|
|
|
İki kademe… |
Türkiye’de devletin içinde hep iki kademe olmuştur. Birinci kademe askerdir.
Asker, devlete ve siyasete egemenliğini yasalar, olmadı yönetmelikler ve protokollerle sağlar ya da fiili hareketler gerçekleştirir. Darbeler yapar, muhtıralar verir.
Bu ülkede yaşayan reşit her Türk vatandaşı öykünün bu yönünü ana hatlarıyla bilir…
Devletin içindeki, daha doğrusu devlete enformel olarak bağlı “ikinci kademe”ye gelince, bu, seyyar vurucu gruplardan oluşan yasa dışı bir yapıdır.
Doğal olarak kurumlardan değil, kişilerden oluşur.
Gerektiğinde devreye girer.
Bu ikinci kademe Osmanlı’da İttihatçılardan, Teşkilat-ı Mahsusa’dan başlayan bir öyküye işaret eder.
Sıradan bir öykü, herhangi bir kanun dışılık, herhangi bir siyasi kaçak meselesi değildir bu.
Öylesine öykü devletin derin politikalarının taşıyıcısı dahi olmuştur.
Örneğin Anadolu topraklarının dini açıdan standardize edilmesinde bu yapıların önemli payı görülür. Bu anlamda, derin teşkilatlar mevcut düzenin kurucuları arasında yer alırlar. Örnek pek çok…
Balkan Savaşı sonrası Ege bölgesindeki Rumları, sağda solda patlayan uyarı bombalarıyla “katledileceksiniz” söylentileriyle kaçıran, 100.000’lerle anılacak rakamlarla göçe iten Teşkilat-ı Mahsusa olmuştur.
Ermeni tehcirinde bilinir bu yapının işlevi...
İşlev ve yapının Cumhuriyet’le de devam ettiğini biliriz.
1950’lerde NATO bağlantısı oluşmasıyla Özel Harp Dairesi bağlantısı ortaya çıkmıştır. Kıbrıs’ta Mukavemet Teşkilatı’nın kurulması, Irak Türkmenleri ve Balkan Türkleri arasında teşkilatlanma bu yolla gerçekleştirilmiştir…
Aynı yapı özellikle soğuk savaşın sert yıllarında, 1970’lerde ülkeye büyük acılar yaşatmıştır.
Kahramanmaraş, Çorum katliamlarında yüzlerce insan ölmüş, mahalleler birbirine karşı kışkırtılmıştır.
Ardından ortaya büyük Susurluk skandalı ve arkasındaki yapı çıkmıştır.
Şu açıktır: Osmanlı’dan Cumhuriyet’e, 60’lardan 90’lara, Maraş’tan Susurluk’a, temel olarak “engelleme” işlevi üstlenmiştir. Başka bir ifadeyle sistemin, düzenin, yerleşik ideolojinin istemediği, tehlikeli gördüklerini, siyasi hareket-toplumsal kesim ayrımı yapmadan susturmak, devre dışı bırakmak, imha etmek işini yerine getirmiştir.
Faili meçhul cinayetler, bombalı saldırılar, kışkırtmalar ortadadır.
Gazi Mahallesi’nde bir kahvenin taranmasının yol açtığı olaylar Türkiyenin büyük bir kentindeki son ayaklanmaya dönüşmüştür, örneğin…
Bugün de bu yapı ve öyküden bağımsız bir durumla karşı karşıya olmadığımız açıktır…
Dink cinayetinde cinayetin gerek emniyet gerek jandarma tarafından önceden haber alındığı halde, önlem alınmaması nasıl açıklanır?
Bir Malatya zanlısının sık sık telefonla aradığı bir savcının, bir dönem Silopi’de iki HADEP’linin sırra kadem bastığı dönemde görev yapmış olması, aynı dönemde, aynı şehirde jandarma alay komutanı olan kişinin Ergenekon soruşturmasında aranıyor olması tesadüf müdür?
Ergenekon soruşturması etrafında yaşanan gelişmeler, ortaya çıkan gerçekler, “derin devlet” olarak tabir ettiğimiz bu yapının izdüşümünden başka ne olabilir?
Dün ile bugün arasında elbet farklar var…
İlk fark şu: Derin devlet, düne kadar değişmeyi engelleyen vurucu bir timdi.
Şimdi ise, derin devlet sadece değişmeyi engelleyen değil, bunun da ötesinde, toplumu ve siyaseti yeniden inşa etmeye soyunan büyük bir güç.
Ergenekon meselesine böyle bakmak gerekir…
Yeni Şafak, 19.7.2008
|
Ali Bayramoğlu
20.07.2008
|
|
|
Artan faizi halkımız ödeyecek |
Merkez Bankası, bankaların gecelik mevduatlarına verdiği faizi yüzde 16.25’ten 16.75’e yükseltti. Yüzde 16.25 gecelik faizin yıllık birikimli karşılığı yüzde 17.64’tür. Gecelik yüzde 16.75 faizin yıllık birikimli tutarı yüzde 18.20’dir.
Demek ki bir banka, kasasındaki parayı kullanırken yıllık 18.20 olan faiz oranına bakarak karar verecek. Bu orana göre kredi faizini belirleyecek. Bu orana göre Hazine Bonosu satın alacak veya almayacak.
Tabii ki yüksek faiz üretim maliyetlerini artıracak. Satılan mal ve hizmetlerin maliyeti içindeki faiz yükü arttığından, fiyatları da artacak.
Ama daha da önemlisi Hazine’nin faiz yükünün artmasıdır. Çünkü, Türkiye’de en büyük borçlu Hazine’dir.
Hazine’nin 2007 yılı sonundaki iç borcu 255 milyar YTL idi. Hazine 2007 yılında toplam 41.5 milyar YTL iç borç faizi ödedi.
2008 yılı bütçesinden faize ayrılan para 59 milyar YTL’dir. Bütçede faize ayrılan para, toplam vergi gelirinin yüzde 34’ünü yutuyor.
VERGİNİN 1/3’Ü FAİZE GİDİYOR
2009-2011 yılları için hazırlanan 3 yıllık Mali Çerçeve Program’da faize ayrılan paranın 2009 yılında 56 milyar YTL olacağı öngörülmüştü.
Geliniz görünüz ki, Hazine’nin iç borçlanmayı sürdürmek için ödediği faizler 2008 yılının başından bu yana tırmanışa geçmişti. Merkez Bankası’nın son faiz artırımıyla önümüzdeki günlerde daha da yükselecek.
Hazine en son yıllık yüzde 20.52 faizle borçlanabilmişti. Fakat bu gidişle önümüzdeki günlerde borçlanmak için yüzde 21.00’in üzerinde faiz ödemek zorunda kalabilecek.
Ve de en sonunda bu yüksek faizin faturasını halkımız, maydanoz, fasulye, yemeklik yağ, tüpgaz satın alırken, dolmuşa, otobüse binerken yaptığı harcamanın içinde yer alan KDV ile, ÖTV ile ödeyecek.
Maliye, artan faiz yükünü karşılamak için, (1) Ya vergi gelirinin daha büyük kısmını faize ayıracak. Böylece hükümet halka daha az hizmet götürecek. (2) Ya da Maliye yeni gelir kaynakları arayacak, vergiyi yükseltecek, kamunun (halkın) varlıklarını satacak. Böylece para bulacak.
YÜSKEK FAİZİ FAKİR ÖDÜYOR
En büyük borçlu olan devlet, faiz yükseldikçe 3 farklı biçimde gelir transferine aracılık ediyor: (1) Fakirden devlete, (2)Devletten zengine, (3) Yurtiçinden yurtdışına para gidiyor.
Devlet yüksek faizi (dolaylı vergi yoluyla/maydanoz ve dolmuş vergisiyle) halktan topluyor.
Sonra bunu bono ve tahvil faizi olarak zengine (parasını bonoya ve tahvile bağlayan yüksek gelir grubundakilere) devrediyor. Bu arada yurtiçinden yurtdışına varlık transferine imkân veriyor.
2007 yılında bankalar mevduata 35.2 milyar YTL faiz ödedi. Hazine bono ve tahvil sahiplerine 41.2 milyar YTL faiz ödedi. Bu faizler birilerinin cebinden çıktı. Birilerinin cebine girdi. (...)
Olan biteni değerlendirenler, faiz gelirine dayalı olarak lüks otomobil satışlarının artışına, lüks konut talebinin devamına bakarak, “Oh... Oh... İşler çok iyi!” derlerse yanılırlar. Dikkat edilmesi gereken, bu faizin kimin cebinden çıktığıdır. Faiz faturasını ödeyenlerin yaşamlarını nasıl sürdürebildikleridir.
Milliyet, 19.7.2008
|
Güngör Uras
20.07.2008
|
|
|
Atatürk’ü Koruma Kanunu bir Alman Yahudisininmiş |
Wikipedia adlı internet kaynağı onu bize şöyle tanıtıyor: “Prof. Dr. Ernst Eduard Hirsch, 1902 - 1985 yılları arasında yaşayan Alman asıllı, ancak 1943 yılında Türk uyruğuna geçen önemli bir hukukçudur.
Hirsch, bilimsel anlamda, Türk hukukunun her alanında önemli etkinliklerde bulunmuştur. Bir çok yasanın kodifikatörüdür. Hirsch Ticaret yasasının oluşturulmasında çok büyük katkıda bulunmuştur. Özellikle Medeni Kanun ile Ticaret Kanunu arasındaki ikilik bu bilim adamının katkılarıyla giderilmiştir. “Atatürk Yasası”nın hazırlanmasını (1951) sağlamıştır. Bu yasa ile sadece, çağdaş Türk Devletinin kurucusu değil, fakat aynı zamanda onun fiziksel anısı olan heykeller de, ceza hukukunun yaptırımlarına bağlanarak korundu. “Pratik Hukukta Metod” isimli eseri hâlâ yeni baskıları yapılan bir hukuk kaynağıdır.”
Wikipeda’nın “Hirsch” maddesi onun hakkında “Bir çok yasanın kodifikatörüdür” diyor ya, Ziyaeddin Fahri Fındıkoğlu daha cesur çıkmış olmalı. Ona doğrudan doğruya “Kodifikatör” sıfatını takmış. Yani? “Kanuni”. Anlayacağınız, 1566 yılında vefat eden Birinci Kanuni’mizden sonra İkinci Kanuni’miz, 1933’den 1953’e kadar Türkiye’de kalıp hukuk eğitimimizi ve sistemimizi yeniden düzenleyen vaftiz olmuş bir Alman Yahudisiymiş. Bu yazıda Hirsch’in yalnız bir hoca değil, aynı zamanda Cumhuriyet’in yasama sürecine de nasıl müdahil bulunduğuna ilişkin hatıralarında geçen ilginç bir bölümü aktaracağım. Böylece Atatürk Türkiyesinde olduğu kadar, çok partili hayata geçtiğimiz Demokrat Parti iktidarında da bu Alman hukukçunun nasıl nüfuzlu biri olarak yaşadığını görmüş bulunacağız. Hatıralarında “Atatürk’ü Koruma Kanunu”na ne tür bir katkıda bulunduğunu şöyle aktarıyor kendisi.
Daha önce belirttiğimiz gibi (http://www. haber7.com/haber/20080713/ Cumhuriyetin-temel-nitelikleri-anayasaya-nasil-girdi.php), 1937 yılında CHP’nin Altı Okunun anayasaya girmesine ön ayak olan profesörümüz 1950’den sonra DP’lilerin Altı Oku anayasadan çıkarmayışlarını ve Atatürk’e bağlılıklarını her fırsatta vurgulayışlarını kendi görüşündeki isabete bağlar ve ardından DP hükümetinin Atatürk’ün izinde olduğuna dair Resmi Gazete’de bir kararname yayınladığını söyler. DP hükümeti, 1950 yılının Aralık ayı sonlarında çıkardığı ikinci bir kararnameyle ise devlet daireleri ile makam odalarında bundan böyle sadece Atatürk resimlerinin asılacağını, başka şahsiyetlerin, yani İsmet İnönü’nün resimlerinin asılamayacağını da ilan etmiştir.
Ne var ki, hükümetin bu kararı Ticani tarikatı üyelerinin Atatürk büst ve heykellerine saldırısıyla cevaplanır. Bu da tabiatıyla hükümeti zor duruma düşürmüştür. Saldırganlar sanki Atatürk’ün heykellerine saldırmayı DP iktidarından yüz bularak yapmışlar gibi bir hava esmesine sebep olan bu iki kararnameye tepki olarak DP’liler de, bu eylemleri ve kışkırtanları tehdit eden bir kanun çıkarmaya karar verirler. Hazırladıkları kanun tasarısının başlığı, “Atatürk Aleyhine İşlenen Suçlar Hakkında Kanun”dur.
Ancak bu kanun tasarısına en başta DP milletvekilleri karşı çıkmaktadır. Sebebi, 1924 Anayasası’nın tek tek kişilerin lehine çıkarılacak her türlü kanunun açık bir dille yasaklamış bulunmasıdır. Yani bir kişi hakkında özel bir kanun çıkarmak anayasaya aykırı olacaktır.
Nitekim tasarı, 7 Mayıs 1951 günü Meclis Genel Kurulunda yapılan görüşmelerde 141’e karşı 146 oyla reddedilir ve komisyona geri gönderilmesine karar verilir. Sağlam bir hukukî gerekçe aranmaktadır ve DP’li milletvekillerinin yitirilen itibarı iade edecek sihirli formülü bulması için kapısını çaldıkları hukuk uzmanı, o sırada Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nde görev yapan Prof. Ernst Hirsch’den başkası değildir.
Kendisine başvuran, hükümete yakınlığıyla tanınmış bir milletvekiline Hirsch’in verdiği cevap, şu olmuştur:
“Atatürk adında bir şahıs, hukukî anlamda, artık mevcut değildir. Dolayısıyla ona yasa yoluyla da bir imtiyaz sağlanması söz konusu olamaz. Söz konusu tasarıda ceza hukuk normlarıyla korunması öngörülen hukukî varlık bir şahıs olarak Atatürk değildir. Burada korunmak istenen Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusuna karşı Türk milletinde genel olarak yaygın bulunan hayranlık ve saygı duygusudur. İşte, ceza tehdidi altına konulmak istenen davranışlar, halkın içinde yaşamayı sürdüren bu saygı duygusunu, yani merhumun anısını zedelemeye müsait davranışlardır.”
Böylece Hirsch, hem hukukî anlamda mevcut bulunmayan birisi hakkında, hem de tek bir şahıs hakkında kanun çıkartarak sakat doğacak bir kanuna bir formül geliştirmiş ve ölen kişinin değil, yaşayanların, yani hukukî anlamda kişilerin hayranlık ve saygı duyguları üzerinden bir koruma kanunu çıkartılmasına önayak olmuştur. Artık kanun metni, “Atatürk’ün hatırasına alenen hakaret eden veya söven kimse; Atatürk’ü temsil eden heykel, büst ve âbideleri veyahut Atatürk’ün kabrini tahrip eden, kıran, bozan veya kirleten kimse cezalandırılır” şeklini almış ve 25 Temmuz 1951’de TBMM’de görüşülerek kanunlaşmış, 31 Temmuz 1951’de ise Resmi Gazete’de yayınlanarak yürürlüğe irmiştir.
Hirsch, bir zamanlar kendisini Türkiye’ye davet etmiş olan kişi, yani Atatürk için elinden geleni yaptığı duygusuyla müsterihtir. “Böylece” der, “bu olağanüstü şahsiyetin anısını koruma konusunda ben de karınca kararınca bir katkıda bulunabilmiştim.”
Atatürk’ü Koruma Kanunu’nu bile bir yabancıya yaptırdığımızı görelim artık…
Haber7 , 19.7.2008
|
Mustafa Armağan
20.07.2008
|
|
|
Para, pul, mal, mülk bereketi yoksa nafile |
Çocukluğumda, yaz aylarında yaylaya çıkardık. Eskiden, yaz gelip sıcaklar bastırdığında, şimdiki gibi deniz kenarlarına gidip daha da yanmazdık.
Serin yaylalara çıkar, temiz hava alır, kente daha dinç, daha diri dönerdik. İlk kez orada rastlamıştım “bereket” sözcüğüne. Yağmur yağıyordu, rahmetli annem “Bereket yağıyor” demişti. Bakmış, bakmış, yağan bereketi görememiştim. Ertesi sabah, komşumuz Züleyha teyzeler, bize kahvaltıya gelmişlerdi.
Kahvaltıdan sonra, sofra toplanırken, Züleyha teyze, “Allah Halil İbrahim bereketi versin” demişti. Bereketi henüz bilmiyordum, bir de buna “Halil İbrahim bereketi” eklendi. Yıllarca da, “Halil İbrahim bereketi nedir, nereden çıkmıştır?” bir türlü öğrenememiştim. Bereketi, rahmeti insanlara huzur veren, mutluluk veren, olgular olarak algılamıştım. Yağmur yağıyorsa, ya rahmet” yağıyordur, ya da bereket. Bereketi, sadece mal mülk, para, pul olarak algılamamak lazım.
Allah, birine mal mülk verir ama, o malın mülkün bereketi yoksa bir işe yaramaz. Bir diğeri parası daha az olandır ama, Allah onun malına mülküne bereket verdiği için, çok daha az mal mülk ile çok daha mutlu bir yaşam sürebilir. Kışın kar yağıp her taraf bembeyaz olduğunda, nasıl mutlu oluruz. Mutlu oluruz, çünkü, kar demek, su demektir, tarlaların sulanması, tarlalara bereket gelmesi demektir. Kar yağdığında, “Bu yıl bol bereket yağdı” denmesinin nedeni budur.
“Halil İbrahim bereketinin” Hz. İbrahim’e ait olduğu da söylenir. Hz. İbrahim, sofraya misafirsiz oturmadığı, çok cömert olduğu için böyle bir yakıştırma da yapılmış olabilir. Hangisi doğru, hangisi yakıştırma bilemiyorum ama, bana maille gelen bir hikâye çok hoşuma gitti. Çok etkilendim. “Halil İbrahim bereketi” için, sanırım bu hikâye çok daha uygun.
Çok eskiden, birbirini çok seven iki kardeş varmış. Büyüğü Halil, küçüğü ise İbrahim imiş. Halil, evli ve çocuk sahibi, İbrahim ise bekarmış. Halil ile İbrahim’in ortak bir tarlaları varmış. Ne kadar mahsul çıkarsa, ikiye pay ederlermiş. Kendi payları ile de geçinip giderlermiş. Bir yıl yine harman yapmışlar ve çıkan buğdayı ikiye ayırmışlar. Sıra taşımaya geldiğinde, Halil, İbrahim’e “Kardeşim, ben gidip çuvalları getireyim, sen burada bekle” demiş. Halil çuvalları getirmeye gidince, İbrahim düşünmeye başlamış.
“Ağabeyim evli ve çocuklu. Onların evine daha çok buğday lazım.” Böyle diyerek, kendi payından bir miktar buğdayı, ağabeyi Halil’in payına katmış. Az sonra, Halil çıkagelmiş ve “Haydi İbrahim, haydi sen doldur da taşı ambara” demiş. İbrahim, kendi payından bir çuval doldurup yola koyulmuş.
O gidince, Halil düşünmeye başlamış. “Çok şükür, ben evliyim, kurulu bir düzenim de var, ama kardeşim bekâr. O daha çalışıp, para biriktirecek. Ev kurup evlenecek.” Böyle düşünerek, kendi payından birkaç kürek İbrahim’in payına atmış. Velhasıl , biri gittiğinde, öbürü, kendi payından, birkaç kürek, diğerinin payının üzerine atmış. Birbirlerinden habersiz bu böyle sürüp gitmiş. Akşam olmuş, karanlık basmış ama taşıdıkları buğday bir türlü bitmek bilmiyormuş. Hatta, o kadar taşımalarına rağmen azalmıyormuş bile.
Allah, bu iki kardeşin düşüncelerini ve hareketlerini çok beğenmiş. Buğdaylarına bir bereket vermiştir ki, kardeşler, günlerce taşımalarına rağmen buğdayları bitirememişler. Kendilerinden önce, kardeşini düşünen bu iki kardeş, bu işe şaşar kalırlar. Buğdayları azalacağına aksine çoğalır. Ambarları dolar taşar. İşte bugün “bereket” denilince, akla bu kardeşler geliyor. Onun için bu bereketin adına “Halil İbrahim bereketi” deniyor. Ben de, Allah’ın hepinize, Halil İbrahim bereketi vermesini diliyorum.
Bugün, 19.7.2008
|
Can Aksın
20.07.2008
|
|
|
|