Aynı gönülde barınması imkânsız iki sevda...
Biri diğerinin önünü kesmeye mahkûm iki heves...
Biri bitmedikçe diğeri başlayamayacak olan iki ilişki...
Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne tam üyelik hedefiyle, ‘nevi şahsına münhasırlık’ iddiası arasındaki çelişki tam da böyle tarif edilebilir.
Son kullanım tarihinin çoktan geçtiğini nedense bir türlü idrak edemediğimiz “...ama bizim kendimize özgü koşullarımız var” mazereti, Avrupa Birliği’ne uzanan yolda karşımızdaki en büyük engel belki de.
Üye ülkelerle aramızdaki iktisadi mesafeyi kapatmak da, Avrupa’da mevcut kültürel önyargıları aşmak da zaman içinde mümkün...
Ama zihniyetimizdeki “nevi şahsına münhasırlık” engelini ve bunun siyasi sistemimizdeki tezahürlerini aşamadıkça “Avrupalı” olamayız, olmayacağız.
Bu tezahürlerin başında, sivil-asker ilişkileri geliyor.
Türkiye, sivil-asker ilişkilerini “sil baştan” yeniden düzenlemedikçe Avrupa Birliği’nde kabul görmeyecek.
***
Avrupa Birliği hevesini yaklaşık üç yıldır derin dondurucuya kaldırmış izlenimi veren AKP hükümeti, kapatma davasının “hayırlısıyla” bitmesi ardından bu konuda önemli bir adım atarak, üyelik sürecinde “yol haritası” işlevi gören Ulusal Programlar'ın üçüncüsünü açıkladı.
Metinde, önceki iki Ulusal Program’da yer verilmeyen bir başlık var:
“Sivil-Asker İlişkileri...”
(...) bu başlıktaki dört önemli vaadi kısaca şöyle sıralayabilirim:
Türk Silahlı Kuvvetleri’nin harcamalarının demokratik denetimi...
Askerî mahkemelerin görev ve yetkilerine demokratik sınırlar getirilmesi...
İç güvenlik hizmetinin sivil iradeye tabi kılınması...
Ve Milli Güvenlik Kurulu’nun, sivil yönetimin emrinde bir danışma organı olmaktan öte işlev üstlenmemesi...
Bu dört vaatten sonuncusu, gerçekleştirilmiş bir reformun etkin şekilde uygulanmasını öngörüyor; ilk üçüyse henüz hayata geçmemiş temel reformlara işaret ediyor.
Bu üç reformun gerçekleştirilmesi şu anlama gelecek:
Askerî mahkemelerin, sivilleri yargılamaya yönelik her türlü yetkisi kaldırılacak; sadece askerlik işleviyle ilgili davalara bakmakla sınırlandırılacaklar...
Ayrıca, askeriyenin harcamaları üzerinde Meclis’in ve Sayıştay'ın denetimi esas olacak; savunma bütçesi şeffaflaşacak, ve vergilerimizle bu bütçeyi karşılayan bizler paramızın nereye harcandığını bileceğiz...
Dahası, iç güvenlik hizmetinin sivil iradeye tabi kılınması için Jandarma’nın doğrudan İçişleri Bakanlığı’na bağlanması gerekecek...
***
AKP hükümetinin, bu reformları hayata geçirmek için ciddi çaba göstermesi ve Türkiye’nin, Avrupa Birliği üyelerindekine eş bir demokrasi olmayı hak ettiğine inanan bütün siyasetçilerin, askerlerin, sivil toplum ve medya temsilcilerinin, hükümeti bu çabada desteklemesi gerek.
Ancak, son tahlilde, Türkiye’yi sivil-asker ilişkileri bakımından “nevi şahsına münhasır” bir ülke olmaktan çıkarıp bir Avrupa demokrasisine dönüştürmeye yönelik bu çabanın hedefine ulaşması için, bence biraz daha “somut” konuşmalıyız.,
İç güvenlik hizmeti üzerinde sivil denetim sağlanması, Jandarma’nın Fransa’daki gibi İçişleri Bakanlığı’na bağlanmasını şart kıldığına göre, Ulusal Program’ın yapmadığını yapıp, bunu bu açıklıkla söyleyebilmeliyiz örneğin.
Ve yine, askerî bütçenin denetimi için gerekli adımın adını koyabilmeliyiz.
Türk Silahlı Kuvvetleri’nin yaptığı harcamaların hesabını, parlamenterlere ve onlar üzerinden halka vermesi gerektiğini savunuyorsak, bunun ancak tam bir şeffaflaşma ile mümkün olduğunu ifade etmeliyiz.
Böyle bir şeffaflaşmanın, Meclis ve Sayıştay denetiminin kâğıt üzerindeki varlığıyla garantilenemeyeceği aşikâr.
Genelkurmay’ın hem Savunma Bakanlığı’ndan hem bağlı olduğu Başbakanlığın bütçesinden, hem de Özel Kuvvetler için yapıldığı gibi İçişleri Bakanlığı’ndan fonlandırılmasına son vermek şart.
Bunun en sağlam yolu, Genelkurmay Başkanlığı’nı doğrudan Milli Savunma Bakanlığı’na bağlamak; bütün askerî harcamalara, tek bir başlık altında, Milli Savunma bütçesi dahilinde yer vermektir.
Askerî harcamalar, bütün kalemleriyle hükümetin bilgisine, Meclis’in onayına ve seçmenin denetimine ancak bu şekilde tabi kılınabilir.
***
Siz, hiç NATO savunma bakanlarının toplantısını izlediniz mi?
İttifak ülkelerinden bakanların, beraberlerinde (ve protokol gereği bir adım arkalarında) genelkurmay başkanları olduğu halde, buluşup konuşmasına tanık oldunuz mu?
O toplantılara genelkurmay başkanını getiremeyen tek NATO üyesinin Türkiye olduğunu fark ettiniz mi?
Genelkurmay Başkanı’nı Milli Savunma Bakanı’nın emrine tabi tutmayan “nevi şahsına münhasır” ülkemizin NATO’da bile biraz sırıttığını hissettiniz mi?
***
Avrupa Birliği, NATO değil.
Avrupa Birliği’nin “nevi şahsına münhasırlık” iddiasına tahammülü yok.
Sivil-asker ilişkilerini Avrupa Birliği’nin öngördüğü standarda ulaştırmanın yolunu yeniden keşfetmek gerekmiyor.
Jandarma’yı İçişleri’ne, Genelkurmay'ı Milli Savunma’ya bağlayalım, olsun bitsin.
İki sevda arasında sıkışmış marazi bir ruh gibi debelenmeyelim artık.
Taraf, 22 Ağustos 2008
|