Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 12 Haziran 2008
Anasayfam Yap | Sık Kullanılanlara Ekle | Reklam | Künye | Abone Formu | İletişim
ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET ve ŞÛRÂDIR

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 

Basından Seçmeler

 

ŞER ŞEBEKESİ

Son iki yıldır meydana gelen olayları anlamlandırmada kullandığım kavram ‘bürokratik elit’.

Nedir bürokratik elit?

Kısaca tarif edersek: Devletteki çeşitli pozisyonlara, halk tarafından seçilerek değil, atanarak ya da atanmışlarca seçilerek gelen memurların kaymak tabakası.

Yani: Karar alabilen memurlar!

Genelkurmay ve Yargı bürokrasisi ( Anayasa Mahkemesi, Yargıtay, Danıştay ) hemen aklımıza gelenler.

Ama bununla bitmiyor: Üniversite yönetimleri, özellikle de YÖK sisteminden geçerek üniversitelere rektör olarak atanmış kişiler de bürokratik elitin parçası.

Bu elite göre ideal düzen 1930’lu yıllarda yaşandı:

Cumhurbaşkanı Atatürk, Başbakan İnönü idi. Genelkurmay Başkanı Fevzi Çakmak, hükümetin doğal üyesiydi. Meclis’te tek parti vardı. İdeolojisi Kemalizm’di.

Bürokratik elitin “ Altın Çağı “, dış şartların etkisiyle 1946 yılından itibaren inişe geçti, 1950’de de bitti.

Evet “Altın Çağ” sona erdi ama sözünü ettiğim zümrenin etkinliği sona ermedi. Devletin imkânlarını kullanarak, siyaseti şekillendirmeye devam ettiler.

Sosyal bilimlerin kavramları kapsayıcıdır. Genelleme yaparlar. Buna karşılık tek tek örnekleri açıklamada yetersiz kalabilirler.

Mesela bürokratik elit kavramı, Kemalist rektörlerin, icabında uzmanlıklarını bir yana atarak, siyasi davranışlar göstereceklerini varsayar.

Çünkü önemli olan o elitin bir parçası olarak hareket etmektir. Bu tavırlar kamuoyuna “ rejimi “ korumak olarak sunulur, halbuki yapılmakta olan “çıkarların” savunulmasıdır.

Peki bu savunma çabasının sınırları nedir? “ Yok artık, bu kadarı da yapamayız “ diyecekleri bir nokta var mıdır?

Hayır yoktur! Sadece döneme göre kullanılan araçlar değişir.

Mesela 1960 darbesinden sonra, İstanbul Üniversitesi’nin hukukçuları ve siyaset bilimcileri, koşa koşa Ankara’ya giderek cuntanın akıl hocalığını yapmıştı.

48 yıl önce hukukun ve siyaset bilimin kavramlarına takla attırarak darbeyi meşrulaştıran zihniyet, bugün de Meclis’in Yasama yetkisini engelliyor, halkın seçme özgürlüğünü buduyor.

Ancak şunu görmek gerek: Bu sadece bir zihniyet meselesi değil. Bürokratik elit bünyesindeki kişiler birebir ilişki içinde.

Mesela, emekli olduktan sonra Atatürkçü Düşünce Derneği’nin başına geçecek olan Org. Şener Eruygur, Jandarma Komutanıyken, 2003’te ‘Cumhuriyet Çalışma Grubu’ diye bir illegal teşkilat kuruyor.

Nihai hedefi darbe yapmak olan bu oluşuma, en az 15 üniversitenin rektörü de, “ Gerekirse Kubilay oluruz “ diyerek destek veriyor.

Özetle: Bürokratik elit neredeyse isim isim sayılabilecek kişilerden oluşan bir zümre.

Bu kişilerin faaliyetlerini izlerseniz, ortaya bir şebeke çıktığını görürsünüz.

İlişkiler ağının, aksamadan çalışarak zümrenin çıkarlarını koruması gerekiyor.

Bazı iyi niyetli aymazlar, “ Türban yasası geçmeseydi, bunlar olmazdı “ demekte.

Halbuki olanların türbanla bir ilişkisi yok! Türban bir bahane ! Uydurma bir gerekçe! O olmasaydı başka bir zımbırtıyı icat ederlerdi.

Asıl mesele, 1982 Anayasası’nın aşırı güç verdiği Cumhurbaşkanlığı makamına, “ şebeke haricinden “ bir kişinin oturması.

Onu, yani Abdullah Gül’ü aşağıya indirmeden ya da yetkilerini kuşa çevirmeden rahat edemezler.

Teori böyle diyor.

Sabah, 11.6.2008

Emre Aköz

12.06.2008


 

Cumhuriyet Çalışma Grubu

Taraf Gazetesi, cesur ve tavizsiz yayın çizgisi nedeniyle, devletin çeşitli kurumları içindeki demokrat insanlar ve mihraklar açısından bir cazibe merkezine dönüşmüş durumda.

Devletin karanlık labirentlerinde tezgahlanan kumpaslarla, tehlikeli örgütlenmelerle ilgili gizli belgeler oraya akıyor ki bu da çok doğal... İnsanlar, yıllardır tanık olup da söyleyemedikleri, basına gönderip de yayınlatamadıkları bilgileri değerlendirecek cesur bir mecra bulunca böyle yaparlar.

Taraf yine üç gündür, herhangi bir demokratik ülkede yayınlansa yeri göğü birbirine katacak, yıllarca gündemden düşmeyecek ölçüde önemli ve vahim bazı belgeler yayınlıyor.

Gazeteye göre, 28 Şubat’ta deşifre olan Batı Çalışma Grubu yerine, 2003 yılında Jandarma İstihbarat Dairesi’ne bağlı olarak bir başka “Çalışma Grubu” kurulmuş. Bu seferkinin adı da “Cumhuriyet Çalışma Grubu.”

Neyin çalışmasını yapıyor derseniz, kısaca darbenin alt yapı çalışmalarını diye özetlemek mümkün. Malum, her darbe bir toplumsal iklim meselesidir. İşte bunlar da bu toplumsal iklimi yaratmaya çalışıyorlar. Çeşitli sivil toplum kuruluşlarıyla temasa geçerek, kendileri bizzat dernekler kurarak; etkili ve yetkili kişilerle temasa geçerek toplumu yönlendirmeye; “irtica” paranoyasını köpürtmeye, “şeriat”ın ayak seslerinin duyulduğuna inandırmaya çalışıyorlar.

Bu konsept bağlamında yaptıkları önemli çalışmalardan biri, dönemin Jandarma Genel Komutanı Şener Eruygur ile 15 rektörün yaptıkları toplantı... Taraf’ın bir Genelkurmay yetkilisi tarafından ulaştırıldığını açıkladığı gizli toplantı raporunun özetini, 8 Haziran tarihli Taraf’ı bularak okumalısınız.

24 maddede özetlenen bu görüşmede “2004 yerel seçimlerine kadar AK Parti’nin sıkıştırılması”ndan, “İrticai odaklarının kısa vadede etkilerinin minimize edilebilmesi için asker, üniversite ve sivil toplum kuruluşlarının güç birliği yapmasının şart olduğu”na, “irticanın tam olarak önlenebilmesi için eğitim sistemine, özellikle ilköğretim okullarına hakim olmak gerektiği, minik irticacıların kafalarının bu seviyedeyken değiştirilmesinin gerektiği”ne kadar, her biri skandal niteliğinde birçok konu konuşuluyor. Toplantıya katılan rektörlerden bir kısmı aşka gelip “Kubilay olmaya hazır olduklarını” söylüyorlar.

Üniversite-Jandarma işbirliği bununla da bitmiyor. Jandarma bünyesinde faaliyet gösteren Cumhuriyet Çalışma Grubu’nun bir başka faaliyeti de Ahmet Necdet Sezer’in rektör atamaları öncesinde adayların karnesini hazırlamak...

Kasım 2006’da 15 üniversite rektörünün yenilenmesi sürecinde Cumhuriyet Çalışma Grubu yine devreye girerek adaylara artı-eksi puanlar veriyor. Jandarma Belgesi’nde 86 rektör adayından 7’sinin adının karşısında eksi işareti var. Bunlar arasında kendi üniversitelerinden en fazla oyu almış üç rektör adayı da yer alıyor.

Eruygur’un rektörlerle yaptığı toplantının notlarını okurken beni en çok sarsan cümle şu oldu: “İktidar alternatifini ortaya çıkaracak bir parçalanma için baskı ve korku gerekir.”

Gördüğünüz gibi, bütün umutlarını bir parçalanmaya bağlamışlar, en büyük silahları ise korku...

Bu cümle bizim ne yapmamız gerektiğini de ortaya koyuyor: Parçalanmamak ve korkmamak.

Zaman bizim değil, onların korkması gereken bir zaman...

Dipten gelen büyük değişim dalgasını böyle abuk subuk örgütlenmelerle kırmaya çalışanlar ne kadar korksalar yeridir.

Bugün, 11.6.2008

Gülay Göktürk

12.06.2008


 

AB, yargıdaki sorunu yeni anladı

Cumhurbaşkanlığı seçim sürecinde yaşanan 367 krizi ve 411 vekilin imzasını taşıyan anayasa değişikliğinin iptali, Türkiye’nin ne kadar ciddi bir yargı sorunuyla karşı karşıya olduğunu gösterdi.

Aslında kapsamlı bir yargı reformunun, Türkiye’nin en acil ihtiyaçlarından biri olduğu uzun zamandır konuşuluyordu. Özellikle AB sürecinin ciddiyet kazandığı 2002 yılından bu yana Avrupalı yetkililer sık sık bu konuyu hatırlatıyordu. Sadece Avrupalılar değil, demokrasi duyarlılığı olan sivil toplum kuruluşları, akademisyenler, siyasetçiler ve bizzat yargı mensupları bu alanda ciddi reforma ihtiyaç olduğunu söylüyordu.

Maalesef bunca uyarıya rağmen, birçok alanda reformlar yapan AK Parti hükümeti, geçtiğimiz 5-6 yılda bu konuda ciddi bir başarı gösteremedi. İlk AK Parti hükümetinin Adalet Bakanı Cemil Çiçek ve AK Parti’nin Meclis’teki hukukçu ekibi ne kadar eleştirilse azdır. Parti şimdi bu ihmalin bedelini en acı şekilde ödüyor.

Nitekim Avrupa da hükümetin bu ihmalini defalarca eleştirdi. Reform karnesi niteliğindeki ilerleme raporlarında her yıl yargıya özel bölüm ayırdı. Kasım 2007’de yayınlanan son rapor, bazı iyileştirmelere değindikten sonra şu hükmü veriyordu: “Yargı reformu alanında önemli gelişme olmamıştır... Yargı için genel bir Ulusal Reform Stratejisi ya da bunu uygulamaya yönelik bir plan yoktur.” Bunca krizden sonra Adalet Bakanı Şahin, AB’ye bir reform taslağı sundu. Ama onun da takdim şekli, özünü gölgeledi.

AB’nin konuya verdiği önem, 3-5 beyanat veya raporlardaki birkaç atıfla sınırlı değil. 2002’de Türkiye’nin adaylığı tescil edilir edilmez komisyon, iki hukukçuya Türk yargısını inceletti. Batı İsveç Temyiz Mahkemesi Daire Başkanı Kjell Bjornberg (İsveç) ile İngiltere’de avukatlık yapan Paul Richmond (İngiltere) bu amaçla Eylül 2003’te Türkiye’ye geldi. Ankara, İstanbul, Diyarbakır ve İzmir’de hâkimler, savcılar, avukatlar, doktorlar, insan hakları savunucuları ve hükümet görevlileri ile toplam 58 toplantı yaparak 168 sayfalık rapor hazırladı. Aynı heyet, bu çalışmayı 2004 ve 2005’te de yaptı. İsteyen, Adalet Bakanlığı’ın internet sitesindeki bu 3 raporu okuyabilir.

Bu raporlarda, Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu’nun kararlarının temyize açık olmamasından adliye binalarının idaresinin savcılara bırakılmasına; ikincil konumda olması gereken savcıların mahkemedeki oturma biçiminden özlük haklarına, hakimlerle eşit statüde olmasından yargı mensuplarının işe alınma yöntemine pek çok detay yer alıyor. Son raporda, öneriler 48 maddede özetleniyor.

Avrupalı hukukçuların Türk yargısını anlama çabası kuşkusuz hem yol gösterici hem de takdire şayan. Ancak muhtemelen girift siyasi yapımızı yeni tanımanın etkisiyle, Avrupalıların o tarihte ciddi bir yanılgıya düştükleri görülüyor: Mesela, yargının bağımsızlığı derken, sadece Hükümetin yargı üzerindeki etkisi üzerinde durmuşlardı. Adalet Bakanı ve müsteşarının, Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu üyesi olmasını en temel sorun olarak görmüşlerdi. Normal bir demokrasi için bu tespit çok doğruydu. Ancak Türkiye için bu olsa olsa büyük sorunun bir parçası olabilirdi. Yargıdaki zihniyet sorunu ve siyaset dışı güçlerin rolünü anlamadan konu anlaşılamazdı.

Özellikle Şemdinli skandalı ve 367 krizinde, belli bir siyasi görüşün ve bazı güçlerin yargı üzerinden giriştiği hamleler, Avrupa’da gerçeğin anlaşılmasına yardımcı oldu. Önceleri, yargının hükümetten bağımsız olmasına vurgu yapanlar, seçmenlerin neredeyse yarısının desteğine sahip iktidar partisine kapatma davası açıldığını görünce, “Sizdeki kadar bağımsız savcı görmedim.” diyorlardı.

Son Ortaklık Konseyi toplantısı için gittiğimiz Brüksel’de, başta Genişleme Komiseri Olli Rehn olmak üzere herkes acil yargı reformu istiyor ve hedef için şu 4 sıfatı sıralıyorlardı: Tarafsız, bağımsız, güvenilir, etkin. Neden bu sıfatları saydıklarını sorduğumuzda, Türk yargısını bu nitelikler açısından sorunlu gördüklerini gizlemiyorlardı. Kulislerde, 367 kararı ve kapatma girişiminin ardındaki etkileri bildiklerini söylüyorlardı.

Geçen hafta Zaman’ın misafiri olarak Türkiye’ye gelen Avrupa Parlamentosu Sosyalist Grubu Başkan Yardımcısı Hannes Swoboda’ya, bazılarının yargının bağımsızlığını sadece hükümetten bağımsızlık şeklinde anladığını hatırlatarak Avrupa’nın konuya bakışını sordum. Cevabı açıktı: “Bağımsız olmak, hukuk ve anayasa dışındaki tüm güçlerden bağımsız olmak demektir. Sadece iktidardan değil, aynı zamanda ordudan, bir partiden, bir topluluktan ya da hakim’in yakınlarından da bağımsız olmaktır.”

Yeni durum karşısında, AB’nin 2005 tarihli Türk yargı raporunu yenilemesi; Meclis’in de vakit kaybetmeden yargı reformunu gündeme alması gerekiyor.

Zaman, 11.6.2008

Abdülhamit Bilici

12.06.2008

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

 
GAZETE 1.SAYFA
Download

Kutlu Doğum Haftası Pdf

Bütün haberler

© Copyright YeniAsya 2008.Tüm hakları Saklıdır