Genç Siviller “iyi işler” yapmaya devam ediyorlar. Malum, bir ara, Ergenekon Soruşturması’nın zirve yaptığı günlerde İtalya Gladyo’sunu çözen savcıyı, Felice Casson’u konferans vermek üzere Türkiye’ye getirmişlerdi.
Cumartesi günü ise bir başka konukları vardı: Javier Pradera…
Pradera İspanya’nın gazeteciler tarafından kurulmuş özerk ve etkili gazetesi El Pais’in kurucularından, aynı zamanda yazarlarından.
Bilgi Üniversitesi’nde İspanya’da “bir gazetenin bir darbeyi nasıl engellediğini” anlattı, dinleyicilere.
1981’de bir şubat günü İspanya Meclisi Muhafız Kuvvetleri Komutanı Yarbay Tejero komutasında 200 asker parlamentoyu basarak, aralarında Başbakan Adalfo Suarez’in de bulunduğu 350’ye yakın parlamenteri rehin almıştı. İlerleyen saatlerde çeşitli stratejik noktalar askeri birlikler tarafından ele geçirilmiş, hatta Valencia sokaklarında tanklar ‘resmi geçit’e bile başlamıştı.
İspanya, en zor gecelerinden birisini yaşamış, darbeyi Kral’ın cesur ve kararlı tutumu engellemişti…
O gece El Pais Gazetesi de üzerine düşeni fazlasıyla yaptı.
Ek bir baskıyla “Yaşasın Anayasa” başlığını taşıyan 20 bin gazeteyi parlamento binası çevresinde ücretsiz dağıttı.
Türkiye ve İspanya’yı birlikte düşündüğünüz zaman, darbeye maruz kalmak gibi ortak noktalar kadar, darbeye direnç konusunda gibi farklı noktalar da dikkatinizi çeker.
Türkiye’den bir gazeteciyi İspanya’ya çağırsalar, bu konuda ülke deneyimini aktarmasını isteseler, vereceği konferans muhtemelen, “bir gazete darbeyi nasıl engeller” değil, “nasıl tahrik eder” başlığını taşırdı…
Pradera, konuşmasında ordunun siyasi rolünden söz ederken, anayasanın 8. maddesinin bir dönem anayasayı koruma görevini askere verdiğini ve bu durumun askerin siyasileşmesine yol açtığı hatırlattı. Daha sonra bu madde değiştirilmiş anayasanın gözetimi askerden alınıp Anayasa Mahkemesi’ne verilmiş ve demokrasi yolunda İspanya hız kazanmıştı.
Aramızdaki sıkı farklardan birisi de herhalde bu…
Orada “hukuk ve yüksek yargı militarizme karşı ağırlık oluştururken”, burada adeta “bir vesile oluyor”.
Ve ortada demokratik düzenin dayanabileceği kurumsal meşruiyet kalmıyor.
Yaşananlar yeteri kadar açık…
Yıl 2008. 21. yüzyılın ilk çeyreği. Türk Anayasa Mahkemesi durumdan vazife çıkarıyor, kendisini kurucu iktidar yerine koyarak, yasama ve yürütmeye yönelik darbe gücünde bir hamle yapıyor.
Anayasa Mahkemesi’nin üstlendiği devlet ideolojisini her koşulda koruma görevi sadece bu son kararla ve bu düzeyde karşımıza çıkmaz.
“Devlet hukuku” ile “hukuk devleti” arasında “gözettiği ince fark” bu mahkemenin birçok kararına sinmiştir…
İşte bunlardan birisi:
“Askerde katıksız hapis cezası, hekim gözetimi altında çektirilen bir cezadır. Halkının büyük bir çoğunluğunun başlıca gıdasını ekmek teşkil eden bir ülkede bir cezalının üç gün yalnızca bu gıda ile yetinmek zorunda kalmasını eziyet ve işkence saymak gerçekçi bir görüş ve anlayış olamaz…”
(Esas no: 1963/57, karar no: 1965/65 ve 27 Aralık 1965 günlü karar)
Yetmedi mi?
İşte bir başkası ve şahikası:
“Askerlik şerefli bir görevdir. Bu şerefin korunması en ağır müeyyideleri dahi haklı kılar. Askerlik şerefine leke sürenlerin, yerine göre hapis, ağır hapis, hatta idam cezasıyla cezalandırılmaları yeterli değildir…”
(Esas no: 1963/132, karar sayısı 1966/29 ve 28 Haziran 1966 günlü karar)
İdam cezasını bile yeterli görmeyen bir hukuk mantığı, bir hukukçu kalemi…
Mümkün olabilir mi?
Oluyor işte, burada oluyor…
Nitekim bugünlerde bile ortalık Sıddık Sami’nin “zihni sülbü”nden hukukçu ve akademisyenlerle kaynıyor.
Vesayetçi gazeteci ve akademisyen tayfasının çığlıkları altında, Anayasa Mahkemesi’nin benzer kararlarıyla, demokrasi her geçen gün “garip bir kastın garip bir ayrıcalık sistemi” haline dönüştürülüyor ve boğuluyor…
İspanya uzakta…
Yeni Şafak, 10.6.2008
|