|
|
|
27 Mayıs kanlı bir utançtır |
27 Mayıs ihtilalinin en önemli gerekçesi Menderes iktidarının CHP hakkında “Tahkikat Komisyonu” kurarak muhalefeti yok edip diktatör olmak istediği iddiasıdır.
Tahkikat Komisyonu kurulması önerisini DP Meclis Grubu 12 Nisan 1960’da, Meclis ise 15 Nisan’da kabul etmişti. Halbuki Abdi İpekçi ve Metin Toker ordudaki darbe örgütlenmesinin 1950’lerin ortasında başladığını anlatırlar.
27 Mayıs’a giden yolda, karşılıklı tahrikler, tahammülsüzlükler vardır.
Menderes’in 1954’te çıkardığı yabancı sermaye ve petrol kanunlarına karşı İnönü ünlü Uşak konuşmasıyla “Memleketi satıyorlar” kampanyasını açmış, ordudaki ihtilal örgütlenmesi o dönemde başlamıştır! Halbuki İnönü 27 Mayıs’tan sonra iktidara geldiğinde bu kanunları benimseyecekti! CHP’nin yıkıcı kampanyası “Menderes Kars ve Ardahan’ı Ruslara sattı, öldürttüğü gençlerin cesetlerini kıyma makinelerinde yok etti” propagandasına kadar varmıştır!
(...)
Devrimi tamamlamak!
Seçimle gelmiş ve seçimle gideceğini ilan etmiş bir iktidarı silahla devirmenin ‘meşruluğu’nu kabul ettirmek için 27 Mayıs “devrim” kültünü körüklemiş, “seçim, sandık, milli irade” gibi kavramları ise önemsizleştirmiştir!
Böylece Türkiye’yi bugün de sarsmakta olan korkunç bir “meşruiyet krizi” yaratılmış, darbelerin, siyasi cinayetlerin, silahlı eylemlerin kapısı açılmıştır:
- 13 Kasım 1960: ‘Eksik kalan devrimi tamamlamak’ için cunta içinde cunta oluşmuş, 13 Kasım’da tasfiye yaşanmıştır.
- 14 Eylül 1960: Yine ‘eksik kalan devrimi tamamlamak’ için ordu içinde ‘Silahlı Kuvvetler Birliği’ adıyla yeni bir cunta oluşmuş, 12 ve 14 Eylül günlerinde merhum Polatkan, Zorlu ve Menderes’i bu cunta ‘ipe çektirmiş’tir! Bu cuntanın muhtırasıyla seçimleri kim kazanırsa kazansın hükümeti CHP’nin kurması, Çankaya’ya General Gürsel’in seçilmesi sağlanmıştır!
- 22 Şubat 1962: Yine ‘eksik kalan devrimi tamamlamak’ için Albay Talat Aydemir darbeye teşebbüs etmiş, vazgeçmesi karşılığında affedilmiştir.
- 21 Mayıs 1963: Albay Aydemir yine ihtilale teşebbüs etmiş, fakat nizami ordu Başbakan İnönü’den yana tavır aldığı için başarısız olmuş, idam edilmiştir.
Vesayetçi demokrasi
Hepsi bu kadar değil. “Sandıktan gericiler çıkıyor” iddiasıyla, seçilmişlerin elini kolunu bağlayan vesayetçi bir “devlet iktidarı” anayasası yapılmış, yargı kadrosu ve kültürü de buna göre şekillendirilmiştir! Prof. Bahri Savcı’ya göre, bunun adı “Atatürkçü demokrasi” idi!
1970’lere doğru, “cici demokrasi” diye hürriyetçi demokrasiyi aşağılayan, “eksik kalan devrimi tamamlamak” görevini “asker sivil ilerici aydınlar”a veren teorilerle ordudaki cuntalaşmalar devam etmiş, ardından silahlı terör örgütleri gelmiştir! Bunu darbeler izlemiştir.
Türkiye dünya ortalamasının üstünde kalkınma hızını ilk defa 1950-60 döneminde yakalamıştı. 27 Mayıs’ın yarattığı “meşruiyet krizleri” içinde debelenen Türkiye, 1980’e gelindiğinde Güney Kore’nin gerisinde kalacaktı!
27 Mayıs, kanlı bir utançtır, Türkiye’yi “meşruiyet krizi”ne atan siyasi bir cinnettir.
Milliyet, 27.5.2008
|
Taha AKYOL
28.05.2008
|
|
|
Vicdanı ve adaleti olmayan mahkeme... |
Bugün 27 Mayıs... Bu darbenin bir de mahkemesi vardı, ‘Yassıada Mahkemesi’ deniyordu. Kamuoyunu aylarca ‘bebek davası’, ‘köpek davası’, ‘cımbız davası’ gibi maskaralıklarla uğraştırmış tuhaf-ötesi bir mahkeme...
Diyeceksiniz ki, ‘Efendim, Yassıada tipik bir ‘devrim mahkemesi’dir, devrimde doğaldır ki adalet aranmaz...’
Elbette Yassıada bir görüşe göre devrim mahkemesidir ve devrimde adalet aranmaz ama, Yassıada’da olmayan sadece ‘adalet’ değildi.
Nezaket ve vicdan da yoktu!
İnsanlık hiç arama...
Sanıkların mahrem hayatı didikleniyor, işlemedikleri cürümlerin hesabı soruluyordu. Mahkeme Başkanı sanıklara ‘fırça’ atabiliyor, ‘senli benli’ sözcüklerle tarizde bulunabiliyordu. Sanıklar, duruşmalara, adeta ‘aşağılamak’ için çıkarılıyordu.
Mahkemenin ilerleyen safahatında, Menderes’i savunan avukatların tutuklandığı, bir kısmının yaka paça salondan atıldığı, gazetelere savunma makamını yıpratan özel haberler sipariş edildiği vakıa.
Yassıada’da ‘günlük hayat’ ise tam bir işkenceydi. Sanıklar azarlanıyor, aşağılanıyor, hatta dövülüyordu.
Dışişleri Bakanı Fatin Rüştü Zorlu, kollarından kıskıvrak yakalanarak, bir teğmen tarafından dövülmüştü. Baskılara dayanamayan Konya Valisi Cemal Keleşoğlu intihar etmişti.
Teşebbüs safhasında kalan intiharlar da vardı.
DP Fatih İlçe Teşkilatı Başkanı Dr. Faruk Sorgun ölmeyi başaramamıştı mesela.
Lütfü Saylan, Dr. Zakar, Nuri Yamut ve Yümni Üresin Yassıada’nın zor koşullaranı dayanamayarak hayatlarını kaybetmişlerdi.
Millî Birlik Komitesi’nce darbenin başına getirilen Orgeneral Cemal Gürsel şöyle diyordu: ‘Bir halt ettik de profesörlerin (Yassıada Mahkemesi fikrini ortaya atan ‘ilerici’ öğretim üyelerinin) sözüne uyduk, başımıza dert açtık. Ne yapmak lazım geldiğini ben de kestiremedim. Bu iş uzarsa kötü olur, anladığıma göre kısa kesmek de zor, bir defa başladık. Biraz daha düşünelim ve bir formül bulalım. Bu işten bıktım. Bir an önce bitirelim.’
İş, bir süre sonra bitirildi.
Başbakan Menderes ve iki bakan arkadaşı (Zorlu ve Polatkan) idam cezasına çarptırıldılar. Cezaları Eylül 1961’de infaz edildi.
Demokratik normale müdahale edip darağacı kuranlar, sonradan bu ‘kanlı gün’ün anısına bir ‘millî bayram’ ihdas ettiler: ‘27 Mayıs Hürriyet ve Anayasa Bayramı.’
Kenan Evren’i günahım kadar sevmem ama, 12 Eylül’ün tek olumlu icraatı, belki de, bu utanç gününü millî bayramlar listesinden çıkarmış olmasıdır.
Star, 27.5.2008
|
Ahmet KEKEÇ
28.05.2008
|
|
|
27 Mayıs neden hâlâ güncel? |
Bugün 27 Mayıs. Halkın oylarıyla seçilmiş bir iktidarın alt rütbeli subayların inisiyatifindeki bir askeri darbeyle devrildiği, devrilenleri yargılamak üzere özel yargı düzeninin kurulduğu, bu mahkemenin, kendilerini tayin edenlerin iradesi istikametinde kararlar oluşturduğu, bir Başbakan’ın, iki bakanın idam edilerek katledildiği, Cumhurbaşkanı dahil birçok siyasinin sürgün ve hapis cezasına çarptırıldığı bir sürecin başlangıcının 48’inci yıl dönümü...
27 Mayıs’ı neden hatırlıyoruz?
Çünkü Türkiye’de benzer şeyler yaşanıyor. 12 Mart diyoruz, 12 Eylül, 28 Şubat, 27 Nisan, 14 mart, 21 Mayıs diyoruz.
27 Mayıs’ın, bugün çok özel anlam kazanması, siyasi iktidara kural dışı müdahalenin, bu müdahaleye gerekçe oluşturacak ortamı özel planla kurgulamanın yanında “Yargı’nın özel işlev” yüklenmesi itibariyledir. 27 Mayıs gösteriyor ki, Yargı her zaman yargı olarak kalmıyor.
Evet mahkemeler kuruluyor: Hakim heyeti var, sanıklar var, avukatlar var.... ama o hakim heyetinden biri çıkıp “Sizi buraya getirenler böyle istiyor” dediğinde ve kararlar o istikamette alındığında, yargı “adil yargı” olmaktan çıkıyor, “yargısız infaz”a dönüşüyor.
Ondan sonra her şey “sureta” haline geliyor. Yargı, verilmiş bir kararı zapta geçiren bir kurum oluyor. O zaman “Yargı” dediğimizde akan sular durmuyor.
Yargı bir cephede yer alıyor ve farklı güç odaklarının savaş aracına dönüşüyor. O durum, bir sistemin sağlığı açısından “tuzun kokması” gibi bir şey oluyor.
Çünkü insanlar yargıdan özellikle siyasi bir dava söz konusu olduğunda adalet beklemekte zorlanıyor. Bugün Yargı yine ayakta ve siyasi iktidarla cepheleşme halinde.
Bir yargı kurumunda, tıpkı ihtilalle devrilen DP gibi, halktan büyük oy alarak iktidara gelen siyasi partinin kapatılması ve Cumhurbaşkanı - Başbakan dahil 32 milletvekilinin siyasi yasaklı hale gelmesi için dava açılmış bulunuyor.
Bunun yanında Yargıtay Başkanlar Kurulu, tam bir cephe mantığı ile, görülmekte olan davanın iddianamesini desteklediğini ilan ediyor ve siyasi iktidara karşı bildiri yayınlıyor.
Bu görüntünün 27 Mayıs’tan neyi eksik? Buna bir de, bir başka yüksek yargı kurumu Başsavcısının, 27 Mayıs’ı “devrim” diye nitelemesini ve “idamlardan halkın coşku duyduğu” nu ilan etmesini eklerseniz, yargı - siyaset ilişkisinde 27 Mayıs damarının sürüp geldiğini düşünmemek mümkün olmuyor.
İşte AB Ortaklık Konseyi’nin dün kabul ettiği “Ortak Tutum Belgesi” nde “halkın adalete güvenini artırması için” yargıda köklü reformların kaçınılmaz olduğu vurgulanıyor. Bunun için tarafsız, bağımsız, şeffaf ve etkili bir yargı sürecinin gerekliliğinden söz ediliyor.
Vurgu “halkın adalete olan güveninin artırılması” üzerine yapılıyor. Yani, kimse buradan bu işler “AB’nin keyfi için yapılıyor” gibi bir “ulusal onur” rantı devşirmeye kalkmasın. Yani bu ülkenin insanı istiyor yargı reformunu: Tarafsız yargı. Bağımsız yargı. Şeffaf, hızlı ve etkin yargı.
Buradaki “Bağımsız yargı” vurgusunu da, sadece “siyasi iktidara karşı bağımsız” gibi algılamamak gerekiyor.
Evet, yargı siyasi iktidara karşı bağımsız olmalı, bunun tedbirleri alınmalı, ama 27 Mayıs, 28 Şubat gibi süreçlerde Yargı’nın nasıl başka güç odaklarının etki alanında icra-yı faaliyet ettiği de Türkiye’nin müktesebatı halinde siyasi arşivlerde duruyor.
Anayasa Hukukçusu Doç. Dr. Serap Yazıcı, Taraf Gazetesi’nden Neşe Düzel’e verdiği mülakatta, “Yüksek yargı hukuka uymazsa ne yapmak gerekir? Toplum bu hukuksuzluğu nasıl önleyebilir? Bu Türkiye’nin çözemediği en köklü sorun. Yargıyı hukuka bağlılığı sağlamak için reforme etmeliyiz.” diyor. Bu sözlerde elbette derin bir ironi ya da paradoks var. “Yargıyı hukuka uymaya zorlamak”, başlı başına bir ironi taşıyor. “Tuzun kokması”nı önlemek gibi bir şey bu.
(...)
Aradan 48 yıl geçtikten sonra Avrupa kantarında Türkiye’den hâlâ “yargı tarafsızlığı, bağımsızlığı” istenmesi, ve bunun, DP ile AKP ‘nin aynı muamelelere maruz kaldığı bir süreçte ortaya çıkması, Türkiye için gerçek bir talihsizlik olmalı.
Bugün, 27.5.2008
|
Ahmet TAŞGETİREN
28.05.2008
|
|
|
ŞAŞIRIP KALDINIZ DEĞİL Mİ? |
Hemen baştan bir prensip belirtmem gerekiyor: Ne kadar önemli olursa olsun bir insanın söylediği bir cümleye olağanüstü anlamlar yüklemek yanlıştır. Karmaşık bir sosyal gerçeği sadece bir tespitin üzerine bina etmek sorgulayıcı aklın inkârı demektir.
Ayrıca, bir hakikatin değişik pencerelerden görülebilen değişik yansımaları da vardır. Şerif Mardin’in geçen sene kullandığı “mahalle baskısı” tanımının üzerine balıklama atlayanlar bugün bazı tereddütler yaşıyor. Oysa ne o gün söylenenleri ne de bugünküleri tartışılmaz gerçeklermiş gibi kabul etmek doğru bir yaklaşım değil. Şerif Mardin önemli bir insan, dikkatle takip edilmesi gereken bir mütefekkir; ancak sosyal olayların tek açıklaması olmadığı gibi, tek otoritesi de bulunmamaktadır. Sonuçta her aydın kendi penceresinden gözlem yapıyor ve tespit ettiği gerçeklerden bir senteze ulaşıyor. Birbirinden ayrı, hatta birbirine zıt analizleri bir araya getirdiğinizde toplumu daha doğru anlama fırsatı yakalıyorsunuz. Ne yazık ki bizde herkes işine geleni kullanıyor; hatta işine geldiğine göre otoritelerin sözlerini sağa sola çekiyor.
Şerif Mardin, Sosyal Sorunları Araştırma ve Çözüm Derneği’nin (SORAR) düzenlediği toplantıda mahalle baskısı kavramının “AKP’ye kuşkuyla bakan kesimler tarafından kullanılmasının kendisini rahatsız ettiğini” söylemiş. Bu serzeniş, atılan bazı manşetleri ve yazılan bazı yazıları bir bakıma boşluğa itiveriyor. Sosyal bilimcinin bir tespitini bu kadar politize ederseniz olacağı budur. Mardin Hoca öğretmen-imam mukayesesi de yapıyor. Medyadaki aynı yanlış yaklaşımların bu konuda da ortaya çıkacağını şimdiden kestirebiliyorsunuz. Çünkü bizim medya işine gelen her lafın üstüne politik bir şehvetle atlıyor. Bir gün ezberi bozulunca veya sözün sahibi kullanımdan duyduğu rahatsızlığı dile getirirse derin bir tereddüt hâsıl oluyor.
Buyurun size taptaze bir örnek: Mardin, Atatürk’e ait “Yurtta sulh cihanda sulh” sözlerinin derinlikli bir felsefe ürünü olmadığını ifade ediyor. “Mahalle baskısı” kampanyası sırasında Hoca’yı yere göğe sığdıramayanlar, aynı hayranlıkla bu tespite sahip mi çıkacaklar yoksa Bediüzzaman’la ilgili donanımlı eserine karşı yaptıkları gibi Mardin’i linç etme (en azından yok sayma) girişiminde mi bulunacaklar? Kemalizm’i “kuru bir ideoloji” olarak tanımlıyor ünlü sosyolog. Son dönemdeki söylemlerini Mardin’in mahalle baskısı kavramı üzerinden yürüten “Kemalistler”in yaşayacağı şoku tahayyül edebiliyor musunuz? Aynen aktarıyorum Hoca’nın söylediklerini: “Kemalizm hakkında uzun çalışınca ne kadar kuru bir ideoloji olduğunu rahatlıkla anlayabiliyorsunuz. Bu ideoloji topluma iyi, güzel ve doğru hiçbir şey vermemiştir.”
Yukarıdaki sözleri Şerif Mardin değil de “muhafazakâr kesim”den biri söyleseydi neler yaşanırdı Türkiye’de; düşünebiliyor musunuz? “Canım, ilim adamı tabii ki özgürce konuşacak” denebilir. Saygı duyarım; ancak o zaman da “Profesör Atilla Yayla’nın suçu neydi ki medyatik lince tabi tutuldu; hatta hakkında mahkeme ceza kararı verdi?” diye sormadan edemem. Yayla “Kemalizm ilerlemeden çok gerilemeye tekabül eder.” demişti. AB sürecinde Türkiye’ye gelenlerin “Neden her yerde bu adamın (Atatürk) heykelleri, fotoğrafları var?” diye soracağını söylemişti. Başkasının ağzından nakletmeye çalıştığı bu cümleden dolayı Liberal Düşünce Topluluğu Yönetim Kurulu Başkanı olan Yayla, 1 yıl 3 ay hapis cezası aldı...
Aslında söylemek istediğim çok basit. Türkiye’de her söz fanatik taraftar ağzıyla fazlaca abartılıyor ve aşırı yorumlarla toplum kamplara bölünüyor. Her sözün anlaşılabilir ve tartışılabilir yönleri vardır; bu nedenle hiçbir söz bir mutlak hakikatin tartışılmaz hücceti olamaz. Aslolan her sözden (en aykırı sözler de buna dâhil) istifade etmek ve olaylara önyargısız bakabilmektir. Tam da bu nedenle düşünce ve ifade özgürlüğünün sınırlarını olabildiğince (ve herkesin kullanabileceği şekilde) genişletmek gerekiyor. Özgürlük çerçevesi genişledikçe ezber bozan yorumlara rastlanacak ve katılımcı/çoğulcu demokrasiye ancak bu yoldan ulaşılacaktır. İnsanları bayraklaştırarak ya da taşlayarak bu ülke mesafe alamaz...
Zaman, 27.5.2008
|
Ekrem DUMANLI
28.05.2008
|
|
|
Kutlu Doğum Haftası Pdf
|
|
|
|
|
|