|
|
Hadis-i Şerif Meâli
Hiç ölmeyeceğini zanneden biri gibi çalış, yarın ölecek biri gibi de tedbirli ol.
Câmiü's-Sağîr, No: 693
|
26.06.2008
|
|
Bahar, bir haşirdir
Hem, bu bahar haşrine benzeyen, dünyanın her devrinde, her asrında, hattâ gece gündüzün tebdilinde, hattâ cevv-i havada bulutların icâd ve ifnâsında haşre numune ve misâl ve emâre olacak ne kadar nakışlar yaptığını gözünle görüyorsun. Hattâ, eğer hayalen bin sene evvel kendini farz etsen, sonra zamanın iki cenâhı olan mâzi ile müstakbeli birbirine karşılaştırsan, asırlar, günler adedince misâl-i haşir ve Kıyâmetin numunelerini göreceksin. Sonra, bu kadar numune ve misâlleri müşâhede ettiğin halde, haşr-i cismânîyi akıldan uzak görüp istib’âd etmekle inkâr etsen, ne kadar divânelik olduğunu sen de anlarsın. Bak; ferman-ı âzam, bahsettiğimiz hakikate dâir ne diyor:
“Şimdi bak Allah’ın rahmet eserlerine: Yeryüzünü ölümünün ardından nasıl diriltiyor. Bunu yapan, elbette ölüleri de öylece diriltecektir; O herşeye hakkıyla kàdirdir.” (Rûm Sûresi: 50.)
Elhâsıl: Haşre mâni hiçbir şey yoktur; muktazî ise, herşeydir. Evet, mahşer-i acâib olan şu koca arzı âdi bir hayvan gibi imâte ve ihyâ eden ve beşer ve hayvana hoş bir beşik, güzel bir gemi yapan ve güneşi onlara şu misafirhânede ışık verici ve ısındırıcı bir lâmba eden, seyyârâtı meleklerine tayyâre yapan bir Zâtın, bu derece muhteşem ve sermedî Rubûbiyeti ve bu derece muazzam ve muhît hâkimiyeti, elbette yalnız böyle geçici, devamsız, bîkarar, ehemmiyetsiz, mütegayyir, bekàsız, nâkıs, tekemmülsüz umûr-u dünya üzerinde kurulmaz ve durmaz. Demek, Ona şâyeste, dâimî, berkarar, zevâlsiz, muhteşem bir diyâr-ı âher var, başka bâkî bir memleketi vardır. Bizi onun için çalıştırır. Oraya dâvet eder ve oraya nakledeceğine, zâhirden hakikate geçen ve kurb-u huzuruna müşerref olan bütün ervâh-ı neyyire ashâbı, bütün kulûb-u münevvere aktâbı, bütün ukûl-ü nurâniye erbâbı şehâdet ediyorlar ve bir mükâfat ve mücâzât ihzâr ettiğini müttefikan haber veriyorlar ve mükerreren pek kuvvetli vaad ve pek şiddetli tehdit eder, naklederler.
Hulfü’l-vaad ise, hem zillet, hem tezellüldür. Hiçbir cihetle celâl-i kudsiyetine yanaşamaz. Hulfü’l-vaîd ise, ya afdan, ya aczden gelir. Halbuki, küfür cinâyet-i mutlakadır,Hâşiye affa kâbil değil. Kadîr-i Mutlak ise, aczden münezzeh ve mukaddestir.
Şâhidler, muhbirler ise, mesleklerinde, meşreblerinde, mezheblerinde muhtelif oldukları halde, kemâl-i ittifak ile şu meselenin esâsında müttehittirler. Kesretçe tevâtür derecesindedirler; keyfiyetçe icmâ kuvvetindedirler; mevkîce her biri nev-i beşerin bir yıldızı, bir tâifenin gözü, bir milletin azîzidirler; ehemmiyetçe şu meselede hem ehl-i ihtisas, hem ehl-i ispattırlar. Halbuki, bir fende veya bir san’atta iki ehl-i ihtisas, binler başkalardan müreccahtırlar ve ihbarda iki müsbit, binler nâfîlere tercih edilir. Meselâ, Ramazan hilâlinin sübûtunu ihbar eden iki adam, binler münkirlerin inkârlarını hiçe atarlar.
Elhâsıl, dünyada bundan daha doğru bir haber, daha sağlam bir dâvâ, daha zâhir bir hakikat olamaz. Demek, şüphesiz dünya bir mezraadır, mahşer ise bir beyderdir, harmandır; Cennet, Cehennem ise birer mahzendir.
Hâşiye: Evet, küfür mevcudâtın kıymetini ıskat ve mânâsızlıkla ittiham ettiğinden, bütün kâinata karşı bir tahkir; ve mevcudât aynalarında cilve-i esmâyı inkâr olduğundan, bütün esmâ-i İlâhiyeye karşı bir tezyif; ve mevcudâtın Vahdâniyete olan şehâdetlerini reddettiğinden, bütün mahlûkata karşı bir tekzib olduğundan, istidad-ı insanîyi öyle ifsad eder ki, salâh ve hayrı kabule liyâkati kalmaz. Hem, bir zülm-ü azîmdir ki, umum mahlûkatın ve bütün esmâ-i İlâhiyenin hukukuna bir tecavüzdür.
İşte, şu hukukun muhâfazası ve nefs-i kâfir hayra kabiliyetsizliği, küfrün adem-i affını iktizâ eder. “Muhakkak ki şirk pek büyük bir zulümdür” (Lokman Sûresi: 13.) şu mânâyı ifade eder.
Sözler, s. 79-80
|
26.06.2008
|
|
Kulluğu yüceltme sanatı
İnsan, dünyaya teşrifinden kısa bir süre sonra başlar okumaya. Hayat nuruyla, gözlerini açtığında önce puslu görür dış dünyayı. Bu, onun gözlerinin daha kuvvetli görebilmesi için Hakim-i Rahim’in insana lütfettiği bir hâldir. İnsan, hayata teşrifinden bir müddet sonra görür, dokunur, hisseder, düşünür, araştırır…
Henüz bebekken, fıtrî bir hâl ile okumaya başlar dış dünyayı. Cenâb-ı Hakk’ın ona verdiği cihazlarla, duygularla tanımaya çalışır; geldiği şu dünya memleketini. Basamak basamak yükselir hayat merdivenlerinde.
Zamanı gelir; harflerle, cümlelerle tanışır. Elinde kalem, aklında binlerce soru ile okumayı öğrenir. İşte bu okuma ile daha da geliştirir kendini. Sonra “Büyüyünce ne olsam?” hayalleri… Tutkuyla bağlandığı hayallerine sıkı sıkı sarılır. Hep bir şeyi öğrenme çabası içinde, yükselme gayretinde devam eder yaşantısına. Gerektiğinde sorgular hayatı. Kısacası her daim ilme müştaktır. Ve ilme koşmaktadır. Buna hem ihtiyacı vardır, hem de merakı. Bu, yaratılışında varolan bir özelliktir. Bu hâl, onu diğer hayat sahiplerinden farklı ve özel kılar.
Üstad Hazretleri ilmin iki kısım olduğunu söyler: “Bir nevî ilim var ki, bir defa bilinse ve bir-iki defa düşünülse kâfî gelir. Diğer bir kısmı, ekmek gibi, su gibi, her vakit insan onu düşünmeye muhtaç olur. Bir defa anladım, yeter diyemez. İşte ulûm-u imaniye bu kısımdandır. Elinizdeki Sözler, ekseriyet itibarıyla inşaallah o cümledendir” der.1
“İnsanın vazife-i fıtriyesi, taallümle tekemmüldür, duâ ile ubudiyettir. Yani, ‘Kimin merhametiyle böyle hakîmâne idare olunuyorum? Kimin keremiyle böyle müşfikane terbiye olunuyorum? Nasıl birisinin lütuflarıyla böyle nazeninâne besleniyorum ve idare ediliyorum?’ bilmektir; ve binden ancak birisine eli yetişemediği hâcâtına dair Kàdıü’l-Hâcâta lisan-ı acz ve fakr ile yalvarmaktır ve istemek ve dua etmektir. Yani, aczin ve fakrın cenahlarıyla makam-ı âlâ-yı ubudiyete uçmaktır.”2
İlmin yanında ehemmiyetli bir husus daha vardır. O da, duâ ile hareket etmek. Duâ, imanın belirtisidir. İnsan, doğar doğmaz acz içindedir. Kainata yabancıdır. Kâinatı tanıdıkça da Bir Yaratıcıya ihtiyaç duymaktadır. Çünkü böyle bir acz, ancak sonsuz bir kudret sahibine iman ve itimadı gerektirir.
Bu sığınma ve inanma ihtiyacı ile Rabbine iman eder. İman ile birlikte Mabud’unu tanımak ister. Kâinatı okumakla, ilim ile, duâ ile Marifetullaha yaklaşır. Yani Rabbini tanır. Tanıdıkça sever. Sevdikçe muhabbetullahı kalbinde hisseder. Mânevî lezzet içinde, bir niyaz tavrını alır. Her an acz içindedir. Ve her an tam teslimiyetle Rabbine sığınır. Kul, duâ ile ehemmiyet kesb eder. Burada insanın aklına şu âyet-i kerime geliyor; “De ki: Eğer duânız olmasa Rabbim katında ne ehemmiyetiniz var?” (Furkan Sûresi, 25:77.)
Duâ ile ubudiyet makamında yücelir kul. Ne güzeldir, Rabbe kul olmak… Ne tatlıdır, ubudiyetten lezzet almak… Ne latiftir, insaniyetten kul makamına çıkmak… Zira İnsan, “Muhabbetullahı tazammun eden imanın nuruyla münevver olan İslâmiyetin terbiyesiyle tekemmül eden insaniyet cihetinde, ubudiyeti içinde bir sultan; ve cüz’iyeti içinde bir küllî; hakareti içinde makamı pek büyük ve daire-i nezareti pek geniş bir nâzırdır…”3
“Demek, insan bu âleme ilim ve duâ vasıtasıyla tekemmül etmek için gelmiştir. Mahiyet ve istidat itibarıyla her şey ilme bağlıdır. Ve bütün ulûm-u hakikiyenin esası ve madeni ve nuru ve ruhu marifetullahtır ve onun üssü’l-esası da iman-ı billâhtır.”4
Öyleyse biz de ebede uzanan ubudiyet gayemizde ilim ve duâ ile yükselmeliyiz. Bilhassa ilimlerin şahı iman ilmiyle dolup, o imanın verdiği teslimiyetle Rabbimizden medet ummalıyız. Kulluğu yüceltme sanatı “ilim ve duâ” ile Sani-i Hakîm’e ubudiyetimizi sunmalıyız.
Dipnotlar:
1- Barla Lahikası, 144
2- Sözler, 286
3- Age, 297
4- Age, 286
|
Fatma ALTUNER
26.06.2008
|
|
Allah sevgisi
İnsan önce bilir, sonra tanır, daha sonra da sever. Marifetullah, muhabbetullaha götürür. Allah’ı bilmek, tanımak, Allah sevgisini sonuç verir. Bu konuda şöyle bir kıssa vardır:
Allah (cc), Davud aleyhisselâma buyurmuş ki:
“Beni kullarıma anlat. Beni sevdir.”
Davud aleyhisselâm:
“Ey Rabbim! Seni kullarına anlatabilirim,” demiş, “Ama nasıl sevdirebilirim?”
Allah (cc) buyurmuş ki:
“Sen kullarıma, onlara ihsan ettiğim nimetlerimi hatırlat, açıkla. Ben onların kalplerinde sevgiyi yaratırım.”
…
Kalplerde sevgiyi Allah yaratır.
Bizim yapacağımız şey ise, her şeye Allah hesabına bakmak. Yani bir çiçek gördüğümüzde, “ne güzeldir” yerine, “ne güzel yaratılmış bir çiçek” demek.
Bir meyve yediğimizde, “ne güzel meyve” yerine, “Benim hoşuma gidecek şekilde ne güzel yaratılmış bir meyve” demek.
Güzel bir manzara karşısında, “ne güzel manzara” değil, “ne güzel yaratılmış bir manzara” demek.
Yağmur yağıyorsa, “yağdırılıyor” olduğunu görmek.
Güneşin “çıkarıldığını,”
Arıya bal, ineğe süt, ağaca meyve “yaptırıldığını,”
Dünyanın “döndürüldüğünü” görmek.
Hiçbir şeyin başıboş olmadığını anlamak.
Yani yaratılanlara, Yaratanı unutmadan bakmak.
Böyle bir bakış açısı bizi Allah’ı (cc) tanımaya götürür. Rabbimizin her şeyi bizim için yarattığını anlamak da, hakkımızda ne kadar şefkatli olduğunu bize hissettirir.
Allah’tan rahmet ve nimet gelir; bizden sevgi ve muhabbet çıkar. Allah ebedî bir dostluk teklif eder; insan da imanı ve güzel işleriyle bu teklife cevap verir.
…
Kâinat ve dünya, Allah’ın eserlerinin sergilendiği bir sergi salonudur. Dünyayı ve içindekileri, bir sergi salonunu gezer gibi gezmeli ve görmeliyiz. Böyle Allah namına baktığımızda, her şey Allah’ı tanımamıza ve sevmemize hizmet edecektir. Zaten Rabbimiz bütün lütuflarıyla, gösterdiği güzellikleriyle, tattırdığı leziz nimetleriyle, bize olan rahmetini ve sevgisini gösteriyor ve göstermek için yaratıyor.
Bediüzzaman Hazretleri, eserinde, iki bakış açısı ve iki muhabbetten bahseder ve şöyle bir örnek verir:
“Nasıl ki bir pâdişâh-ı âli, sana bir elmayı ihsan etse, o elmaya iki muhabbet ve onda iki lezzet vardır:
Biri; elma, elma olduğu için sevilir ve elmaya mahsus ve elma kadar bir lezzet vardır. Şu muhabbet pâdişaha ait değil. Belki, huzurunda o elmayı ağzına atıp yiyen adam, padişahı değil, elmayı sever ve nefsine muhabbet eder.
Bazen olur ki, padişah o nefisperverâne olan muhabbeti beğenmez, ondan nefret eder. Hem elma lezzeti dahi cüz’îdir. Hem zeval bulur, elmayı yedikten sonra o lezzet dahi gider, bir teessüf kalır.
İkinci muhabbet ise; elma içindeki, elma ile gösterilen iltifât-ı şâhânedir. Güyâ o elma, iltifât-ı şâhânenin numunesi ve mücessemidir diye başına koyan adam, padişahı sevdiğini izhar eder (gösterir).
Hem iltifatın kılıfı olan o meyvede öyle bir lezzet var ki, bin elma lezzetinin fevkindedir. İşte şu lezzet ayn-ı şükrandır. Şu muhabbet, padişaha karşı hürmetli bir muhabbettir!..” (Sözler)
…
Örnekte de görüldüğü gibi, iki bakış açısı, iki ayrı sevgiyi netice verir.
Her şeye Allah için baktığımızda, Allah’ı severiz. Allah’ı sevmek de her şeyi sevmeye götürür, çünkü her şey Rabbimizin eseri ve mahlûkudur. “Yaratılanı, Yaratandan ötürü severiz.” Bu sevgiden, iyilikler, yardımlaşmalar, karşısındakinin hakkını hukukunu gözetmeler, güven ve huzur çıkar.
Her şeyi başıboş, sahipsiz görüp, menfaatimiz için baktığımızda ise, kendimizi severiz. Kendi için yaşayan insan da, başkalarını gerçek anlamda sevemez. Bu bencillikten de, zulümler, adaletsizlikler, başkalarının hakkını çiğnemeler, aldatmalar, anarşiler, her türlü toplumsal problemler çıkar. Demek ki, kalpler de bir bahçe gibi, ne ekilirse o bitiyor.
|
Suat ÜNSAL
26.06.2008
|
|
|
Gezi Eki Pdf
|
|
|
|
|
|