Avrupa Birliği’ne uyum çalışmaları çerçevesinde hazırlanan yeni Ulusal Programla ilgili açıklamalardan da anlaşıldığı gibi, hükümet geçen yılki ‘sivil anayasa’ girişiminden vazgeçmiş bulunuyor. Bu, benim, Anayasa Mahkemesi’nin AKP’yi kapatma davasında verdiği karar sonrasına ilişkin öngörülerime maalesef uygundur. Keşke Türkiye’nin ‘gerçekleri’ böyle olmasaydı!
Öyle anlaşılıyor ki, önümüzdeki dönemde Anayasada yapılacak olan değişiklikler Ulusal Programda öngörülen yasal düzenlemelerin sadece bir kısmına anayasal dayanak sağlama ihtiyacıyla sınırlı olacaktır. Ne var ki, Türkiye’nin o değişikliklerden sonra bile köklü bir anayasal yenilenmeye olan ihtiyacı varlığını koruyacaktır.
Bu arada, Türkiye’nin daha özgür ve demokratik bir ülke olmasının sadece anayasal ve yasal düzenlemelerle gerçekleşebilecek bir şey olmadığının elbette farkındayım. Bu meselenin iktisadi, kültürel ve zihniyetle ilgili boyutları da vardır ve özellikle bu son ikisi bugünden yarına değişebilecek şeyler değildir. Kolayca değişmeyecek bu unsurların başında da yargıya, medyaya ve akademyaya hakim olan zihniyet gelmektedir. Malum, bizim ‘hukuk-mukuk dinlememe eğiliminde olan’ bir yargı teşkilátımız, ‘demokrasi sevmeyen’ bir medyamız ve ‘darbe-sever’ nice profesörlerimiz var.
Anayasa meselesine geri dönersek: Sahici bir anayasal yenilenme, geçen yazıda işaret ettiklerim yanında, daha pek çok konunun anayasal düzeyde yeniden ele alınmasını gerektiriyor. Her şeyden önce, 1982 Anayasası’nın arkasında yatan, neredeyse bütün toplumsal hayatı anayasal olarak düzenleme tutkusundan vazgeçilmelidir. Gerçekten de, yürürlükteki anayasanın bu kadar uzun olması anayasa yapma tekniğinin zorunlu bir sonucu olmayıp, doğrudan doğruya, devlet seçkinlerinin toplumu devletin vesayet veya kontrolü altına alma arayışlarının ürünüdür.
Şimdi, bu yazının sınırlarının elverdiği ölçüde, anayasanın normatif içeriğiyle ilgili olarak bellibaşlı noktalara işaret etmek istiyorum: İlk olarak, muhtemel bir yeni anayasada yürürlükteki Anayasanınkine benzer bir ‘Başlangıç’ kısmı yer almamalıdır. Böylesine ideolojik olarak tarafgir -’yüce Devlet’ten ve milliyetçi-korporatizmden yana- bir Başlangıç ve ‘Cumhuriyetin nitelikleri’ arasında ona atıf yapan bir anayasa medeni toplum olmanın ihtiyaçlarıyla uyuşmuyor.
Bunun gibi, ‘Türkiye Cumhuriyeti’nin adını yer yer ‘Türk Devleti’ olarak değiştiren, vatandaşlığı etnik (Türkçü) imalarla tanımlayan ve anadilleri Türkçe olmayan vatandaşlarının anadillerini ‘hükümsüz kılan’(!) bir anayasayı olduğu gibi muhafaza etmek çok-dilli ve çok-kültürlü bir Türkiye gerçeğine açıkça meydan okumaktır.
Ayrıca, demokrasinin ‘vazgeçilmez unsurları’ olarak nitelediği siyasi partilerden kolayca vazgeçilmesi için yine kendisi mebzul miktarda malzeme sağlayan bir anayasa ayıbından da kurtulmamız gerekiyor. Siyasal alanı láikçi-milliyetçi devlet ideolojisinin cenderesine sıkıştıran bir anayasayla, şimdiye kadar pek çok kere gördüğümüz gibi, demokrasi olmuyor.
Nihayet, MGK’sı, özerk Genelkurmayı ve sivilleri de yargılayabilen askeri mahkemeleriyle, demokratik siyaset üstündeki askeri vesayeti kurumsallaştıran bir anayasa da AB’ye tam üyelik için uğraşan bir ülkeye yakışmaması bir yana; ondan da önce ‘Türk milleti’nin onurunu zedeliyor. Esasen, askeri vesayetle kayıtlı bir egemenlik bizatihi Anayasa’nın ‘kayıtsız-şartsız egemenlik’ formülüne ters düşüyor.
Hasılı, Türkiye’nin yeni bir anayasaya olan ihtiyacı devam ediyor.
Star, 28.8.2008
|