Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 16 Haziran 2008
Anasayfam Yap | Sık Kullanılanlara Ekle | Reklam | Künye | Abone Formu | İletişim
ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET ve ŞÛRÂDIR

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 

Basından Seçmeler

 

“Darbeye karşı bir ses çıkar”

Esrarengiz görüşmeler bunlar... Türban Davası’nın Anayasa Mahkemesi’ne gitmesinden hemen sonra ve AK Parti’nin kapatma davasında hemen önce; yani böylesine kritik günlerden birinde Anayasa Mahkemesi Başkanvekili Osman Paksüt Kara Kuvvetleri Komutanı Org. İlker Başbuğ’la, karargâhta bir görüşme gerçekleştiriyor.

İddiaya göre, görüşme sınırötesi operasyon nedeniyle yapılan bir kutlama ziyaretiymiş. Ama nedense Paksüt böylesi masum bir ziyareti önce inkâr ediyor. Hürriyet’ten Enis Berberoğlu kendisine iki kere ve ısrarla sordukları halde Paksüt’ün görüşmeyi inkâr ettiğini yazıyor. Yine nedense Paksüt’ün karargâha geldiği sırada komutanlık katı boşaltılıyor ve kameralar kapatılıyor. Paksüt yaptığı basın toplantısında kameraların kapalı olmadığını söylüyor. O zaman da insanın aklına şu soru geliyor:

Peki siz kapalı mı açık mı olduğunu nereden biliyorsunuz? Karargâha giderken “Kameralar kapalı mı?” diye mi sordunuz? Esrarengiz işler bunlar...

Türkiye geçen yıl Nisan ayından bu yana alacakaranlık bir dönemden geçiyor. Tüm ışıkları kapatıp ülkeyi zifiri karanlığa boğmak isteyenlerle alacakaranlıktan aydınlığa çıkmak için uğraşanlar arasında dişe diş bir mücadele, neredeyse göğüs göğüse bir çarpışma sürüyor. Bu mücadelenin sonucu Türkiye’nin kaderini belirleyecek. Ya alacakaranlıktan kopkoyu bir karanlığa gömülecek bu ülke ya da aydınlığa çıkacak. Üstelik bu kez kalıcı bir aydınlık olacak bu... Bu hayati hesaplaşmanın sonucu belirleyecek olan temel güç sizlersiniz. Her şey sizlerin ağırlığınızı koymanıza bağlı. Yunan halkının, İspanyol halkının yaptığını yapamazsak, tepkimizi meydanlarda yüksek sesle ortaya koyamazsak, 27 Mayıs’tan beri hep yaptığımız gibi susup beklersek yakında göz gözü görmez olacak. Aşağıda Genç Siviller’in yaptığı son çağrıyı okuyacaksınız. Hepinizi bu çağrıya kulak vermeye çağırıyorum. Bir yürüyüşle bir şey olmaz demeyin. Bu yürüyüşü 50 yıldır süren ataletten silkinmenin işaret fişeği haline getirmek sizin elinizde. İşte o çağrı: “Darbeye Karşı Bir Ses Çıkar 21 Haziran 2008 Cumartesi Günü, yılın en uzun, en aydınlık en beyaz günü. İşte o gün 50 yıldır cesaret edemediğimiz, hep geç kaldığımız bir şeyi yapmak için toplanacağız. Demokrasiden, adaletten, özgürlükten yana ve darbeye karşı bir ses çıkartmak için.

O sesi 27 Mayıs 1960’da çıkaramadık. Bir başbakan gözlerimizin önünde asıldı. 27 Mayıs’a sessiz kalışımızın bedelini 12 Mart 1971’de hayatlarının en güzel çağındaki gençler ödedi. Yine sessizliğe gömüldük. Ve o sessizliğin de bir bedeli vardı. 12 Eylül 1980’de yüz binlerce genç o bedeli ödedi, biz yine sessizce izlerken. Tarih tekerrür etti. 12 Eylül 1980’nin sessizliğine doğan kızlar 28 Şubat 1997’de üniversite kapılarından başörtüleri yüzünden geri çevrildi, kaçınılmaz bedeli bu kez onlar ödedi. Sessizdik. Sessizliğimiz cesaret verdi. 27 Nisan gecesinin sessizliğini bir e-muhtıra bozdu.

Karanlıklar içinde sessizce Susurluklar, Şemdinliler oldu, Ergenekonlar kuruldu, Savcılar linç edildi. Sessizliğimizden cesaret alanlar hukukun arkasına saklanıp siyaseti tehdit ettiler. Şimdi yılın en uzun ve en güzel günü şehrin orta yerinde sessizlik yeminlerimizi demokrasiden, vicdandan, adaletten yana derinlerden gelen bir uğultu sesiyle bozuyoruz. Kepenkleri indiriyoruz, televizyonu kapatıyoruz, yemeğin altını söndürüyoruz, işimizden izin alıyoruz birlikte İstiklal Caddesi boyunca bir akşamüstü yürüyüşüne çıkıyoruz. Tek renk, tek slogan, tek pankartla. Beyazlar içinde. Bir daha karanlıklar üzerimize çökmesin diye,

Biliyoruz çok geç kaldık ama daha da geç kalmayalım diye,

Kırıp dökmeden, kimseyi üzmeden olan bitenden rahatsız olduğumuz bilinsin diye,

Yıllardır süren sessizliğimizin bedelini bir daha çocuklarımız ödemesin diye,

Biliyoruz çok geç kaldık ama daha da geç kalmayalım diye,

Bu kez iş işten geçmesin, ağır çekim darbe amacına ulaşmasın diye,

Demokrasiden, siyasetten, özgürlükten, yeni bir sivil anayasadan yana; yargı darbesine, darbe tehditlerine karşı vakur bir ses çıkarmak için, ilk sivil bir uyarıyı vermek için,

21 Haziran 2008 günü yılın en uzun, an aydınlık, en güzel, en berrak günü bir akşamüstü, saat 17’de şehrin orta yerinden, Tünel’den Taksim’e doğru sessizlikten bir ses olup yürüyoruz. Gelir misin?”

Bugün, 15 Haziran 2008

Gülay GÖKTÜRK

16.06.2008


 

Yargıç... Ey yargıç

Yüce Mahkeme’nin iki numaralı ismi... Sayın Osman Paksüt Beyefendi... Eşinizle birlikte “Dinleniyoruz” diye feveran ettiniz, balon çıktı...

İçişleri Bakanı şerefini ortaya koyarak “Bu bir yalan” dediği halde sizden de, eşinizden de gık bile çıkmadı...

Hakkında yargılama yaptığınız partiden bir hafta önce ihraç edilmiş bir kişiyle buluşup yemek yediniz... Bu düpedüz bir skandaldı ama es geçildi...

Kara Kuvvetleri Komutanı ile görüştüğünüze dair iddialara önce “Yok öyle bir şey” diye yanıt verdiniz... İddialar yaygınlaşınca da “Vardı öyle bir şey” demek durumunda kaldınız... Sayın yargıcım...

Tamam... Pek mühim bir dava öncesi, Anayasa Mahkemesi’ni yıpratmayalım... Tamam... Yüce Mahkeme’nin yüce üyelerine karşı biraz daha titiz olalım...

Tamam... Haddimizi aşmayalım...

Ancak çok sayın yargıcım...

Biliyorsunuz, o “Yüce Mahkeme”de sizden gayri şu kadar üye var... Ve sizin oyunuz ile onların oyu arasında hiçbir fark yok... Yani mahkeme üyeleri arasında “eşit oy” söz konusu...

O halde lütfen söyler misiniz?

Neden onların başına bir şey gelmiyor da...

Şu ince ve belalı işler hep sizi buluyor?

Talihsizlik midir bu?

Yoksa belayı davet etme hali midir?

Yanıtlarsanız pek bir sevineceğim...

Hürriyet, 15 Haziran 2008

Ahmet HAKAN

16.06.2008


 

Ortada olanlar yetmiyormuş gibi

Önce Deniz Baykal’ın Danıştay Başkanı’nı ziyaretinde Yargıtay Başsavcısı ile görüştüğü yolundaki haber düştü.

Bir iki gün bununla oyalandık.

Sonra sıra geldi bir emekli büyükelçinin evindeki “esrarengiz yemek” meselesine. Davetlilerin isimleri yan yana konduğunda masada ne tür bir sohbet döneceği besbelli değilmiş gibi başlanıldı yemek sırasındaki konuşmaların (hem de diyalog tarzında) yayınına.

Gecede geçen diyaloglar öyle kesin bir dille aktarılıyor ki, yemek servisi yapan garson “sizden” olsa bile konuşulanları bu derece ayrıntısıyla kaydetmesi imkansızdı... Eğer tabii, şu günlerde pek hoşumuza giden dışarıdan çanakla filan dinleme yöntemleri kullanılmadıysa. (Yeri gelmişken hatırlayalım: Bir şehrimizin belediye başkanının dışarıdan çanakla dinlenebilmiş olması polisin teknolojiye ne derece iyi hakim olduğunu göstermesi bakımından (Masis Kürkçügil’e 2007 1 Mayıs’ında kameralar önünde tokat atan “maskeli” polis memurunun kimliği henüz tespit edilememiş olsa da!) göğsümüzü kabartmıştı... Dinlenenin bir “Belediye Başkanı” (bir daha tekrarlayalım: Bir Belediye Başkanı) olması bizi hiç mi hiç rahatsız etmemişti. O belediye başkanları ki, medeni dünyada şehrindeki polisin amiridir.)

Söylediğim gibi, emekli büyükelçinin yemeğinde geçen konuşmaların böyle son derece “esrarlı” bir havaya sokulması, gerçekten şaşırtıcıdan da öte komikti tek sözcükle. Kim olduklarını çok yakından bildiğimiz davetliler tabii ki, tahmin ettiğimiz içerikte bir sohbeti sürdürmüşlerdi.

En son olarak da AYM Başkanvekili Osman Paksüt’ün Kara Kuvvetleri Komutanı İlker Başbuğ’u ziyaret ettiği haberi çıka geldi. Bu hadise ve havadisin öncekilerden farklı özellikler taşıdığı muhakkak. Haberin yayımlandığı gün taraflar (Kara Kuvvetleri Komutanı ve Osman Paksüt) ortaya atılan iddianın doğru olduğunu açıkladılar. (Paksüt’in bir gün önce inkâr ettiği söyleniyor ama bu husus konumuz açısından önemli değil.)

Bir Anayasa Mahkemesi üyesi Kara Kuvvetleri karargâhında? Ortada kulağa bile hoş gelmeyen bir samimilik olduğu muhakkak. Ama Paksüt açısından bu ziyaretin yadırganacak en ufak bir yönü yok. Anayasa Mahkemesi Başkanvekili, Mahkeme’ye üye seçildiğinden bu yana İlter Bağbuğ ile “iki veya üç kez” görüştüğünü söyleyerek şöyle devam ediyor: “İkinci görüşmeyi hatırlamıyorum.” (Paksüt’ün bu son sözlerine ilişkin enteresan bir ayrıntı: Radikal gazetesi (nedense) Paksüt-Başbuğ görüşmesini (kafadan) “ikiye” indirmiş. Paksüt’ün her yerde (Hürriyet dahil) “iki veya üç kez Başbuğ ile görüştüm” şeklinde yayımlanan sözleri Radikal’de şu hale sokulmuş: “Başbuğ’la sadece iki defa görüştüm.” Besbelli ki, Paksüt’ün ikinci görüşmede neler konuşulduğunu hatırlayamaması gazetenin de canını sıkmış.) İsterseniz, Ahmet Altan’ın (Taraf) bu içeriği unutulan görüşmeye ilişkin yorumunu da aktarayım: “Kara Kuvvetleri Komutanı ile ne konuştuğunu unutan bir Anayasa Mahkemesi üyemiz var. (...) Acaba Paksüt’ün hatırlamadığı başka neler var?”

Paksüt-Bağbuğ görüşmesinin benim açımdan problem teşkil eden (asıl) yönü bu “hatırlamama” meselesi değil. Paksüt’ün açıklamasından hareketle beni asıl şaşırtan husus, bir anayasa mahkemesi üyesinin bir askeri harekât sonrası bir kuvvet komutanını “tebrik ziyareti”ne gidebiliyor olmasıdır. Şu sözler Paksüt’ün açıklamasında yer alıyor:

“Kuzey Irak, bölgesel Kürt yönetimi ve bölgedeki deneyimlerimi iletmek, paylaşmak suretiyle bir görüşme oldu.Görüşme talebi benden geldi. Bir vatandaş olarak harekâtın başarısından dolayı takdirlerimi iletmek, harekâtın zamansız bitirilmesi yönündeki eleştirilerin de haksız olduğunu iletmek amacımdı.”

Bilmiyorum, belki de çoğunuza bu sözler “tabii” geliyordur, emin değilim. Ama bana sorarsınız, bir “Yüksek Mahkeme” yargıcının bir askeri harekata ilişkin “takdirlerini iletmek” için bir komutanı ziyareti son derece uygunsuzdur derim. Paksüt, sıraladığı konuları (Kuzey Irak, bölgesel Kürt yönetimi vs) aklından bir türlü çıkaramıyor, bunlara ilişkin “deneyimlerini iletmek” için bu kadar can atıyor ise, Anayasa Mahkemesi’nde yargıç olmamalıydı. Çünkü biliyoruz ki orası başka bir yer; orası, insanlık durumunun silah ve savaş aradan çıkarılarak nasıl çözümlenebileceğinin düşünülüp tartışıldığı yerlerden birisi.

Yeni Şafak, 15 Haziran 2008

Kürşat BUMİN

16.06.2008


 

Sizi izlediğim için özür dilerim

Yüce Anayasa Mahkememiz Başkanvekili Osman Paksüt’ün 4 Mart günü Kara Kuvvetleri Yüce Komutanımız İlker Başbuğ’u ziyaret ettiği ortaya çıktı ya.

Bu ‘haberi’ de Zararlı Gazete Taraf patlattı. İşte Taraf olmak böyle 1 şey olsa gerek.

Osman Paksüt; bir saat on beş (sevgi/saygı dolu) dakika süren bu Kutlama Ziyareti’nin ortaya çıkması üzerine, haklı olarak, Kavaklıdere Tenis Kulübü’nde isyan ediyor. Bir açıklama yapıyor yani. Yanında da Chanel vari bir beyaz yakalı siyah elbise giymiş eşi var Osman Paksüt bu İsyanlarDoluAçıklamayı yaparken.

Ben de şahsen Haşim Kılıç’ın eşinin başı bağlı olduğu için feci bozulan Kemalist Moraller’i bir nebze olsun düzeltmek/düzenlemek isteseydim, hem Kavaklıdere Tenis Kulübü’nü seçerdim açıklama için. Hem de Chanel vari kolsuz siyah elbisesi ve güneş gözlükleri artı iri inci küpeleriyle eşimin yanımda durmasını isterdim Osman Paksüt olsaydım. Osman-Ferda Paksüt çifti yine buraya (Kavaklıdere Tenis) gelirken Fiat Doblo marka bir polis aracını durdurtup izlendiklerini iddia etmişlerdi. Yani ya bu çift Bu Kulüp’ten çıkmıyorlar, habire ordalar, habire- Hani: Levent Kırca yıllar önce yaptığı bir Siyaset Meydanı Skeci’nde tartışma programı bittiği için (en nihayet) yerleri süpürmeye gelen Eleman’a Kezban Hatemi+Hüseyin Hatemi çiftini gösterip ‘Onlar burda yaşıyorlar’ dedirtmişti.

Ya da Paksüt Çifti’yle Kavaklıdere Tenis’in bileşik yıldız eşiği düşük. Nazara geliyor/geldiklerinde soluğu orda alıyorlar. Herhalükârda bu tenis kulübümüz de Yakın Yargı Tarihimiz’deki seçkin yerini aldı. Böylece.

Ama kınıyor ortamı Paksüt ziyaretin üç ay sonra ortaya çıkması yüzünden. Hem de “Bu, izleme olayının kuruntu olmadığını ortaya koyuyor. Beni izletiyorlar” diyor. (Halk Arasında: Baskın basanındır.)

Sabah’tan Nazlı Ilıcak da “Kuzey Irak’taki harekâtın kutlaması bir saat on beş dakika mı sürermiş, telefon yetmiyor muymuş?” tarzı hiç kimselere yakıştıramayacağımız bir septiklik/kuşkusallık içinde.

Pek Yakında Genelkurmay Başkanımız İlker Başbuğ, muştulandığına göre Büyükanıt Paşamız kadar konuşmayı sevmiyor. “Kutlamaların iletilmesi ile sınırlı kalmıştır” deyip kesip atıyor. Bu: Yargı-Ordu el ele ziyaretiyle ilgili. Oysa eşiyle Akbank Caz Festivali kalitesinde bir nezihliğin içinde(n) konuşan Osman Paksüt “Kuzey Irak, bölgesel Kürt yönetimi ve bölgedeki deneyimlerimi iletmek, paylaşmak suretiyle bir görüşme oldu” diyerek de, taşı gediğine koyuyor. (Bana kalırsa, yine tabii.) Ben de mesela, bölgedeki deneyimlerimi iletmek, paylaşmak isterim (nedense) Sn. Yaşar Büyükanıt’a. Gerçi Anayasa Yüce Mahkemesi Başkanvekili olmamak ve habire Kavaklıdere Tenis Kulübü’ne girip çıkmamak gibi 2 (iki) temel eksiğim var.

Bi de beni Fiat Doblo’yla takip etmiyorlar. Ne acayip bir ülke sayın dinleyicilerim! Yargıdan Darbe’nin yaldızları mı dökülmeye başlıyor? Yıldızları mı? ‘Savcılar göreve!’ diye de haykırıyor Yüce Mahkememiz. Öylesine haksız ithamlara maruz kalmışlar ki son zamanlarda.

Onların, Türkiye’de geçtim demokrasiyi, demokrasinin yakın geleceğini tehlikeye atan ikiye dokuzla alınmış esastan bozma kararı. Gerekçelerini açıklamadan daha, yangından karar çıkarırcasına açıkladıkları iptal kararı, artı kapatma davasına bakmayı kabul etmiş olmaları. Oysa Türban Davasıyla ilgili bir rapor var, kapatma davasıyla ilgili bir rapor. Ve de DTP’nin kapatma davasıyla ilgili bir diğer rapor. Anayasa Mahkemesi olaraktan, görev verdikleri raportörler tarafından sunulmuş bu raporları, kamuoyuyla paylaşarak, demokratik temayüllerini ispata başlasalar- nasıl olur acaba?

Zira ‘İzlendiğimiz ispatlandı!’ ‘Savcılar göreve!’ vari yaklaşımlar, Yargı’nın kendini her türlü kuvvetin üstünde konuşlandırdığı bu günlerde, En Matkap Darbeli Senaryolar’ın işleme konulduğuna dair varsayımların ‘komplo’dan ziyade, kanıtlanmış/tamamiyle kanıtlanmasına ramak kalmış ‘teoriler’ olduğu limanına demir atmamıza neden oluyor.

Radikal, 15 Haziran 2008

Perihan MAĞDEN

16.06.2008


 

Sopayla icra edilen kanuna ne denir?

Elimde bir kitap var: Kapağında “Kanun Metodu” yazıyor. Bugünlerin sıcak tartışmaları içinde bu başlığı Anayasa Mahkemesi’ne bağlayabilirsiniz ama aslında bu kitap gerçek bir Kanun Metodu.

Sihirli parmakları ve müzik bilgisiyle yalnız Türkiye’de değil dünyada da kanunilerin piri sayılan Halil Karaduman dostumun hazırlamış olduğu, son derece yararlı bir kitap. Kanun öğrenmek isteyenler için vazgeçilmez bir kaynak.

Bu, işin müzik bölümü.

***

Bir de kanun adının çağrıştırdığı kavramlar var. Mesela bugünlerde en çok tartışılan, nedir ne değildir diye sorulan, kimilerinin sistemin dışına çıkarmak istediği kanun kavramı. Bu tartışmaları, müzik aletiyle birlikte düşündüğümde aklıma bazı ilginç noktalar geliyor. Birincisi şu: Kanun metotsuz icra edilmiyor. Elinizde mutlaka bir “düstur” bulunacak, herkesin ön kabulü olan bir metin -ki bu durumda bu Anayasa oluyor- üzerinde birleşilecek ve sonra buna uygun davranılacak. Kimse Kanun Metodu üzerine yemin etmez ama Anayasa üzerine yemin ediliyor.

***

Metodu bir DVD ile birlikte sunan Halil Karaduman diyor ki: “Kanun çalmak için düz bir sandalyeye veya tabureye oturulur. İki ayak altına yaklaşık 15 santimlik bir yükseltici konulur. Eller doğal olarak kanunun üzerinde tutulur. Kollar ve dirsekler kesinlikle bir yere dayanmaz. Her an her tele ulaşabilecek şekilde pozisyon alınır.” Buradan da çıkardığım ders şu: Demek ki eğri oturup doğru kanun yapılmıyor (çalınmıyor) ve kanun yapılırken kesinlikle bir yerlere dayanmamak gerekiyor. Bu işin bir âdeti, usulü ve nizamı var ve keyfî olarak bunun dışına çıkmak mümkün değil. Yani ben güçlüyüm, kanunu amuda kalkıp çalarım diyemezsiniz. Her teli eşit olarak dikkate almanız gerekli.

***

Yine Karaduman’dan okumaya devam edelim:

“Kanunda en alt ses, Türk musikisinde RE diye isimlendirdiğimiz, Batı musikisinde ise LA denilen sestir.” Bu da önemli: Batı LA derken biz RE diyoruz. Yani aynı şeyi söylediğimizi sanırken, bambaşka tellerden çalabiliyoruz ve işin kötüsü farkında olmuyoruz bunun. Onlar bizim LA dediğimizi sanıyor oysa biz RE diyoruz.

İşte zurnanın zırt dediği yerlerden birisi de bu.

***

İyi bir kanun icrası için bir başka kural şöyle:

“Her saz için olduğu gibi kanun için de akort çok önemlidir.” Yani teller (kişiler, kurumlar, siyasiler) bir akort içinde tınlamalı, falsolu bir ses çıkmamalı. Bu ahenk sağlanmadığı zaman da kanun icrası mümkün olmuyor.

***

Karaduman diyor ki: “Bir perdedeki mandalların hepsi inikken 5 komalı bakiye bemolü olur.”

Demek beş komalı!!! Neyse bu konuya fazla girmeyelim ama mandalları dik tutmaya devam edelim derim ben. Ne olur ne olmaz!

***

Sonuçta benim bu metottan anladığım şu: Kanun icrası için akort, ahenk,düzen ve iyi niyet gerekiyor. Yoksa icra edilen şey kanun olmaktan çıkıyor. Santur oluyor. O da bildiğiniz gibi kanunun sopayla icra edilenidir.

Vatan, 15 Haziran 2008

Zülfü LİVANELİ

16.06.2008

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

 
GAZETE 1.SAYFA
Download

Kutlu Doğum Haftası Pdf

Bütün haberler

© Copyright YeniAsya 2008.Tüm hakları Saklıdır