Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 15 Haziran 2008
Anasayfam Yap | Sık Kullanılanlara Ekle | Reklam | Künye | Abone Formu | İletişim
ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET ve ŞÛRÂDIR

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 

Basından Seçmeler

 

Sizi görüyoruz baylar!

Evet, sizi görüyoruz baylar! Halkımız ne güzel söylemiş: Minareyi çalan kılıfını hazırlamalı. Minareyi çalmak istiyorsunuz ama uygun kılıf bulmakta zorlanıyorsunuz.

Minare, bulduğunuz kılıfları oradan buradan patlatıyor. Kıvranıyorsunuz. Yaptığınız işlerin tamamının hukuk dışı olduğunu biliyorsunuz.

O zaman “Jakobenlikse jakobenlik” demeye kadar vardırıyorsunuz. İşte bu bir kılıf patlamasıdır. Eylemlerinizin halktan onay almayacağını biliyorsunuz. Asla hakkınız olmadığını bildiğiniz halde, resmen, uhdenize tevdi edilmiş devlet kurumlarını siyasi hesaplaşma aracı haline getiriyorsunuz. Bürokratsınız ama resmen siyaset yapıyorsunuz. Kurumların itibarını harcıyorsunuz. Partiniz var, onunla mutlu değilsiniz. O bile halktan onay alamıyor. Ne kurumlarınızdan istifa ederek, ne de emekli olduktan sonra yeni parti kurmaya cesaretiniz yok.

Çünkü kurduğunuz partiler buçuklarda kalakalıyor. Çünkü halkta karşılığınız yok. O zaman halksız bir sistemi öngörmek zorundasınız. Onu da çağın gerçekleri dışlıyor. Dımdızlak ortada kalıyorsunuz. Sizi görüyoruz! Görüşmeler, görüşmeler, görüşmeler... Kumpaslar, kumpaslar, kumpaslar...

Elde var sıfır, ya da elde var hukuksuzluk! Bakın! Bütün söylemleriniz savunmaya dönük. Yargılarken bile savunma halindesiniz. En saldırgan biçimde karşınızdakileri suçlarken bile içinizde savunma tortuları birikiyor. Çünkü uygulamakta olduğunuz hukuk değil. Çünkü çıkış noktanız vicdan değil. Hukuksuzluğu vicdanlara kabul ettirmek için dil dökmek zorundasınız. Sütunlar, uygulanmakta olan hukuksuzluğun neden gerekli olduğunu anlatmaya çalışan içi boş söylemlerle dolu.

-Sizi neden dövüyoruz, okuyun ve anlayın!

-Neden sürekli darbe yapıyoruz, anlayın ve içinize sindirin!

-Neden duyguları bile yasaklıyoruz?

-Neden halkı dışlıyoruz?

-Neden üslubumuz hep tehdit yüklü?

-Neden “Yargılayın ve asın” hukuku işletiyoruz? Tüm bunlar, “Saçma”nın izah çabası... Halkın gözlerine bakıyorsunuz, orada size yönelik en küçük bir güven göremiyorsunuz, yarınınız yok, halkla birlikte yürüme imkanınız yok, bu ülkede ya halkın meşruiyet duygusunu kazanmak, ya da tarihe “despot” diye geçmekten başka çıkar yol bulunmadığını görüyor, tıkanıyorsunuz. Tıkanma bir öz-eleştiriye yol açsa, bir “siyasi tövbe” gerçekleşse, insani bir durum olurdu.

Halk buna belki şefkatiyle bakardı. Ama tıkanmadan halka yönelik öfke çıkıyor, ve duruşunuz daha çok zulme dönüşüyor. Sizi görüyoruz baylar! Eğitimci değilsiniz! Bu millet eğitimciyi tanır ve ona bir harf öğretenin kırk yıl hizmetinde bulunmayı şeref addeder. Hukukçu değilsiniz!

Bu millet, yüz yıllar içinden şeriatın kestiği parmak acımaz inancıyla gelmiştir. Asker değilsiniz! Bu millet, ordusunu Peygamber ocağı olarak görmüş, şehit anası- babası olmanın kolay elde edilemeyecek bir şeref olduğuna inanmıştır. Bu millet, ordu ile halk iradesinin karşı karşıya gelebileceğini aklına bile getirmemiştir. Medya değilsiniz! Medya halkın savunucusudur. Halk adına kamu iradesini denetleyen bir kurumdur. Hukuk dışı arayışlarda kumpasa dahil olan değil. İşadamı değilsiniz!

İş dünyası ülke için değer üretir. Halkı ile barışık olur. Halkı velinimet olarak görür. “Demokrasi olmasaydı şöyle olurdu, demokrasi var, böyle oldu” türünden söylemlerle demokrasi olmayan ülkelere özlem duyup, bu yolda demokrasi dışı arayışlarla kol-kola girmez. Hatta siyasetçi değilsiniz! Meşru siyaset, kurallarına göre yapılır ve halka dayanır.

Halkı cendere içinde tutacak bir yönetim mantığına hizmet eden iş, meşru siyaset değil, başka güç odaklarıyla işbirliği yaparak halkı teslim almaya yönelmiş bir “Sarı siyaset” olur. Sizi görüyoruz baylar! Sizi teşhis etmek için yeterli tecrübemiz var. Boşuna kamuflaj malzemelerine sarılmaya kalkmayın, dımdızlak ortadasınız. Ve hiç de sempatik görünmüyorsunuz!

Bugün, 14 Haziran 2008

Ahmet Taşgetiren

15.06.2008


 

Yeniden, ‘demokrasiye karşı bürokrasi’

Aşağıdaki satırları yaklaşık iki yıl önce yine bu sütunda çıkan yazımdan aktarıyorum:

‘(Türkiye’deki sistemin karakteristik özelliklerinden biriolarak), demokratik meşruluğu temsil eden seçilmiş çoğunluklar sistem içinde iğreti konumdadırlar. Halkı temsil etmeleri onların sistemin gözünde meşru sayılmalarına yetmez. Sahiden ‘muktedir’ olabilmeleri için ise temsil etmek iddiasında oldukları halktan uzaklaşmaları ve ‘Devlet’e yanaşmaları gerekir. Bunun için ise, onların hem ‘(demokratik) siyaset’ten feragat etmeleri hem de ideolojik olarak başkalaşmaları beklenir..

İkincisi, başka demokrasilerdekinden farklı olarak, Türkiye’de ‘bürokrasi’ politika oluşturma bakımından ‘demokrasi’ye tabi değildir. Demokratik iktidar karşısında bürokrasinin özerkliği vardır. Nitekim, bir demokraside seçilmiş çoğunlukların yetkisinde sayılan temel politik tercihlerin çoğu Türkiye’de bürokratik devletçe belirlenir; hükûmet ve parlamentonun yaptığı ise bunları şeklen onaylamaktan ibarettir. Demokratik çoğunluğun bu durumu kabullenmeyip ‘devlet alanı’na karışmaya kalkması haddini bilmezlik sayılır.

Üçüncü olarak, (...) Anayasa bir yandan kamu işleri konusunda parlamentoyu tam yetkili kılar ve hükümetin yetkisini de genel terimlerle tanımlarken, öbür yandan kendi inisiyatifiyle icra-yı faaliyet edecek ve yetki alanları demokratik çoğunluğunkiyle büyük ölçüde örtüşen özerk bürokratik yapılar oluşturmuştur. YÖK ve MGK bu durumun tipik örnekleridir. Cumhurbaşkanlığının adeta ikinci bir hükûmetmiş gibi düzenlenmiş olması da bu manzarayı tamamlamaktadır. (...)

Bu gibi özerk güç odaklarının resmî ideolojinin bekçiliğiyle ilişkilendirilmeleri de bu alanlara demokratik siyasetin müdahale etmesini veya bu alanlar üzerinde yetki iddiasında bulunmasını zorlaştırmaktadır. Bu durum, söz konusu özerk güç odaklarının (...) ‘yetki gasbı’nda bulunmaları halinde bile değişmez. Bütün demokrasilerde açıkça politik bir yetki olan Genelkurmay Başkanı’nın kim olacağını belirleme işinin askerlerin kendi başlarına kararlaştırdıkları rutin bir idari işleme dönüşmüş olması da aynı sebepledir.

Bu bağlamda hatırlamamız gereken başka bir örnek de yüksek yargının durumudur. Bu mahkemeler teknik-hukukî kararlar yerine politik bildiri niteliğinde kararlar yazabiliyor ve Anayasa’nın açık yasağına rağmen yasama veya yürütme niteliğinde kararlar verebiliyorsalar, bu gücü ‘Türk Milleti’nden değil Anayasa’nın ideolojik kimliğinden aldıklarına şüphe yoktur.

Böylece, halka karşı hiç bir sorumluluğu bulunmayan ama basbayağı politika yapan ve bunun maliyetini halka yükleyebilen ucube kurumsal yapılar ‘Türk modeli’nin karaktersitik özelliği olarak ortaya çıkmaktadır. Kimileri hokkabazlık yaparak bu durumun ‘anayasal demokrasi’nin gereği olduğunu söyleseler de, gerçek durumun böyle olmadığını onlar da pekala biliyorlar. Çünkü anayasal demokrasi, devleti demokrasiden değil, yurttaşları devletin aşırılıklarından korumak için vardır. Anayasal demokrasinin, devlet ideolojisine yaslanarak, yerleşik düzenin olduğu gibi muhafazası uğruna sivil hakları ve demokrasiyi budamakla hiç bir ilgisi yoktur.’

Görülüyor ki, Türkiye’nin siyasi rejimine ilşkin bu tahlil bugün hala gecerliliğini korumaktadır. Yüksek yargının son vukuatı bunu iyice kesinleştirmiştir.

Star, 14 Haziran 2008

Mehmet Erdoğan

15.06.2008


 

Laiklik ve laikçilik

Perşembe akşamı, Siyaset Meydanı’nda, Yaşar Nuri Öztürk, “laikçilik” kavramına şiddetle itiraz ediyor ve diyordu ki, “Laikçilik kavramı laikliğe zarar vermek için icat edilmiştir.”

Ben de, bu kavramı “icat” eden prof. Nur Vergin’e sordum.

- Yoksa laikliğe karşı mısınız?

Cumhuriyet Türkiye’sinin birikimli ve bilgili bir kadını Prof. Nur Vergin. Böyle bir soruyu elbette hayretle karşıladı. Yaşar Nuri Öztürk’ün sözlerini aktarınca, laiklik ile laikçilik arasındaki farkı anlattı: “Laiklik, toplum rahat etsin, huzur bulsun diye, insanların deneyerek belirli bir süreç içinde bulduğu hukuki ve siyasi bir yöntemdir. Sosyal barışı tesis etmeyi amaçlayan bir araçtır . Bir başka ifadeyle, laik sistem, bir ihtiyaca cevap vermek üzere zaman içinde oluşmuştur. Laikçilik ise, başlı başına bir ideolojidir; bir amaçtır. Laikliği amaç haline getirirseniz, özünden koparırsınız. Fransızca’da da iki farklı deyim var. Laiklik=Laicite, laikçilik=Laicisme.”

Dahlap kararı örneğiyle konuyu açtım: “Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin, İsviçre’de Lucia Dahlap isimli başörtülü bir ilkokul öğretmenine ilişkin verdiği kararda şöyle deniliyor: Üniversite hariç, kamuya ait eğitim kurumlarında memur kıyafetine sınırlama getirilebilir. Buna mukabil, başörtülü kişinin özel okullarda ders vermesi mümkündür. Çünkü, dinler ve inançlar karşısında devletin tarafsız kalması zorunluluğu, ‘militan laiklik’ (Laicite de combat) anlayışıyla bağdaşmaz.”

- Militan laiklik, laicisme ya da laikçilik, zaten bu ayrıma vurgu yapıyor. Laiklikçilik kelimesini ben, tam da Yaşar Nuri’nin iddiasının aksine, laiklik ilkesini korumak adına kullandım. Nur Vergin’in birkaç cümlede özetlediği konu çok önemli. İnsanlar, laiklik ilkesine niçin ihtiyaç duydu? Çatışmaları önlemek, barış ve huzuru sağlamak için. Eğer bizde bu kavram sürekli kavga üretiyorsa, demek uygulamada bir yanlışlık var. İşte bu yanlışlığın adı: “Laikçilik”...

Sabah, 14 Haziran 2008

Nazlı Ilıcak

15.06.2008


 

Dâvâcının aptalı derdini mübaşire anlatırmış...

Siyasi eğiliminize veya politik konumunuza göre birilerine kızarsınız. Öfkenizi yönlendirdiğiniz kişi ya da kesimlerin, sizi sinirlendiren durumun oluşumundaki katkısını o sırada pek düşünmezsiniz.

Tarih, sosyoloji ve benzeri sosyal bilimlerle pek aşinalığınız yoksa ve kitap okuma gibi bir alışkanlığa sahip değilseniz, işiniz daha da kolaydır.

Böyle durumları pek güzel özetleyen bir Gaziantep özdeyişi var:

- Davacının aptalı derdini mübaşire anlatır, şeklindedir bu özdeyiş.

Türk toplumundaki kronik kamplaşma eğiliminin yine tırmandığı ve farklı siyasal görüş sahiplerinin yine önlerine gelen herkesi suçladığı bu dönemde, bazılarımızın olaylara daha soğukkanlı yaklaşması herhalde gerekiyor.

Öncelikle bazı gerçekleri kabul etmemiz gerekiyor. Birincisi ne AK Partililer, ne CHP’liler, ne MHP’liler ne de DTP’liler uzaydan geldi. Bu partiler de, kadroları da bu toplumun sosyo-politik gerçeğinin ürünleri.

İkincisi, genel seçimlerle ortaya çıkan tabloyu, ne gazetelerdeki manşetler ve köşe yazıları, ne radyo ve TV’lerdeki yayınlar şekillendiriyor. Edirne’den Kars’a uzanan coğrafyadaki seçmenler ortak titreşim içine girdikleri zaman, seçim sandığından bir parti iktidar olarak çıkıyor.

Üçüncüsü ne devlet, ne medya, ne de sesli azınlık, bir iktidarı sonuna kadar iş başında tutabilir. Bu mümkün olsaydı, Sovyet modeli totaliter rejimler çökmezdi.

Biz bize benzesek de

Bu gerçekleri kabul ederseniz, daha ileri adımlar atıp, yerel ile evrensel arasındaki karşılıklı etkilenimin yansıdığı durumlara da soğukkanlı bakabilirsiniz.

Ne kadar “Biz bize benzeriz” deseniz de, Türkiye’nin kendine özgü koşulları yanında, global konumu da, siyasi tablo üzerinde etkilidir. İç dinamiklerle dış konjonktürün uyumu ya da uyumsuzluğu, siyasetin yönünü etkiler.

Birincisi her ne kadar “Batılı” olmak konusunda kararlı olsak, Batı ülkeleriyle ittifak içinde bulunsak ve hem hukukumuzu, hem idaremizi, hem rejimimizi Batı’nın modelleri üzerinde kursak da, aynı zamanda bir Ortadoğu ülkesiyiz. Bu coğrafyanın ve sosyolojisinin pek çok sorunu, bizde de vardır. Neticede Ortadoğu’daki her dalgalanma, şu ya da bu şekilde Türkiye’de de yansımalarını bulur.

İkincisi Türkiye, Osmanlı İmparatorluğu’nun dağılmasının ardından kurulan devletlerden biridir. Gerek kültürel, sosyolojik, gerekse siyasal ve ekonomik Osmanlı mirası da, Türkiye’yi diğer Osmanlı sonrası devletlerle bir ölçüde aynı titreşim katsayısında tutar.

Geçmişte “düvel-i muazzama “ bugün de “süper devletler “, büyük çıkar hesaplarının doğrultusunda, Türkiye’yi de doğrudan ve dolaylı biçimde etkiler.

Bu tür gerçekleri derinine değerlendirdiğinizde, birbirimize düşman olup, kan davası gütmenin ve kamplaşmanın Türkiye için büyük riskler taşıyan lüksler olduğunu kolayca görebilirsiniz. Akılcı tutum, global olumsuz etkilerin zaten fazlasıyla olduğu bu coğrafyada, içeride olabildiğince sorun çözücü politikalar izlemektir. (...)

Bizi birbirimizden ayıran değil, birleştiren niteliklerimizi vurgulayalım. Bunları bir kez daha hatırlatmakta yarar var.

Ancak yine de “derdini mübaşire anlatanlar” dan biri mi olduk kuşkusu, içimizde fazlasıyla var.

Sabah, 14 Haziran 2008

Mehmet Barlas

15.06.2008


 

CHP ‘darbe’ye oynuyor!

CHP lideri Deniz Baykal, CNN Türk’te dün Fikret Bila ve Murat Yetkin’in sorularını yanıtlarken, AKP’nin kapatılması halinde erken seçime gidilmesi yerine ‘yasaklı’ olmayanların kuracağı yeni partiyle Meclis’in görevini sürdürebileceği mesajını verdi.

Seçim konusunda yan çizen Baykal şunu söyleyemedi:

“Anayasa Mahkemesi AKP’yi kapatırsa -DTP hakkında da benzer sonuç çıkabilir- 22 Temmuz’da halkın oylarıyla sağlanan demokratik meşruiyet ve Meclis’in temsil niteliği savunulamaz hale gelir. Bu durumu biz de bir hukuk darbesi sayar ve ertesi gün seçim teklifini başkanlığa sunar, halkı sandığa çağırırız.”

Baykal’ın demokratik bir meydan okuma yerine, ‘Partiler kurulur, kapatılır, ne var bunda?.. 8 aylık Meclis seçime mi gidermiş!’ sözleriyle topu taca atması inanılmazdı. Murat Yetkin’in hayreti ekrana, ‘Normalde seçimi isteyen tarafın muhalefet olması gerekmez mi?’ şeklinde yansıdı. CHP lideri ise, ayrı telden çalıyordu ve kapatılmanın eşiğindeki AKP’nin Başbakan Erdoğan’a ‘dokunulmazlık’ kazandırmak üzere seçim gitmeyi amaçladığını savunuyordu.

Belli ki, CHP liderinin aklında ‘28 Şubatvâri’ bir model var.

AKP kapatılacak, 40’a yakın milletvekilinin üyeliği düşürülecek, Başbakan Erdoğan hem yasaklanacak hem de ‘dokunulmazlığı’ kalktığı için yolsuzluk-usulsüzlük iddialarından ‘Yüce Divan’da yargılanacak. Siyasi yaşamı bitecek!

Oysa Anayasa Mahkemesi’nin AKP ve DTP’yi kapatması halinde demokrasinin ağır bir yara alacağı kesindir. Bu süreç Türkiye’yi AB’den uzaklaştıracağı gibi, ‘demokrasi ligi’nde de küme düşürecektir. Parlamentonun henüz birinci yılını bile doldurmadığının bir anlamı kalmayacak ve 22 Temmuz seçimleriyle oluşan parlamento 12 Eylül’ün ‘Danışma Meclisi’ne benzeyecektir.

Özgürlükçü sol bir partinin, -sosyal demokratlığı tartışmalı olsa da- CHP’nin, iktidar olmak için yargıçlar ve generallere sığınmak yerine halka güvenmesi, ‘Seçime gidersek iktidara geliriz ve Türkiye’nin derinleşen ekonomik siyasi krizini sivil bir programla biz çözeriz’ demesi gerekmiyor mu?

CHP bunu söyleyemediği için ‘içeride ve dışarıda’ adı demokratik seçenekler arasında geçmiyor!

Nisan sonunda CHP’nin kurultayı yapıldı. Deniz Baykal, üç saat süren bir konuşma yaptı. Ancak kürsüden ‘iktidar’ sözcüğünü kullanmadan indi. Üç saat konuşup tek kelimeyle bile ‘iktidar’ olasılığından söz etmemek ana muhalefet partisine yakışır mı?

CHP politbürosu iktidarı istemiyor!

Bu kadronun seçim yoluyla iktidara gelme iddiası ve cesareti yok. Olsaydı Cumhurbaşkanlığı krizinde 27 Nisan ‘e-muhtırası’na açıkça karşı çıkarlar ve 22 Temmuz 2007 seçimlerine kazanmak üzere girerlerdi.

CHP cephesinde değişen bir şey yok, bugün de seçime değil, ‘darbe’ye oynuyorlar!

Milliyet, 14 Haziran 2008

Derya Sazak

15.06.2008


 

Hakim gibi yaşa!

Taraf Gazetesi Anayasa Mahkemesi Başkanvekili Osman Paksüt’ün, türban ve kapatma davaları arasında (4 Mart) Kara Kuvvetleri Komutanlığı’nda Orgeneral İlker Başbuğ ile “gizli bir görüşme” yaptığını yazdı.

Paksüt iddiayı hemen cevapladı. Haberin, takip edilmekte olduğundan başka bir şey ispat edemeyeceğini söyledi.

“Bağdat’ta büyükelçilik yapmış eski bir dost olarak komutana tecrübelerini paylaşmak için gittiğini” anlattı.

Haberin “Askerlerden mahkemeye baskı geldiği” yolunda bir kasta hizmet ettiğini savundu.

Doğru olabilir... Ama yargıçlar da bu gerçeği bilerek hareket etmek zorundadırlar.

Yaş tahtaya basmamak yıpratma çabalarına çanak tutacak tavırlardan sakınmak, ihmal edemeyecekleri tedbirlerdir.

Paksüt’ün bu alanda kusurları oldu. Hâkim gibi izole yaşamak mecburiyeti eski bir büyükelçi ailesine sıkıcı gelebilir ama şartlar özveri gerektiriyor!

Vatan, 14 Haziran 2008

Güngör Mengi

15.06.2008


 

Çivisi çıkmak üzere

(...) Anayasa Mahkemesi Başkanvekili’nin Kara Kuvvetleri Komutanı ile Kuzey Irak operasyonu konusunda bir görüşme yapmış olması fazla inandırıcı görünmüyor. Eğer taraflar, dost olduklarını ve zaman zaman görüştüklerini söyleselerdi daha inandırıcı olurlardı.

Silahlı Kuvvetler’in komuta kademesinin son siyasi gelişmelere ilgisiz olduğunu kimse iddia edemez. Önemli olan, Silahlı Kuvvetler’in kendi görev ve sorumluluk alanı içinde olmayan “siyaset alanı”na müdahale etmemesidir.

Hatırlanacağı gibi, Cumhurbaşkanı seçimi öncesinde de “e-muhtıra” diye anılan bir Genelkurmay Başkanlığı açıklaması ile doğrudan bir müdahale söz konusu olmuştu...

***

Ankara’da yanlışlar üzerine kurulu yanlış bir savaş yürütülüyor. Bu iktidar savaşlarında gazeteler dahil bütün imkânlar kullanılıyor.

Sadece dünkü “görüşme” olayları, demokrasisi normal işleyen herhangi bir ülkede önemli görevlerde bulunanların istifasına yol açacak kadar önemlidir. Ama Türk toplumu bunları “kanıksama”ya başladı ki, bu aslında yaşananların doğurduğu en büyük kötülüklerden biridir.

Ankara’daki savaşın “çivisi çıkmaya” başladı.

Bu tür bir savaşın galibi olmayacağını şimdiden söylemek belki tarafları kızdırabilir, ama doğrusu odur, bu savaştan kimse galip çıkmaz; sadece ülkenin çivisi çıkar.

Vatan, 14 Haziran 2008

Okay Gönensin

15.06.2008


 

Neden hep Paksüt?

Osman Paksüt’ün Kara Kuvvetleri Komutanı İlker Başbuğ Paşa ile görüşmesi manşete çıkıyor.

Anayasa Mahkemesi Başkan Vekili Osman Paksüt, bu haber üzerine kendisini, “İzleniyorum” diye savunuyor... Yani türban ve AKP kapatma davasıyla ilgili çizgisinden ve oyundan ötürü kamuoyu nezdinde karalandığı imasında bulunuyor. Haklı mı, belki!

(...) Mesela Başbuğ görüşmesini Hürriyet olarak biz de duyduk ve önceki gece Paksüt’e iki kez sorduk, kesin dille yalanladı.

Merak ettim, neden kendisini arayan muhabire, “Paşa benim yakın dostumdur, hep görüşürüm, ne gariplik var bunda?” diyemedi de ertesi günkü imalı haberlere geçit verdi acaba?

Yargıçların kararlarıyla konuşmaları esastır. Ama daha önemlisi, tam doğruyu söylemeleridir.

Hürriyet, 14 Haziran 2008

Enis Berberoğlu

15.06.2008


 

Atatürk’ü yasayla koruma garipliği

Oldum olası, “Atatürk aleyhine işlenen suçlar” yasası garibime gitmiştir. Bir ülke, liderini yasa korkusu yaratıp korur mu? Yasa yerine, onu sevdirir. Yaptıklarının ne kadar doğru şeyler olduğunu anlatır. Asıl koruma zırhı, halkın sevgisidir.

Bazıları da lideri eleştirebilir. Onu sevmeyebilir. Eleştiri fikir özgürlüğü çerçevesinde hoşgörüyle karşılanır.

Şimdi biliyorum, “eğer bir de yasa olmasa bu adamlar Atatürk’ü yerden yere vururlar. Ancak böyle koruyabiliyoruz” diyeceksiniz.

Ben, Atatürk’ün yasayla daha iyi korunduğuna inanmıyorum. Son örnek, Nuray Bezirgan olayı. Nuray marjinal bir grubun sözcüsüdür. Daha önce onu 32.GÜN programında da izledik. Aşırı görüş ve söylemleriyle dikkat çeker. Şimdi, bu yasa sayesinde Nuray fikir mi değiştirecek (...)

Posta, 14 Haziran 2008

Mehmet Ali Birand

15.06.2008

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

 
GAZETE 1.SAYFA
Download

Kutlu Doğum Haftası Pdf

Bütün haberler

© Copyright YeniAsya 2008.Tüm hakları Saklıdır