Bir ülkede tabularla klişeler ne kadar çoksa entelektüel düzey de o kadar düşüktür.
Çünkü “yasaklar ve ezberler”, düşüncenin sınırlarını daraltır.
Düşünce, tabuların duvarlarına çarpa çarpa hep kendi ezberlerini tekrarlar.
Hâlbuki entelektüel olabilmenin birinci şartı, ezberden, tekrardan kurtulmak, sormak, sorgulamak, sınırsız bir alanda sürekli olarak araştırmak, yeni çözümler, yeni anlayışlar, yeni düşünceler yaratabilmektir.
En azından, yaratılmış olanların farkına varabilmektir.
Türkiye’de entelektüellik havuzu çok sığ.
Bunun da çok temel bir nedeni var.
Sistemimizin neredeyse tümü “yalana” dayanıyor.
Gerçeklerin önünden “tabularla klişeleri” kaldırırsanız ardındaki “yalanlar” çırılçıplak ortaya çıkacak.
O yalanları saklayabilmek için çocukları daha ufacık yaştan alıp beyinlerini iğdiş ediyorlar, onlara “vatanseverliğin”, sorgulamamak, asla soru sormamak olduğunu söylüyorlar, entelektüel her merakı “ihanetle” damgalıyorlar.
Kürt meselesinin geçmişini, Ermeni soykırımının aslını, Atatürk’ün siyasal kimliğini, siyasi yapımızın gerçek iskeletini, Lozan’ın maddelerini, Ali Şükrü Bey’i kimin vurdurduğunu, İzmir suikastının içyüzünü merak edin de bakın neler oluyor.
Sadece bu Cumhuriyet’in geçmişini değil İttihatçıların yaptıklarını bile sorgulamak yasak bu ülkede.
Ermeni meselesiyle Cumhuriyet’in bir ilgisi yok, ama İttihatçıların bu günahını tartışabilmek bile mümkün değil.
Faili meçhul cinayetleri, siyasi suikastları, katliamları, soykırımları tarihimize yazan, koskoca bir imparatorluğu yabancı bir ülkeyle işbirliği yaparak yıkan bu adamları biz neden hiç olmazsa entelektüel düzeyde yargılayamıyoruz?
Bunu merak etmiyor musunuz?
Niye İttihatçılar ve onların günahları böyle “kutsal”, neden onların yaptıkları asla konuşulamaz tabular?
İki nedeni var bunun
Birincisi, Cumhuriyet’in kuruluşunda, daha sonra bizzat o Cumhuriyet tarafından tasfiye edilen İttihatçı kadrolardan yararlanıldı.
İkincisi ve daha önemlisi, halkın “düşman ilan edilen padişahlar” dışında hiçbir yöneticiyi “yargılamaya ve sorgulamaya” alışması istenmedi.
Mustafa Kemal’in hiç hoşlanmadığı ve ülkeye sokmadığı Enver Paşa bile eleştirilmedi.
Ermeni katliamını Mustafa Kemal kendisi lanetledi ama halkın bunu konuşmasına izin vermedi.
Bu olay bizim tarih kitaplarımızda yer almadı.
Tabuların o demir kozasının ilk çekirdeğini İttihatçılar oluşturdu.
Bu yazdıklarım içinde sizi en fazla “soykırım” kelimesinin sarstığına eminim.
Düşüncelerimiz o kadar dar bir yere hapsolmuş, öylesine sığ bırakılmış ki tek bir kelime bile o düşünceleri depreme uğratmaya yetiyor.
Tek bir kelimeden bile korkan bir zihin yapısına sahibiz.
Ve bundan rahatsız olmak aklımıza gelmiyor.
Ezberimize almadığımız her düşünceyle, hatta her kelimeyle karşılaştığımızda, ruhumuz dipten doruğa titriyor.
Düşüncelerden vazgeçtim, kelimelerden korkar hale gelmişiz.
“Ben senin gibi düşünmüyorum,” demeyi beceremiyoruz, onun yerine, “sen düşüncelerini söyleme” diyoruz.
Nasıl çaresiz ve zavallı bir görüntü verdiğimizin bile farkında değiliz.
Karanlık bir hücreye hapsedilmiş bu zihinsel esaretten nasıl yeni düşünceler, yeni tartışmalar çıkacak, bu ülke geleceğini bu hadım edilmiş zihinsel yapısıyla nasıl inşa edecek.
Bizim yeni görüşlere, yeni fikirlere, yeni tartışmalara ihtiyacımız var.
Bunun için de geniş bir zihinsel alan yaratmak zorundayız.
Türkiye’nin belki de asıl büyük devrimi bu olacak.
Sartre, “Düşünce özgürlüğünün olmaması, düşündüğünü söylememek değildir, düşünememektir,” diyor.
Bizi düşünmemeye mahkûm ettiler.
Biz bu mahkûmiyeti nedense büyük bir iştiyakla taşıyoruz.
Bugünkü sistemi sürdürmek isteyenler, yalanların üstüne kurdukları egemenlik çadırının direği sallanmasın diye “tabuları” her gün biraz daha güçlendirmeye çalışıyorlar.
Ermeni meselesini bile konuşturmamalarının nedeni, bunun Türkiye’ye bir maliyeti olmasından değil, sizin içine hapsolduğunuz o zihniyet hücresinde bir küçük delik açılmasından korktuklarından.
Bu yasaklar o hale geldi ki, geçen gün “devrimlerin bir travma yarattığını” söyleyen bir politikacı, meslektaşları ve gazeteciler tarafından yaylım ateşine tutuldu.
Oysa, bütün devrimler gibi o devrimler de bir travma yani bir sarsıntı yaratmıştı.
Zaten bir “travma yaratmamış” olsa, aradan seksen yıl geçtikten sonra bile o olaylar konuşulduğunda toplum yeni bir “travma” geçirip, “hayır, hayır böyle şeyleri konuşamayız” diye bağırır mı?
O travmanın nasıl bir şey olduğu, bugün “travma” sözcüğüne gösterilen tepkiden belli.
Tutun ki söylediği yanlış, bir adamın bir fikir söylemesinden bu kadar ürkecek ne var?
Korkan bir çocuk gibi elimizi yüzümüze kapayıp görmemeye, duymamaya çalışıyoruz.
Yeni bir düşünceyle karşılaştığında, zihnimiz zonkluyor.
Artık bu zihinsel hapishaneden kurtulmalıyız.
Düşüncelerden, tartışmalardan, kelimelerden korkacak bir şey yok.
Her yeni fikir, her yeni tartışma, her yeni kelime, düşüncelerimizin ve geleceğimizin önünü açacak.
Bugün varlıklarını ve iktidarlarını yalanlara dayamış olanların haksız egemenliklerini sarsıp yıkarak, kurtuluşumuzu sağlayacak.
Taraf, 25.6.2008
|