasını beklediğimi açık açık ifade ettim. Ağır ağır sinyalleri gelmeye başladı.
Gerçi Adalet Bakanı M. Ali Şahin, önce “inceleme var” deyip sonra “soruşturma yok” dedi ama Ergenekon savcılarının şimdiden “psikolojik baskı” altına girdiklerini söylemek çok zor değil. Şahin aslında çelişkili konuşmadı. “inceleme” ayrı “soruşturma açılması” ayrı! Ama zaten “inceleme var” duygusu bile savcıya yeter de artar.
(...)
Bir yığın gereksiz detayla boğulan Ergenekon iddianamesinde “savcıya inceleme de başladıysa” işin özü yine kaçacak demektir. İşin özü, Susurluk’un askeri ayağı! Geçmişte de üzerine gidilemedi, şimdi de karman çormanlık yüzünden arada yine kaynayacak.
Bugün, 10.9.2008
|
Hakan Aygün
11.09.2008
|
|
|
|