Çocukluğumda, yaz aylarında yaylaya çıkardık. Eskiden, yaz gelip sıcaklar bastırdığında, şimdiki gibi deniz kenarlarına gidip daha da yanmazdık.
Serin yaylalara çıkar, temiz hava alır, kente daha dinç, daha diri dönerdik. İlk kez orada rastlamıştım “bereket” sözcüğüne. Yağmur yağıyordu, rahmetli annem “Bereket yağıyor” demişti. Bakmış, bakmış, yağan bereketi görememiştim. Ertesi sabah, komşumuz Züleyha teyzeler, bize kahvaltıya gelmişlerdi.
Kahvaltıdan sonra, sofra toplanırken, Züleyha teyze, “Allah Halil İbrahim bereketi versin” demişti. Bereketi henüz bilmiyordum, bir de buna “Halil İbrahim bereketi” eklendi. Yıllarca da, “Halil İbrahim bereketi nedir, nereden çıkmıştır?” bir türlü öğrenememiştim. Bereketi, rahmeti insanlara huzur veren, mutluluk veren, olgular olarak algılamıştım. Yağmur yağıyorsa, ya rahmet” yağıyordur, ya da bereket. Bereketi, sadece mal mülk, para, pul olarak algılamamak lazım.
Allah, birine mal mülk verir ama, o malın mülkün bereketi yoksa bir işe yaramaz. Bir diğeri parası daha az olandır ama, Allah onun malına mülküne bereket verdiği için, çok daha az mal mülk ile çok daha mutlu bir yaşam sürebilir. Kışın kar yağıp her taraf bembeyaz olduğunda, nasıl mutlu oluruz. Mutlu oluruz, çünkü, kar demek, su demektir, tarlaların sulanması, tarlalara bereket gelmesi demektir. Kar yağdığında, “Bu yıl bol bereket yağdı” denmesinin nedeni budur.
“Halil İbrahim bereketinin” Hz. İbrahim’e ait olduğu da söylenir. Hz. İbrahim, sofraya misafirsiz oturmadığı, çok cömert olduğu için böyle bir yakıştırma da yapılmış olabilir. Hangisi doğru, hangisi yakıştırma bilemiyorum ama, bana maille gelen bir hikâye çok hoşuma gitti. Çok etkilendim. “Halil İbrahim bereketi” için, sanırım bu hikâye çok daha uygun.
Çok eskiden, birbirini çok seven iki kardeş varmış. Büyüğü Halil, küçüğü ise İbrahim imiş. Halil, evli ve çocuk sahibi, İbrahim ise bekarmış. Halil ile İbrahim’in ortak bir tarlaları varmış. Ne kadar mahsul çıkarsa, ikiye pay ederlermiş. Kendi payları ile de geçinip giderlermiş. Bir yıl yine harman yapmışlar ve çıkan buğdayı ikiye ayırmışlar. Sıra taşımaya geldiğinde, Halil, İbrahim’e “Kardeşim, ben gidip çuvalları getireyim, sen burada bekle” demiş. Halil çuvalları getirmeye gidince, İbrahim düşünmeye başlamış.
“Ağabeyim evli ve çocuklu. Onların evine daha çok buğday lazım.” Böyle diyerek, kendi payından bir miktar buğdayı, ağabeyi Halil’in payına katmış. Az sonra, Halil çıkagelmiş ve “Haydi İbrahim, haydi sen doldur da taşı ambara” demiş. İbrahim, kendi payından bir çuval doldurup yola koyulmuş.
O gidince, Halil düşünmeye başlamış. “Çok şükür, ben evliyim, kurulu bir düzenim de var, ama kardeşim bekâr. O daha çalışıp, para biriktirecek. Ev kurup evlenecek.” Böyle düşünerek, kendi payından birkaç kürek İbrahim’in payına atmış. Velhasıl , biri gittiğinde, öbürü, kendi payından, birkaç kürek, diğerinin payının üzerine atmış. Birbirlerinden habersiz bu böyle sürüp gitmiş. Akşam olmuş, karanlık basmış ama taşıdıkları buğday bir türlü bitmek bilmiyormuş. Hatta, o kadar taşımalarına rağmen azalmıyormuş bile.
Allah, bu iki kardeşin düşüncelerini ve hareketlerini çok beğenmiş. Buğdaylarına bir bereket vermiştir ki, kardeşler, günlerce taşımalarına rağmen buğdayları bitirememişler. Kendilerinden önce, kardeşini düşünen bu iki kardeş, bu işe şaşar kalırlar. Buğdayları azalacağına aksine çoğalır. Ambarları dolar taşar. İşte bugün “bereket” denilince, akla bu kardeşler geliyor. Onun için bu bereketin adına “Halil İbrahim bereketi” deniyor. Ben de, Allah’ın hepinize, Halil İbrahim bereketi vermesini diliyorum.
Bugün, 19.7.2008
|