|
|
|
“Türkiye’yi kötülemek” |
Dışişleri Bakanı Ali Babacan Avrupa Parlamentosunda katıldığı bir toplantıda dini özgürlüklerle ilgili bir soru üzerine “Türkiye’de sadece gayrimüslim azınlıklar değil, Müslüman çoğunluk da dinî özgürlüklerle ilgili sorunlar yaşıyor. Türkiye’de son dönemde laiklik eksenli bir tartışma yaşanıyor” demiş.
Vay sen misin bunu söyleyen! Kimi köşeciler hemen saldırıya geçti: Babacan derhal azledilmeliymiş. Bir bakan, Türkiye’yi yabancılara nasıl gammazlarmış! Şimdiye kadar Türkiye’yi yurt dışında kötüleyen Türkiye düşmanı yazarlar, çizerler, bölücüler çok olmuş ama ilk defa bir bakan ülke dışında kendi ülkesini kötülüyormuş! Sanki Babacan bir sır veriyor.
Sanki Türkiye’de laiklikle ilgili bir tartışma yaşandığını, “Müslüman çoğunluğun dini özgürlüklerle ilgili sorunlar yaşadığını” dünyada bilmeyen var. Yıllardır türbanla ilgili tartışmaları Sağır Sultan duydu. Kapatma Davası’nın ne anlama geldiğini yabancılar bizim birçok köşe yazarımızdan daha iyi anlıyor. Neyi kimden saklıyorsunuz? Türkiye’nin kötü duruma düşmesini istemiyorsanız, Babacan’ın sözünü ettiği olguya karşı çıkacaksınız; bu olgunun ortaya konmasına değil...
Doğrusu ben Babacan’ın bu açık sözlü tutumunun bir ilk olup olmadığını bilemiyorum. Ama ilkse de iyi bir başlangıç... Çünkü bu, bizim sahip olduğumuz kötü bir gelenektir. Bu gelenekte aile içinde yaşananlar aile içinde kalmalıdır. Partiler içinde yaşananlar partinin içinde kalmalıdır. (...)Devlet içinde yaşananlar devlet içinde kalmalıdır. Ve tabii ki, ülke içinde yaşananlar da ülke içinde kalmalıdır!
Evde kocasından dayak yiyen kadının etrafa hiçbir şey belli etmemesi; kan kusup “kızılcık şerbeti içtim” demesi bu gelenek sayesinde yüceltilir. (...)Bu sırları açık eden üye hain ilan edilir. O yüzden de partiler, dernekler, kuruluşlar bir türlü temizlenemez, demokratik denetim mekanizmaları kuramazlar. Bu gelenek aynı zamanda devlet geleneğidir. Devlet halktan gizli yürüttüğü bütün işlerinde bu geleneğe yaslanır.
Devletin gizli labiretlerinde dönen kirli işler, dosya savaşları, tehditler, şantajlar, hep halktan gizli yürütülür. Bunlara devlet sırrı denir. “Devlet terbiyesi” almış tecrübeli devlet adamları, devletin içinde dönen bu dolapların açık edilmesini devletin teamüllerine aykırı olduğunu söyler, açık edeni affetmezler.
Aynı gelenek, ülke yönetimiyle ilgili eleştirilerin—ya da özeleştirilerin—yurt dışında dile getirilmesini de en büyük ihanet olarak görür. Sanki dünyanın içi-dışı kalmış gibi; bir fikri içerde ya da dışarda söylemenin bir farkı varmış gibi; bütün fikirlerin milli sınırları hiç takmadan bütün dünyada özgürce cirit attığı, yine bütün ideolojik ve siyasi mücadelelerin milli sınırları aşarak evrensel planda saflaşmalara ve ittifaklara yol açtığı bilinmezmiş gibi, “ülkeyi gammazlamak”tan söz ederler.
“Kol kırılır yen içinde kalır” sözü değişmez düsturlarıdır. Düşünmezler ki, bu kötü gelenek yüzünden yüzyıllardır kim bilir nice kol kırılmış ve yen içinde kalmaktan dolayı kangrenden olmuştur. Ve bir gün, yen içinden yükselen kötü kokular artık gizlenemez hale geldiğinde çürümüş kolu herkes görür ama artık yapacak bir şey de kalmamıştır. O yüzden ben diyorum ki, Babacan’ın yaptığı iyi bir şeydir.
Keşke şimdiye kadar başka bakanlar, başbakanlar, milletvekilleri de uluslararası platformlarda Türkiye’yi doğruları ve yanlışları ile birlikte şeffaf biçimde ortaya koyabilselerdi, yanlışları körü körüne savunmak yerine açık yürekli özeleştiriler yapabilselerdi... Zaaflarımızı böyle kedi pisliğini saklar gibi saklamaya çalışmak yerine rahatça ortaya koyabilseydik, şu anda uluslararası ilişkilerimizde kronikleşmiş bulunan birçok sorundan çoktan kurtulmuş olurduk.
Bugün, 30 Mayıs 2008
|
Gülay GÖKTÜRK
31.05.2008
|
|
|
Telefonun öbür ucunda kim var? |
Hukuk zorlanmaya başlayınca işler çığırından çıkıyor. Hukukun üstünlüğünü sağlayamayınca, yapılanlar yanına kâr kalınca, herkes her şeyi yapma hakkını kendinde görebiliyor.
Bu ülkede kamu görevlileri cinayet işlediğinde, cinayete göz yumduğunda, sağa sola bomba attığında, darbe girişiminde bulunduğunda hesabı sorulmuyorsa, sorulamıyorsa, insanları canlarının istediği gibi dinlerler.
Çünkü diğer eylemlerin yanında bu devede kulak kalır.
Türkiye kamu görevlilerinin dokunulmaz olduğu bir ülke.
Hrant Dink cinayetinden Şemdinli bombalarına, Uğur Kaymaz’ın öldürülmesinden işkencelere, Sarıkızlar’dan Ayışığı darbe girişimlerine kadar, olayların su üstüne çıktığı ama sonuna kadar takip edilmediği, edilemediği bir ülke.
“Vatan, millet, Sakarya” edebiyatının, devletin yüce çıkarlarının hukukun önüne geçtiği, üstüne çıktığı bir coğrafya.
Bugün dünyanın tüm ülkelerinde devletler telefon dinliyor.
Terörün, uluslararası rekabetin ağır bedeli bu.
Amerika’nın Echelon projesiyle tüm dünyayı dinlediği, email’leri izlediği artık herkesin malumu.
Ama işin çivisinin bizimki kadar çıktığı başka bir ülke var mıdır, en azından kendine demokrasi diyen bir ülke var mıdır, bilemiyorum.
Türkiye dinleme paranoyasında.
Ama bu temeli olan bir paranoya, çünkü telefon dinleme olanağı birden fazla kurumun elinde ve herkes kendine “düşman” gördüğü kesimleri dinlemeye çalışıyor. Bir de yasal izinle dinlenen telefonlar var ama Hrant Dink cinayetinde gördüğümüz üzere burada ele geçen bilgiler de dinlemenin amacı doğrultusunda kullanılmıyor.
Sivilin, askerin, bakanın, yargıcın dinlenme kuşkusu içinde olduğu bir dönemden geçiyoruz. Dinleme, bir insanın mahremiyetine, özel yaşamına yönelik en büyük saldırı. Söyleyeceğiniz her sözün bir gün aleyhinize kullanılacak bir silah olarak karşınıza konması mümkün.
Peki ne yapmak lazım.
Burada yasama organına büyük görev düşüyor. CHP’nin iddialarıyla ortaya çıkan son durum bir fırsata dönüştürülebilir ve yasadışı uygulamayı tamamen ortadan kaldırmasa bile asgariye indirecek bir düzenleme gerçekleştirilebilir.
Bunun için kararlılık ve samimiyet gerekiyor. Yetkisi dışında telefon dinleyenlerin anasından emdiği sütü burnundan getirecek düzenleme yapmak yasama meclisinin yetkisinde.
Şikâyet edip suçlamak yerine önlem almak gerekiyor. Türkiye’de yargıç izni olmadan telefon dinlemeyi ağır şekilde cezalandırmak mümkün.
Ama böyle bir düzenlemenin herkesi kapsaması, sivil-asker ayrımı olmaması gerekir.
Demokratik ilke bunu gerektirir.
İktidarı ile muhalefeti ile böyle bir girişime var mısınız?
Çünkü dinlenme kuşkusu insanı gerçekten hasta ediyor.
Bu ayıptan kurtulmak için en uygun ortam bu.
Sabah, 30 Mayıs 2008
|
Ergun BABAHAN
31.05.2008
|
|
|
Telekulak müsameresinde rol paylaşımı |
Bu telekulak meselesinde, geçmişe bakarak ve karşılaştırmalar yaparak genel bir çerçeve çizebiliriz.
AKILDA TUTALIM 1:
28 Şubat Darbesi (1997) sürecinde Emniyet İstihbaratı çok önemli bir gerçeği ortaya çıkartmıştı: Genelkurmay bünyesinde ‘Batı Çalışma Grubu’ adlı yasadışı bir birim kurulmuştu.
Başta GK İkinci Başkanı Org. Çevik Bir olmak üzere, bu illegal grubu kuranların yargılanması gerekiyordu.
Ama tam tersi oldu: BÇG’yi saptayan Hanefi Avcı ve Bülent Orakoğlu gibi Emniyet istihbaratçıları mahkemeye verildi.
Yani darbeciler değil, darbeyi engellemeye çalışanlar; suçlular değil, suçu ortaya çıkaranlar yargılandı.
AKILDA TUTALIM 2:
2003-2004 yıllarında bazı komutanların “Sarıkız” kod adıyla darbe planları yaptığını; Hükümetin ise o hazırlığın farkında olduğunu sızan haberler sayesinde öğrendik.
Peki, istihbarat faaliyeti olmadan, izlemeden, dinlemeden Sarıkız’ı bilmek mümkün müydü?
AKILDA TUTALIM 3:
Dinleme yapan kurum çok. Hemen akla gelenler: Askeri İstihbarat, Jandarma İstihbarat, MİT ve Emniyet İstihbarat .
Ancak bu gruplar tek parça değil. Kurum içi klikleşmeler kamuoyuna kadar yansıyor.
Mesela bazı subayların tuhaf konuşmaları internete düşünce, GK II. Başkanı Org. Ergin Saygun mart ayında şöyle demişti:
“Ses kayıtlarının Yüksek Askeri Şûra öncesinde gündeme gelmesi dikkat çekici Montaj olabilir. İnceliyoruz.” Bu sözler ‘ içerideki kavganın’ işaretiydi.
Şunu da ekleyelim: Birini dinlemek artık çok kolay. Pilini çıkarmadığınız sürece cep telefonunuz bir verici işlevi görüyor ve çevresinde yapılan sohbetleri meraklı kulaklara aktarıyor.
GELELİM BUGÜNE:
Önder Sav ile ilgili tartışma başlayınca hemen ortaya şöyle bir iddia atıldı: Emniyet bünyesinde, çok gelişmiş teknik cihazlarla Hükümet için çalışan, bir binanın içindeki konuşmaları dahi uzaktan dinleyebilen, ‘ Özel Birim’ diye anılan bir izleme ekibi vardı. ( Murat Yetkin, Radikal, 29 Mayıs )
Gerçekten var mı böyle bir ekip? Bilmiyorum. Ama olabilir. Peki ama ‘Özel Birim’in, Önder Sav ile ne alakası var?
CHP’nin dilekçelerini Anayasa Mahkemesi’ne iletme görevini başarıyla yapan Önder Sav’ın, kızağa çekilmiş bir vali ile yaptığı konuşmayı, ‘Özel Birim’ gibi uzman bir ekip niye dinlesin?
Hadi dinledi... Hiçbir önemli bilgi içermeyen, dedikodu dahi sayılmayacak, sıradan bir konuşmayı, Hükümet niye medyaya sızdırsın?
O da yapıldı, diyelim. Bu niye, Danıştay üyelerini hedef gösterdiği gerekçesiyle daha geçenlerde ceza alan, “ İslamcı “, “ dinci “ gibi sıfatlarla anılan Vakit gazetesi yoluyla yapılsın?
BİR TAŞLA BİRÇOK KUŞ:
Önce Anayasa Mahkemesi üyesi Osman Paksüt ve eşi aracılığıyla “telekulak” gündeme sokuldu. Ardından “ Bizi de dinliyorlar “ demeçleriyle atmosfer yaratıldı. Şimdi de Önder Sav’ın sıradan bir konuşması, basına verildi.
Bunu planlayanlar bir taşla birkaç kuş birden vurdu:
1) Olay, Emniyet üzerinden Hükümetin üzerine yıkıldı.
2) Gaf yapan Önder Sav bir anda mazlum oldu.
3) Darbeci zihniyete sorunlar çıkaran ‘Özel Birim’ karalandı.
4) Yargıtay bildirisiyle gerilen ortam, tam yumuşayacakken tekrar gerildi. Böylece AKP’nin kapatılmasını isteyenlere bir koz daha verildi.
5) Güneydoğu paketi bir anda gündemden düştü.
Operasyonu yapan kliği bir süre sonra öğreneceğiz ama iş işten geçmiş olacak.
Sabah, 30 Mayıs 2008
|
Emre Aköz
31.05.2008
|
|
|
Dinî özgürlükler sorunu |
Ekonomik faaliyetlerin olduğu işyerleri ve fabrikalardan turizm sektörüne, sporun her alanından, eğitimin her kademesine, kamu kurumlarından, özel ve belediye teşekküllerine, müzikten film ve tiyatro sahasına kadar bireyi ilgilendiren bütün alanlarda dini özgürlüklerle ilgili ciddi bir sorun yaşanıyor.
Derinden yaşanan bu dini özgürlükleri kısıtlama işin garibi sorun olarak bile görünmüyor.
Sorun olarak algılanmayınca da bu kurum ve sahalarda dinini ciddiye alan biri ile yetkililer arasında çatışma kaçınılmaz hale geliyor.
Ve dindar bir insan en temel ibadetini yapamaz hale geliyor.
* * *
Türkiye’de sadece azınlıkların değil Müslümanların da dini özgürlüklerle ilgili sorunlar yaşadığını söyleyen Dışişleri Bakanı ve Başmüzakereci Ali Babacan, amiyane tabirle kitabın tam ortasından konuştu.
AB-Türkiye Ortaklık Konseyi toplantılarına katılmak için Brüksel’de AP Dış İlişkiler Komitesi’nde konuşan Bakan Babacan ne demiş hatırlayalım: “Türkiye’de sadece gayrimüslim azınlıklar değil, Müslüman çoğunluk da dini özgürlüklerle ilgili sorunlar yaşıyor. Türkiye’de son dönemde laiklik eksenli bir tartışma yaşanıyor. Bizim laiklik tanımımız çok açık: Din ve devlet işlerinin açık şekilde birbirinden ayrılması. Devletin de bireylerin dininin gereğini yerine getirmesine müdahale etmemesi. Burada farklı inançtakiler de dinsizler de bu özgürlük ortamından faydalanabilmeliler.’
Bu sözlerin doğruluğunu medya bu tür haberleri veriş tarzıyla her zaman ispatlıyor.
Dünkü gazeteleri gözden geçiren bir yabancı bile Türkiye’deki din ve laiklik anlayışının ne kadar sakat olduğunu haberin veriliş tarzından rahatlıkla anlar.
* * *
Türkiye’de öyle (...)bir laiklik anlayışı var ki dindar ve muhafazakarları hatta laikliği yaşam biçimi olarak gören kesimleri bile rahatsız ediyor.
Bu (...)laiklik anlayışı da maalesef toplumu içten içe geriyor, düşmanlık üretiyor.
Tanımı bile tartışmaktan kaçınılan ve dünyada bir örneği de bulunmayan (...)laiklik anlayışı ülkenin tamamında özel ve kamu sektöründe sorumlu ve yetkili makamları baskı altına almış.
Karşı çıkan hemen dışlanıyor, suçlanıyor ve toplum dışına hatta çağın gerisine atılıyor.
* * *
En büyük yalanlardan ve susturucu olarak kullanılan iddialardan biri de şu: “Türkiye’de herkes istediği gibi ibadet ediyor. Kimsenin camisine karışılmıyor, oruç tutmasına mani olunmuyor, hacca gitmesine engel konmuyor. Dini yaşantıya saygı duyuluyor.”
Fazla söze gerek yok.
Mahalle baskısı tabiriyle vatandaşın dini yaşantısını iyice baskı altına alanların Türkiye’nin en golcü ve efendi futbolcusu Hakan Şükür’ün Galatasaray’dan neden gönderilmek istendiğini herkes biliyor.
Dine saygı olsa CHP’li Önder Sav, CHP’li vatandaşa “Hacca gidip Araplara para kazandırma. Gidersen Muhammed (Peygamberimizi kastediyor) belki seni bırakmaz” der mi?
Laiklik anlayışı doğru olsa fabrika ve işyerlerinde çalışanların ibadet etmelerine imkan sağlanmaz mı?
Laiklik anlayışı doğru olsa binlerce genç kızın yüksek öğrenim hakkı sırf başörtüsü bahanesi ile engellenir mi?
* * *
Mesleğimiz gereği Anadolu’da ve İstanbul’da birçok fabrikayı ve organize sanayi bölgelerini gezdik.
Her gittiğimiz yerde günlük namaz ibadetini yerine getirme konusunda bir sürü sıkıntı çektik ve çekmeye devam ediyoruz.
Şehirlerden uzak yerlerde kurulan ve yüzlerce çalışanı bulunan sanayi tesislerinde çalışanların ibadet etmelerine yönelik küçücük bir mekan bile göremedik.
Bunları sürekli gündeme getirmemize rağmen yetkili makamlar tarafından sorun olarak bile algılanmadı.
Neden?Temel hak ve özgürlükleri yukarıdan talep etmeden almaya alışan çalışanların bunun sorun olarak görülmemesinde payı yok mu?
Var, hem de çok.
Yalan dört nala gider, gerçek adım adım yürür.
Yeni Şafak, 30 Mayıs 2008
|
Yaşar SÜNGÜ
31.05.2008
|
|
|
İstihbarat savaşları, itibarsızlaştırma ve kriz… |
Bilmek gerekir: Merkeziyetçi yapıya sahip, devlet ile siyaset ilişkisini tamamen birincisinin egemenliğine bırakmış toplumlarda, hakimiyet ve iktidar kavgalarına ilişkin stratejiler, istemeyenleri yok etmeye, itibarsızlaştırmaya, genel olarak güvensizlik ve kaos yaratmaya yönelik “gayri meşru” araçlarla beslenir, bu araçlarla harekete geçer…
Bu, saray çatışması demektir…
Sarayda yaşanan kavgalar her zaman kötü kokular saçar…
Böyle anlarda psikolojik harekâtlar, istihbaratçı savaşları ayyuka çıkar, siyasetin ve aklın yerine geçer…
Toplumu siyasete, siyaseti devlete endeksleyen, siyasi alan kadar devlet alanını da zaafa düşüren tehlike büyür…
Bugün de öyle oluyor…
Son örnek “telekulak meselesi”…
Birileri diğerlerini dinliyor; dinlediklerini dışarı sızdırıyor; sızma sonucu mağdurun rakipleri hedef haline geliyor.
İddialar büyük:
CHP, yani dinlenen siyasi parti, AK Parti’yi, yani siyasi iktidarı kendisini yasa dışı yollardan ve içeriden izlemekle, gözaltına almakla suçluyor.
Siyasi iktidar ise İçişleri Bakanlığı çerçevesinde böyle bir dinleme yapılmadığını, hatta ortada (bir gazetedeki dökümü andıran haber dışında) delil bile olmadığını söyleyerek CHP’nin kendisini “ajan-parti” ilan etmesine büyük tepki gösteriyor…
Bir süre önce bir Anayasa Mahkemesi üyesi arabasının izlendiğini ve dinlendiği iddia etmişti.
Şimdi ise iki kişi arasında yapılmış bire bir konuşmalar ortalarda dolaşıyor.
Hava puslu…
Ortada kötü kokular var, endişeler var…
Belki delil yok ama muhtemelen dinleme de var…
İşi kimin yaptığı belli olmayan…
Bu tür olaylar benzer kriz dönemlerinde, saray kavgalarında her zaman olmuştur.
28 Şubat’ta Sarumsak adlı bir onbaşıya mal edilen Köstebek olayı, Genelkurmay ve İçişleri Bakanlığı arasında yaşanan büyük bir savaş unsurlarından birisiydi, örneğin.
Söyledik, saray kavgaları, “psikolojik harekat savaşları”dır, “istihbaratçı meydan muharebeleri”dir.
Ve ister iktidarda olsunlar, ister muhalefette hemen her zaman açıkta olan, çıplak kalan siyasi partilerdir.
Zira bu ülkede saray kavgalarında imkânlarıyla önde olan üç yapı bulunur:
MİT, Emniyet ve asker…
Siyasi iktidarlar, iktidar oldukları günden itibaren kendilerini bu tür kavgalar ya da kimi gayri meşru girişimler karşısında garantiye almak için bu yapılarla ilişkili politikalar ve duruşlar geliştirirler.
Asker ulaşamayacakları noktadır.
MİT, üzerinde her zaman çalıştıkları, güvenmek istedikleri ve müsteşar atamalarıyla bunu sağlamaya gayret ettikleri bir yapıdır. Ama bu konuda henüz başarılı olan, MİT’in kendisine has ve kendisi için çalışan ana mekanizmasına nüfuz edebilen iktidar olmamıştır. “Bilen MİT ve susan muğlak MİT” denklemi hemen hiç değişmemiştir.
Geriye sadece Emniyet kalır. Emniyet İstihbaratı siyasi iktidarların iktidar imkânlarıyla en yakın oldukları, en çok temas ettikleri yapıdır. Ne var ki, kriz günleri ve saray kavgalarında karşılarına her zaman birden çok emniyet çıkar…
Sonuçta “siyasi iktidarlar ve siyasi partiler için hakimiyet yoktur, tersine zorunlu bir teslimiyet vardır”…
Kanımız odur ki, bugün yaşanan çok farklı bir durum değildir…
Dinleme, istihbarat, köstebek, böcek derken yıpranan ve yıpratılan önce siyasi düzene yönelik güvendir, siyasi partilerdir, ardından ise hedef açık biçimde AK Parti’dir…
Korkumuz bunun devamının gelmesidir…
Zira kazan kaynıyor, kamuoyu yönlendirmeye açık bekliyor…
Çıkış önce zihinlerin direnmesidir.
Yeni Şafak, 30 Mayıs 2008
|
Ali BAYRAMOĞLU
31.05.2008
|
|
|
Ulusalcıların sefaleti |
Yargıtay bildirisinin yarattığı toz-duman ortamından son günlerde başka konulara değinme olanağı azalmış idi.
Aslında yüksek yargı organlarının kararları ve üst düzey yargıçları öyle ilginç ki, bu konuda senenin her günü yazı yazmak mümkün; yeni seçilen Danıştay Başkanı Sayın Birden ayağının tozuyla yaptığı açıklamada ‘Danıştay olarak ulu önder Atatürk’ün ilke ve devrimleri yegane rehberimizdir’ diye belirtiyor ama bendeniz, sıradan bir yurttaş olarak, yüksek yargı organları başkanlarının açıklamalarında ‘yegane rehberimiz evrensel hukuktur’ ibaresini hep beklemekteyim.
Anayasa Mahkemesi verdiği yeni bir kararda da mekteplerin, bunlara liseler de dahil, kütüphanelerine dahi alınacak kitaplarda Talim ve Terbiye Kurulu’nun onayının gerektiğini belirtiyor; düşünebiliyor musunuz, çocukların akşamları evlerinde internet sitelerinden ulaşmadıkları kaynak, kitap, resim, vs. kalmaz iken, Anayasa Mahkemesi hâlâ lise kitaplıklarında denetim tekeli istiyor.
Bu son iki örnek, Sayın Birden’in açıklaması ve Anayasa Mahkemesi kararı ülkemizde yargı erkinin ideolojisinin çağın en az otuz sene gerisinde olduğunun tipik kanıtları.
(...)
Star, 30 Mayıs 2008
|
Eser KARAKAŞ
31.05.2008
|
|
|
|