"Gerçekten" haber verir 07 Ağustos 2008
Anasayfam Yap | Sık Kullanılanlara Ekle | Reklam | Künye | Abone Formu | İletişim
ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET ve ŞÛRÂDIR

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 

Basından Seçmeler

 

ANITKABİR FARİZASI

Ahmedinecad bizim buralara gelecek ya, adam şeriatçı tabii, Anıtkabir’e gitmek istememiş, bizimkiler de bir “hile-i şeriye” uydurmuşlar, resmi ziyaretin adını “çalışma ziyareti” yapmışlar, böylece Anıtkabir “tavafı” zorunlu olmaktan çıkmış, Türk-İran ilişkileri kurtulmuş! (...)

Bütün bunlara gülecekleri yerde kızıyorlar bazı arkadaşlar...

Ahmedinecad’a küfür etseler “Amerikancı” görünecekler, onu pek yapamıyorlar. En fazla, “İstanbul’da cuma namazı kılacakmış, vay kıro vay” gibilerden küçümsüyorlar (sonra da “niçin bizim parti hiçbir seçimi kazanamıyor” diye şaşarlar.)

Onun yerine, alavere dalavere, dönüp hükümete giydirmece...(...)

Bu arkadaşların, kendi kendilerine bazı sorular daha sormaları gerekir...

Niçin herhangi bir çağdaş ve ileri devletin resmi protokolunda, “yabancıları zorla kurucusunun mezarına götürmek” yoktur?

Daha doğrusu, niçin başka herhangi bir devletin “şahıs” olarak “kurucusu” yoktur? Niçin başka herhangi bir devlet, kendi varlığını “tek adamla” açıklamamakta ve tanımlamamaktadır? Düşman işgalinden kurtarılmış tek ülke Türkiye midir? Rejim değiştirmiş tek ülke Türkiye midir? George Washington “kurucu” mudur yoksa yalnızca “ilk başkan” mı?

Birkaç kişi var, diyelim... Niçin bu adamların mezarları “turistik merak alanları” olarak bırakılmıştır da resmi hüviyet kazanmamıştır? Geçen yüzyılda Sovyetler Birliği’ne gelip giden hiçbir resmi ziyaretçinin (hangi siyasi renkten olursa olsun) kolundan tutulup Lenin “mozolesine” zorla götürüldüğünü ben duymadım.

İsterseniz soruyu şöyle de çevirip sorayım: Niçin o adamların birer mezarı vardır da bunlar “mozole” değildir?

Diktatörün mozolesi olur, Lenin’in, onun hemen yanında kısa bir süre, üç yıl kadar da Stalin’in... Hitler’in de, Mussolini’nin de olacaktı, savaşı kazansalardı...

İmparatorun mozolesi olur, Avgustus’un, Hadrianus’un (Roma’daki Castel Sant’Angelo’nun dibi...)

Fransa, Napoleon’a bile mozole yapmamıştır da, onu Malul Gaziler Yurdu’nun (Invalides) kilisesinin kubbesinin altına gömüvermiştir. Charles de Gaulle, köyünün kilisesinin avlusunda yatmaktadır.

Ona bakarsanız bana Hitler döneminde Almanya’da Hitler heykeli de gösteremezsiniz, yalnızca büstleri vardı... Üzerinde Hitler resmi olan hiçbir Reichsmark banknotu da gösteremezsiniz, gamalı haç vardı, o da her “kupürde” değil.

Siz, Anıtkabir’i tapınağa çevirdiniz, Nutuk’u kutsal kitaba çevirdiğiniz gibi. Her gelip gidenden de, sevsin sevmesin, istesin istemesin, orada “arz-ı übudiyet” etmesini bekliyorsunuz.

Bu, geri kalmışlıktır, “batılı” geçinen arkadaşların hiç hoşlanmayacakları üzere “doğululuktur”.

Roma’ya resmi bir ziyarette bulunup Octavianus ve Marcus Antonius’la görüşmeler yapan Mısır kraliçesi Kleopatra, kendi tanrıları olmasa, onlara inanmasa bile çeşitli Roma tanrılarının sunaklarında kurbanlar kesmiş, dualar etmişti... Bu, yüce Roma’ya bir saygı gösterisiydi...

Ben aradan 2048 yıl geçtiğini sanıyordum.

Sabah, 6 Ağustos 2008

Engin Ardıç

07.08.2008


 

Türkiye Türkler’in midir?

Hürriyet Gazetesi bir süredir “İnsan Hakları Treni” adı altında bir proje yürütüyor. Bu kapsamda proje yöneticileri ve yazarlar, il il tüm Türkiye’yi geziyor, her ilde yerel yönetimler, vatandaşlar ve insan hakları örgütleri gönüllüleri ile görüşüyorlar.

«««

Ancak gündem öyle karışık ki; proje hayli zorlamayla kendine gazete sayfalarında yer buluyor. Bu zorlama belli oluyor. Türkiye’de tarihe damga vuracak ne olursa olsun Hürriyet’ten birtakım isimler o trende bazı yerel otoritelerle toplantı yaparken ya da çocuklardan çiçek alırken görülüyor. Bu durumu onlar da garip buluyorlardır ama yapacak bir şey yok. Her şeyin organizasyonu aylar öncesinden yapılmıştır, eminim.

«««

Her neyse konumuz bu değil. Konumuz “İnsan Hakları” kavramını sahiplenecek bir projeye imza atan gazetenin logosunun altındaki slogan ve bu slogana Avrupa’dan gelen tepki...

HÜRRİYET’E DAVA

Bilirsiniz, Hürriyet logosunun altında “Türkiye Türkler’indir” sözü yer alır. Bu söz gazete kurulduğundan beri hiç değişmemiştir. Ancak şimdi aynı söz yüzünden Doğan Grubu sıkıntı çekecek gibi görünüyor. Neden mi?

«««

“İnsan Hakları Treni” Türkiye’yi dolaşmaya başladıktan sonra Paris Barosu’na kayıtlı, Kürt asıllı avukat Frank Cecen’in gözüne gazetenin logosunda yer alan söz takıldı. Slogan avukata göre insan haklarına aykırı, dışlayıcı ve aşırı milliyetçiydi. Yargıya taşınmalıydı.

Cecen hemen harekete geçti. Uluslararası İnsan Hakları Mahkemesi’ne ve Uluslararası İnsan hakları Federasyonu’na başvurdu. Duyduğum kadarıyla tüm uluslararası hukuk mekanizmalarını çalıştırmayı düşünüyor. Yani önümüzdeki günlerde Fransız yargısı Hürriyet’in “Türkiye Türkler’indir” sözünü tartışacak, insan hakları açısından sakınca teşkil edip etmeyeceğine bakacak.

«««

Gelelim Cecen’in hareket noktası, yani “Türkiye Türkler’indir” sözüne...

Bu söz tam da bu ülkenin ‘tek tipleştirici’, baskıcı ve hayalperest ruhunu göstermiyor mu? İçimizde yatan “farklılıkları tolere edelim, aman ne hoş deyip göz yumalım ama tek makbul var oluş şeklini Türklük diye tanımlayalım” zihniyeti harikulade bir şekilde bu cümle ile vücut bulmuyor mu?

«««

Hürriyet, bu cumhuriyetin egemen güçlerini en iyi yansıtan yayın. Bu slogan da ülkenin temel zihniyetini gösteriyor. Bu yüzden gerçekçi olmak gerek. “Türkiye etnik ve kültürel çeşitliliği ile zengin, çok kültürlü bir ülkedir” klişesi biz “hayalperest demokratlar” tarafından pek seviliyor ama maalesef içine sokulmak istendiğimiz kalıptan fersah fersah uzak.

Bu ülkenin bir parçası olmak için “Türk olmak” şart. Öyle olmazsa eğreti duruyorsun, adeta “yamanıyorsun”.

«««

“Türkiye Türkler’indir” içinden çıkmak istediğimiz kalıpların ne kadar zor yıkılacağını da anlatıyor. Bu sözdeki “Türk” herhangi biri değil. Özenle tarif edilmiş, çizilmiş, projelendirilmiş bir “vatan evladı”.

«««

Bu ülke sadece Türkler’in olduğu müddetçe türbanlısı da, Kürt’ü de, Ermenisi de “hoş görülecektir”. Hürriyet bunu biliyor. Bilmesi ve desteklemesi de onun var oluşu ile paralel.

Buraya kadar sorun yok. Sorun, bunu bildiği halde “hoş görülen” grupların insan hakkını savunması. “Türk olmayı bu ülkenin sahibi olmanın ön şartı koşan slogan ile insan hakkı nasıl örtüşebilir? Şayet örtüşüyorsa oradaki “insan” önceden tanımlanıp, Türkleştirilmiş insan mıdır?

Akşam, 6 Ağustos 2008

Nagehan Alçı

07.08.2008


 

Aspirin

81 vilayeti, 3200 belediyesiyle ülke boyutunda; gerek araç gereçlerinin kalitesi, gerek personelinin durumu, gerek bütçelerinin ne olduğunu kimsenin bilmediği İtfaiye Teşkilatımızı; Almanya’daki, yahut ABD’deki eyaletlerden birinin İtfaiye Teşkilatı ile karşılaştırabilecek bir uzmanımız da yok.

«««

Ne yapalım, yoksa yok.

“Atatürk ilke ve inkılapları doğrultusunda”; nedense İtfaiye Teşkilatımızı, bir türlü şeffaflaştıramamışız.

«««

Her yaz orman yangınlarına da, “yağmura ve sel baskınlarına teslim olmak” benzeri, teslim olup giderken; bu yaz orman yangınları, bir türlü kontrol altına alınamayan bir felakete dönüştü.

140 bin şehit verme karşılığında Atina’yı da alabileceğimiz iddiasındaki eski bir İstanbul Üniversitesi Rektörü prof.; orman yangınlarını, bilmiyoruz kaç şehit verme karşılığında pes ettirmeyi düşünüyor?

«««

Son 80 yıllık coşkulu siyasal nutuklar; hem Ergenekon iddianamesinden sağa sola fırlayan cinayetler, suikastlar, bombalar, silah, uyuşturucu ve kaçak göçmen trafiğiyle; hem de Ankara’da Zekai Tahir Doğumevi’nden cenazeleri ailelerine karton kutular içinde teslim edilen birkaç haftalık bebek ölümlerinin çoğalması ve felakete dönüşen orman yangınlarıyla birbirine dolanınca...

«««

Doğrusu bir kara mizah şaheseri olacak karikatürler çıkmaya başlıyor ortalığa...

Siyasal nutukçuların bir kısmı başlarında kalpak, yahut silindir şapka, yahut kasket; -vatan sevgilerini kanıtlamak için- orman yangınlarını söndürmeye koştukları sırada, hortum kapma kavgasına tutuşmuşken...

«««

Bir kısmı da, gizlice vatan kurtarmaya soyunmuş bombalı aslanlara doğru uzatılmış kapalı avuçlarının dimdik başparmağıyla “bravvo” işareti yapmakta...

«««

Bir kısmı ise kürsülerden nutka devam etmekte:

- Atalarımızın kanıyla sulanmış olan bu topraklarda, milletimizin gücü her sorunun üstesinden gelmeye yeterlidir ve muhtaç olduğumuz kuvvet damarlarımızdaki asil kanda mevcuttur.(...)

Milliyet, 6 Ağustos 2008

Çetin Altan

07.08.2008


 

AB yolu diyorsak, gündemde ‘Kıbrıs engeli’ de duruyor!

Yeni dönem, yeni başlangıç... Bu söz ya da bu dilek, Cumhurbaşkanı Gül’den Başbakan Erdoğan’a kadar bir çok çevrede kulaklara çalınıyor.

İyi güzel.

Şimdi biraz somuta inelim.

Türkiye, Gül’ün deyişiyle, Avrupa Birliği hedefine kilitlenmeli ve bu amaçla reform seferberliği için düğmeye basılmalı.

Çok yerinde olur.

Hükümetin AB yolunu kaç yıldır savsakladığı düşünülürse, reformlar için hareketlenmenin tam zamanıdır.

Ancak, bu konuda sonuç alabilmek için bazı kritik konularda siyasal kararlılık gerekiyor.

Bunlardan biri Kıbrıs...

Kıbrıs konusu Türkiye’yle AB’nin arasında girmiş durumda. AB ile müzakerelerde tam 8 fasıl Kıbrıs nedeniyle (limanlar sorunu) askıya alınmış ve bu konuda Türkiye’ye belli bir süre tanınmış durumda.

Ne yapacak AKP hükümeti?..

Kıbrıs Türk ve Rum liderleri Talat’la Hristofyas eylül ayı başında uzun bir aradan sonra masaya oturuyorlar.

İyi bir gelişme.

Ama bu gelişme, her yerde olumlu karşılanmış değil. Türkiye’deki “Kıbrıs da elden gidiyor!” lobisi daha şimdiden atışa başladı bile...

Anımsayın:

Ucu, Ergenekon’dan dolayı halen hapiste olan Jandarma Genel Komutanı Şener Eruygur Paşa’ya giden 2003 -2004 darbe ve muhtıra tertipleri için ilk olarak Kıbrıs’tan dolayı düğmeye basılmıştı.

O tarihte hem Erdoğan-Gül ikilisinin siyasal kararlılığı, hem Genelkurmay Başkanı Özkök Paşa’nın anayasaya bağlılığı sayesinde, askerin içindeki bu tertipler boşa çıkarılmış ve Annan Planı doğrultusunda yola devam edilerek, Kuzey Kıbrıs’ta plana yüzde 65 evet denilmişti.

Kıbrıs’la ilgili bu ‘devrimci’ adımla birlikte Denktaş-giller hayal kırıklığına uğrarken, Türkiye’ye AB yolu gerçekten açılmıştı.

Bugün benzer bir noktadayız. Yine Kıbrıs engeli var. Ve “Kıbrıs da elden gidiyor!” lobisi şimdiden faaliyette...

Başbakan Erdoğan ne yapacak?

Avrupa Birliği’nin genel olarak Türkiye’de değişim açısından, Türkiye’de demokrasi ve hukuk açısından, Türkiye’de aş ve iş sorununun çözümü açısından ve elbette kendi partisinin siyasal geleceği açısından Başbakan Erdoğan eğer AB’nin önemini içselleştirmiş ise, o zaman Kıbrıs konusunda bugün de gereken siyasal kararlılık ve yürekliliği gösterebilir.

Ya içselleştirmemişse...

O zaman AB ve reform seferberliğini bir yerde unutabilirsiniz.

Lafta kalabilir her şey.

Çünkü Kıbrıs, Türkiye’yle AB arasına bir kez daha girmiş durumda.

Türkiye’de birinci sınıf demokrasi ve hukuktan korktukları için son tahlilde AB yolunu torpillemek isteyen ve bunun için her şeyi göze alabilecek olan bazı sivil ve askeri odaklar, hiç kuşkunuz olmasın, Kıbrıs’ta tahkimat yapmış durumdalar.

Yine bin bir dereden su getireceklerdir, Kıbrıs’ta çözümsüzlük uğruna.

Nasıl ki 2003-2004’de gibi bazı askeri odaklarda hazırlanan Kıbrıs’la ilgili olarak ‘vatan haini listeleri’ yayınlamışlarsa, bu kez de psikolojik savaşın buna benzer yöntemlerinin piyasa çıkması şaşırtıcı olmayabilir.

Bir başka deyişle:

Türkiye’nin AB yolu bir yerde Kıbrıs’tan da geçiyor.

Bu bir gerçek!

Bu gerçeği göğüsleyecek mi Başbakan Erdoğan?.. Bu açıdan gerekli siyasal kararlılığı 2003-2004’deki gösterebilecek mi?

Ve Türkiye’nin AB yolunun geçtiği bir yer daha var:

Güneydoğu, Kürt meselesi...

Başbakan Erdoğan’ın siyasal kararlılık ve cesaretinin test edileceği bu konuyu yarına yazacağım.

Milliyet, 6 Ağustos 2008

Hasan Cemal

07.08.2008


 

Uzlaşma safsatası

Siyasette kimi kavramları ne anlama geldiklerini hiç düşünmeden rastgele kullanma alışkanlığımız var.

Son günlerde ve özellikle Adalet ve Kalkınma Partisi yüksek oy oranları ve seçim kanunu nedeniyle çok yüksek sandalye sayısıyla Türkiye Büyük Millet Meclisi’ne (TBMM) girdiğinden bu yana siyasette bir uzlaşma lafı ve arayışı sürüp gidiyor.

Daha önceleri bu sütunda ve başka yerlerde defalarca bu konuya değindim; uzlaşma siyasetin tabiatında vardır ama hukukta, hukuk devleti evrensel çerçevesinin belirlemesi gereken ilişkilerde ise uzlaşma olmaz, zira kriterleri evrensel olarak belirlenmiş hukukta uzlaşma zorunlu olarak biraz hukuksuzluk demektir ve hukuksuzluk herkesi olumsuz etkiler.

1 Ağustos gününden bu yana YAŞ (Yüksek Askeri Şura) sürecini tartışıyoruz, Sayın İlker Başbuğ’un siyasi yaklaşımlarını, Makedon kökenini tartışıyoruz, ihraç yaşanmamasını yorumluyoruz ama en büyük hukuksuzluğu yani YAŞ kararlarının yargı sürecine kapalı olmasını tartışmıyoruz; bu hukuk kopukluğuna uzlaşma ile gelinmiş, TSK ile ilgili anayasal düzenlemeler esnasında bir uzlaşıyla bu hukuksuzluğa yol açılmış ise, hukukta uzlaşma olmaz dememin anlamı daha bir netleşir.

Uzlaşma siyasetin de her noktasında, her anında olmaz; siyasette her uzlaşma iyi değildir, hatta bazı uzlaşma arayışları siyasetin, demokrasinin ve hukukun tabiatlarına taban tabına da zıttır.

Siyasette uzlaşma bizde sanıldığının tam tersi bir yerde, sandık sonrası değil sandık öncesi yaşanması gereken bir süreçtir; sandık sonrası uzlaşma ancak ve ancak meclis aritmetikleri koalisyon dayatırsa söz konusu olur.

Sandık öncesi uzlaşma ise olgun, oturmuş demokrasilerde farklı siyasal çizgilerin belirli (asgari ya da askeri olması şart değil) müştereklerde anlaşıp seçmen karşısına ortak bir kimlikle çıkmasıyla gerçekleşebilir.

Sandık sonrası yani seçmen iradesi bir kez tecelli ettikten sonra da koalisyon gerekleri doğal olarak uzlaşmayı gerektirecektir; ama şayet meclis aritmetiği koalisyon gerektirmiyor ise uzlaşma ne demektir, bu konunun iyi deşilmesi, anlaşılması gerekir.

Tek başına iktidara gelebilen siyasal hareketler programlarını eksiksiz, olabildiğince tümüyle uygulamak isterler ve bu çok normaldir, siyaset ve demokrasi de bu demektir zira bu siyasal partiler, hareketler seçmenden tek başına iktidar güç ve yetkisini yine o seçmene yaptıkları taahhütlerle elde etmişlerdir ve bu programın, koalisyon gerekleri dışında, uzlaşıya zorlanması demokratik sürecin doğasına aykırıdır.

Bu aşamada önemli kavram parti ve hükümet programının ve uygulamaların hukukun evrensel ilkelerine, temel insan haklarına, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’ne, AİHM içtihatına, Türkiye’nin uluslararası sözleşmelerine, Anayasa’ya, Anayasa’nın da evrensel hukuka aykırı olmamasıdır.

Bu temel nitelikleri taşıyan bir parti ve hükümet programının ve uygulamalarının yeterli seçmen ve parlamenter desteği sonrası uzlaşmasız uygulanması kadar demokrasinin ve siyasetin özüne uygun bir şey olamaz ve bu süreçte uzlaşma diye diretilmesi, dayatılması bir tür faşizmdir; belirli konjonktürlerde daha geniş tabanlı iktidar arayışları istisnadır.

Önemli olan iktidar partisinin ilke ve uygulamalarının evrensel hukukla çelişmemesidir; evrensel hukuk, temel hak ve özgürlükler, insan haklarıyla uyumlu bu ilke ve uygulamaların devlet politikası ve gelenekleri, yerel bir ideolojinin dayatmalarıyla çelişmesi durumunda uzlaşmaya zorlanması kadar baskıcı bir saçmalık ve bu uzlaşmanın iyi olduğuna yönelik iddialar kadar da safsata şey olamaz.

İşin ilginç tarafı da bizim ülke pratiğinde iktidar partilerinin ilke ve uygulamalarından ziyade uzlaşma için dayatılan konuların evrensel hukuk ve temel insan haklarıyla çelişen konular olmasıdır; örnekler başka bir yazıya.

Star, 6 Ağustos 2008

Eser Karakaş

07.08.2008


 

Dolaylı mesaj... Dolaylı mesaj... Dolaylı mesaj...

Her an patlamaya hazır Kerkük’ü ilgilendiren yasa oylaması. Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın, Bodrum’da Suriye Devlet Başkanı Beşşar Esad ile görüşmesi.

İran Cumhurbaşkanı Mahmud Ahmedinejad’ın önümüzdeki günlerde Türkiye’ye gerçekleştireceği ziyaret...

Hiçbiri gözüme ilk ilişen şu haber kadar etkili olamıyor:

‘Mersin’in alt kademe Toroslar Belediyesi, görme engelli vatandaşların topluma kazandırılması ve başkalarının desteğine ihtiyaç duymadan yaşamlarını devam ettirmeleri amacıyla başlattığı projenin ilk etabını tamamladı.’

Peki, nasıl tamamlamış?

‘AB destekli hazırlanan Engelsiz Yaşam Projesi’ni Türkiye Görme Engellileri Derneği’nin katkılarıyla hayata geçirdiklerini ifade eden Toroslar Belediye Başkanı Hamit Tuna, uygulamaya 15-45 yaş arasında 80 görme engellinin katıldığını anlattı.

Kursta, bilgisayar, rehberlik ve psikolojik danışmanlık hizmetinin de verildiğini belirten Tuna, 1 yılı kapsayan projenin ilk etabı sonunda 40 kişinin eğitim aldığını kaydetti.’

«««

Aslında bu haber son zamanlarda Türkiye’yi kısa ve orta vadede AB’ye taşıyabilecek olan ‘Katılım Ortaklığı Belgesi’ ne oldu diye tutturmamı da çok net açıklamakta.

Neyse ki...

Ali Babacan önceki gün Katılım Ortaklığı Belgesi’nin akıbeti hakkında bilgi vermiş.

Dışişleri Bakanı ve Başmüzakereci Ali Babacan, Ulusal Program’ın 5 ay süren çalışmalarının tamamlandığını...

Son olarak da geçen hafta gözden geçirilmesi için bakanlara ilettiğini belirterek, programın bu ayın içerisinde sonuçlandırılmış olacağını söylemiş.

Babacan, bu açıklamaları Türkiye’yi ziyaret eden Portekiz Dışişleri Bakanı Luis Amado ile düzenlenen ortak basın toplantısında yapmış ve Türkiye’nin reform yolunda ilerleme kararlığını da dile getirmiş.

Demek ki, benim peşinde koşuşturmaktan tıknefes olduğum Katılım Ortaklığı Belgesi çerçevesinde Türkiye’nin hangi reformu ne zaman yapacağını taahhüt altına alacağı Ulusal Program yolda...

Babacan, bu ay bitmeden bu belgenin resmileşeceğini söylemekte.

«««

Üstelik...

TBMM’nin gündeminde kanunlaşmayı bekleyen 20’nin üzerinde yasa tasarısının bulunduğunu hatırlatmış...

Ve AB reformlarına hız verileceğini bildirmiş...

Babacan, TBMM’de bekleyen 20’den fazla yasa tasarısının Meclis açılır açılmaz yasalaşacağını da kaydetmiş.

«««

Ulusal Program ve onun hayata geçirilmesi ne anlama geliyor, belki yeterince anlaşılmıyor henüz.

Önemli değil...

Siyasal iktidar AB konusuna eski samimiyetiyle yaklaşır da, bu süreci bir an önce tamamlarsak, o zaman anlaşılır...

Ve AB tam üyeliğinin anlamı da...

Mersin’deki görme özürlü vatandaşlarımıza verilen destek misali ‘kaliteli bir yaşamın’ ne demek olduğu da...

‘Gözümüzün açılacağı’ yeni bir yaşam da, Ulusal Program’ın hayata geçirilmesi ile birlikte kavranılır.

Tuzla’da ölen işçilerden tutun da, Ankara’da kaybettiğimiz bebeklere, Konya’da yok olan kız çocuklarımıza kadar yaşanan toplumsal kábuslara sessizce boyun büküp aldırmayan bu ülkede Ulusal Program’ın hayata geçirilmesi, en azından bunların bir daha olmayacağı bir hayat demek çünkü...

Star, 6 Ağustos 2008

Mehmet Altan

07.08.2008

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

 
GAZETE 1.SAYFA

Bütün haberler

Site yöneticisi | Editör
Yeni Asya Gazetesi Gülbahar Cd. Günay Sk. No.4 Güneşli-İSTANBUL T:0212 655 88 59 F:0212 515 67 62 | © Copyright YeniAsya 2008.Tüm hakları Saklıdır