Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 26 Mayıs 2008
Anasayfam Yap | Sık Kullanılanlara Ekle | Reklam | Künye | Abone Formu | İletişim
ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET ve ŞÛRÂDIR

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 

Basından Seçmeler

 

İlginç bir bildiri, ilginç bir kavga

İsterseniz önce ikincisinden yani kavganın ilginçliğinden başlayalım. Bu yazının Star gazetesinde yayınlanmasından iki gün sonra 27 Mayıs yani Cumhuriyet döneminin ilk aşağılık askeri darbesinin kırksekizinci senesi.

Yargıtay bildirisi, Danıştay ve Üniversitelerarası Kurul’un bildiri ya da muhtıraya desteği ile bir kez daha su yüzüne çıkan kavga yani seçilmiş parlamento ve seçilmiş parlamento içinden çıkan hükümet ile devletin bazı kurumları arasında yaşanan kavga yeni değil, 1950’den beri, demokrasinin en azından emeklemeye başladığından beri sürüyor, 27 Mayıs 1960’da olduğu gibi bazen iğrenç görünümler alabiliyor, kimi zaman daha az görünür oluyor ama bu kavga hep mevcut ve siyasal bilimciler için çok ilginç bir araştırma konusu.

Yazımın başından bu satırına kadar 27 Mayıs darbesi için bir kez ‘aşağılık’ bir kez de ‘iğrenç’ kelimelerini kullandım ama bunun nedenleri var; oldum olası 27 Mayıs’ın kendisine de, getirdiği anayasaya da sevimli bakamadım ama geçenlerde gecikmeli bir biçimde ilk kez seyrettiğim bir belgesel gerçekten neden aşağılık ve iğrenç kelimelerinde ısrarlı olduğumu size daha iyi anlatır.

Sayın Nebil Özgentürk’ün belgeselinde 27 Mayıs sonrası kimi DP yöneticileri Yassıada’ya düşüyorlar, bu DP’lilerin bir-iki tanesinin aynı yaşlarda kızları var ve bu kızlar İstanbul Dame de Sion kız lisesinde okuyorlar, bunlardan biri de Sayın Nazlı Ilıcak.

27 Mayıs yönetimi DP yöneticilerini aşağılamak için ‘Düşükler’ diye bir film hazırlıyor, bu filmde bu insanlar yani aralarında Dame de Sion’lu onbeş ya da onaltı yaşlarında kızların babalarının da bulunduğu insanlarla iğrenç yöntemlerle ve ifadelerle sözde alay eden bu film Dame de Sion lisesinde tüm öğrencilere, aralarında ‘düşüklerin’ kızlarının da olduğu bir gruba zorla seyrettiriliyor.

Bu iğrenç ve aşağılık zihniyet arkasından sözde modern ve çağdaş 27 Mayıs Anayasası’nı hazırlıyor ve o günden bu yana da bu kavga sürüp gidiyor.

Yargıtay bildirisinden sonra Danıştay da bu bildiriye destek veriyor, Üniversitelerarası Kurul da geri kalmıyor; yaklaşık bir ay önce de üst düzey bir Danıştay yöneticisi olan Sayın Tansel Çölaşan 27 Mayıs sonrası halkın ‘düşüklerin’ üçünün idamını coşkuyla izlediğini belirtiyor. 27 Mayıs 1960 sabahı ise İstanbul Üniversitesi Senatosu çantasından hemen yeni Anayasa taslağını çıkarmış idi.

Taşların nasıl yerli yerine oturduğu çok ilginç, tarafların bu kadar belirgin olduğu bir toplumsal kavga doğrusu az bulunur.

27 Mayıs çirkinliği soğuk savaş yıllarında başarılı olur gibi duruyor; ama bugün aynı filmi göstermek isteyenlerin dünya koşullarını pek anlamadığı belli zira bugün sular başka türlü akıyor. 27 Mayıs iğrençliğinin varislerinin her vesileyle AB’ye çatmaları tam da bu nedenden.

Dünya ve Türkiye çok değişmiş ama değişmeyen onbeş yaşında kızlara babalarını sözde aşağılamak amacıyla çekilen filmi zorla seyrettiren aşağılık zihniyet; Sayın Tansel Çölaşan kızların da bu filmi herhalde büyük bir coşkuyla seyrettiğine inanıyordur aynen halkın idamları coşkuyla seyrettiğine inandığı gibi.

27 Mayıs’ın ellinci senesine doğru bu konuları daha çok tartışacağız.

* * *

Bu satırların yazarı bendeniz de sözde demokrasi adına çoğunluk dikta anlayışına oldum olası karşıyımdır ve hukukun ama evrensel hukukun çoğunluk tercih ve yönelimlerini denetlemesinin çağdaş demokrasilerin özü olduğuna inanmışımdır ve doğru denge de budur.

Doğru dengede meclisler meşruiyetlerini demokrasiden, çoğunluk tercihlerinden, yargı da evrensel hukuktan alır ve ortaya muhteşem bir denge çıkar.

Bizde ise bu dengenin bir ayağı hep aksamaktadır; meclisler kendi meşruiyetlerini demokrasiden almaktadırlar ama yargının meşruiyet kaynağı maalesef evrensel hukuk değil başka şeyler olmaktadır ve bu durumda da yani kavgada meclislerin meşruiyet kefesi bizde ağır basmaya başlamakta ama muhteşem demokrasi-hukuk dengesi yaralanmaktadır.

Evrensel hukukla bağı kopuk olduğu için meşruiyet krizi yaşayan yargı da kendi meşruiyetini tank ve tüfekte arama yoluna sapmakta ve böylece film kopmaya gitmektedir; yargının 28 Nisan 2007 sabahı sessizliğini başka türlü açıklamak mümkün değildir.

Star, 25.5.2008

Eser Karakaş

26.05.2008


 

İrtica üzerinden nasıl siyaset yapılır?

Sevgili okuyucular, bu hafta sizinle ‘irtica’ üzerine sohbet etmek istiyorum. Bu ilk satırını okuyunca yüzünüzü ekşittiğinizi görür gibi oluyorum. Merak etmeyiniz, size her gün işittiğiniz malûm teraneleri tekrar edecek değilim.

Anlatacaklarım, bambaşka bir tarihî perspektiften olacak.

100 yıllık istismar: İrtica

Efendim, irtica üzerinden siyaset denilince ilk akla gelen, popülist politikacıların halkın dinî duygularını istismar ederek oy toplaması ve iktidara gelmesi oluyor. Halbuki, yüz yıllık tarihimize dönüp şöyle bir baktığımızda, din istismarcısından çok daha fazla ‘irtica istismarcısı’ olduğunu ve irtica tâcirliğinin din tâcirliğinden daha kârlı bir iş olduğunu görürsünüz.

‘İrtica’ kavramı, siyasî literatürümüze, bundan tam 100 yıl önce ‘31 Mart Vakası’ ile girmiştir. İttihatçıların irtica konusundaki gayretkeşliği o dereceye ulaşmıştır ki, günümüzdeki jakoben tâifesine parmak ısırtacak hâle gelmiştir.

1909 İstanbulu’nda en büyük suç ‘irtica’, en büyük suçlu ise ‘mürteci’ (irticacı, gerici) kabul edilmiştir. Öyle ki, o yıllarda evlâdını kaybeden Şair Eşref, gâmını def etmek için şu beyiti yazmıştı:

‘Dolanıp durma derûnumda Ey gâm

Yoksa seni mürteci diye ihbar ederim’.

31 Mart vakası ve irtica

Efendim, İttihat ve Terakki Cemiyeti, 19. asrın pozitivizminin tesirinde olan, bir kısım sathî yarı aydınla halâskâr zabitlerden meydana geliyordu. Bu kişiler, hiç şüphesiz vatansever idiler. Lâkin bu vatanseverlikleri, altı asırlık koskoca Cihan Devleti’ni birkaç senede tarihe gömmelerine mâni olamadı. 1908’de çok istedikleri II. Meşrutiyet’in ilânı da iktidar hırslarını tatmin etmemişti.

Devletin devamında bir denge unsuru olan II. Abdülhamid’i tahttan indirmeye kararlıydılar.

Bunun için, önce hâkim oldukları 3. Ordu’dan, kendilerine bağlı ‘Avcı Taburları’nı kurarak İstanbul’a yerleştirdiler. Taşkışla ya yerleştirilen bu birlikler sözümona Padişah’ın ‘irticacı’ birliklerine karşı çıkacaktı. Oysa, tam aksi oldu. Avcı Taburları, 31 Mart’ta isyan ettiler. İttihatçıların teşkil ettiği ünlü Hareket Ordusu, İttihatçıları yerleştirdiği Avcı Taburları’na karşı hareket etti. Bu olay da, kurgulanmış tarihimize ‘ilk irtica olayı’ olarak geçti.

Halbuki, militarist ve zorba İttihatçılar, irtica bahanesiyle mutlak iktidarlarını kurmuşlardı.

TCF’nin kapatılması

Efendim, İttihatçı gelenek, ne yazık ki Cumhuriyet Dönemi’nde de Cumhuriyet Halk Fırkası’nın Merkez-i Umumî Cuntası olarak devam etti. CHF’nin mutlak iktidarını devam ettirmenin en kestirme yolu ‘irtica’ iddialarıydı.

1924’de Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası kuruldu. Partinin kurucuları arasında, Kâzım Karabekir, Ali Fuat ve Refet Paşalar ile eski başbakan Rauf Orbay ve eski bakan Dr. Adnan Adıvar gibi itibarlı isimler vardı. TCF, kısa zamanda halkın sevgilisi hâline geldi. Eğer demokratik seçimler yapılabilmiş olsaydı, iktidara gelmesine muhakkak nazarıyla bakılıyordu. TCF, cumhuriyetçi, liberal ve demokrasiden yana bir partiydi.

Şeyh Sait İsyanı’nı bahane eden CHF yönetimi ‘Tahrir-i Sükûn Kanunu’nu çıkararak İstiklâl Mahkemeleri kurdurdu. Buna karşı şiddetle muhalefet eden TCF ise, 3 Haziran 1925 tarihli Bakanlar Kurulu kararıyla kapatıldı. Kararın gerekçesinde, TCF programının 6. maddesindeki ‘Düşünceye ve dinî inançlara saygılı’ olma ibaresi gösterilerek ‘irtica’ iddiası yer alıyordu. Oysa, TCF programında irticaya karşı olunduğu açıkça yazılıydı.

Kısaca, CHF iktidarı, irtica üzerinden siyaset yaparak rakibini ortadan kaldırmıştı.

SCF komedisi

Efendim, Serbest Cumhuriyet Fırkası’nın trajikomik bir hikâyesi vardır. Atatürk, 1930’larda Batı’daki çok partili demokratik rejimden ve tek parti yönetimi tenkitlerinden etkilenmiş; ayrıca CHF’yi denetleyen bir başka partinin kurulması gerektiği sonucuna varmıştı. 12 Ağustos 1930 tarihinde bizzat kendi isteğiyle yakın arkadaşı Fethi Okyar’a partiyi kurdurttu ve adını ‘Serbest Cumhuriyet Fırkası’ koydu. Fırka, liberal, lâik ve cumhuriyetçi bir fırka olacaktı. Nitekim de böyle oldu.

Lâkin, bu bir bakıma ‘sarı parti’ denilebilecek fırkayı halk çok ciddiye aldı. Parti kısa zamanda halk tarafından benimsendi. Ancak, Fethi Bey’in 4 Eylül 1930 tarihindeki İzmir seyahati, sonun başlangıcı oldu. Fethi Bey’i İzmir’de 100 bin kişi karşıladı. Buna tahammül edemeyen CHF olay çıkardı.

İşin ilginç olan yanı, CHF’li yetkililerin ve yazarların SCF’yi de ‘irtica’ ile suçlamalarıydı. Neticede, Fethi Bey, sadece 97 gün yaşatabildiği partisini 17 Kasım 1930 tarihinde feshetmeye mecbur olmuştu.

Lâkin, bu defa irtica iddiaları mesnetsiz kalmıştı. Derken, bir ay kadar sonra 24 Aralık’ta Menemen Olayı ortaya çıktı. Bir avuç esrarkeş sarhoş Menemen’de olay çıkarıp asteğmen Kubilay’ı şehit etmişti. Artık, istimi arkadan gelse de, aranan ‘irtica olayı’ da bulunmuştu. Menemen Olayı, günümüzde bile mütedeyyin kitleler üzerinde âdeta bir başa kakma vesilesi olarak kullanılmaktadır.

DP de gerici ilân edilmişti

Efendim, 14 Mayıs 1950 seçimleriyle Demokrat Parti iktidara geldi. Zira, artık suyu tersine akıtmanın imkânı kalmamıştı. DP, bir ‘halk ihtilâli’ denebilecek mahiyette önemli değişikliklere imzasını atmıştı; bu arada vaat ettiği gibi, ezanı aslına göre okutmaya başlamıştı.

Ancak, DP’nin asıl ‘suçu’, arka arkaya üç defa seçim kazanmasıydı. Millî Şeflik Dönemi’ndeki saltanatın tadına doyamayan CHP’nin bu suçu affetmesi mümkün değildi. 27 Mayıs Darbesi’nden sonra Demokratlar ‘gerici’ ilân edildiler. İrtica, bir defa daha siyasî iktidarın bahanesi olmuştu.

(...

İrtica istismarcıları

Sevgili okuyucular, din istismarı kadar zararlı bir istismar çeşidi de ‘irtica istismarı’dır. Türkiye’deki oligarşik zihniyet, siyasî rakiplerini ortadan kaldırarak tahakkümünü devam ettirebilmek için hep irtica iddialarını kullanmış ve maalesef genellikle başarılı olmuştur.

Oynanan oyun açıkça ortadadır: ‘Lâiklik elden gidiyor, şeriat devleti kuruluyor’ diye bağıracak; ordudaki darbeci odakları ve siyasallaştırılmış yargıyı provoke edecek; böylece siyasî rakiplerinizi ortadan kaldıracaksınız.

Sizin anlayacağınız, ‘İrtica bahane, iktidar şahane’ olacak vesselâm...

Radikal, 25.5.2008

Hasan Celal Güzel

26.05.2008


 

Diz çöküp özür dileyen yayın yönetmeni

1990’ların başında, Sabah’ın o zamanki sahibi Dinç Bilgin gazetedeki odama girdi...

- Kamu bankaları Sabah’a ilanları kesti. Ekonomiden sorumlu Devlet Bakanı Güneş Taner için yaptığımız haber yüzünden kamu bankaları bize artık ilan vermeyecek. Durum çok ciddi, dedi.

İki gün önce Güneş Taner hakkında gerçekten asılsız ve uygunsuz bir haber Sabah’ın manşetinde yayınlanmıştı.

Dinç Bilgin’in çok endişeli hali beni üzmüştü. Arkadaşım olan Güneş Taner’i telefonla aradım ve bir gazeteye kamu bankalarının ilan boykotu uygulamasının basın özgürlüğü ile bağdaşamayacağını söyledim.

Güneş Taner gazetenin manşetinden uğradığı haksız saldırının aile hayatında yarattığı krizi anlattı... Sonra, “Bu haberin sorumlusu olan Zafer Mutlu Ankara’ya gelsin, bakanlıktaki odamda benden özür dilesin” dedi.

Ben Taner’in bu sözlerini Dinç Bilgin’e naklettim. O da, Sabah’ın o dönemdeki Genel Yayın Yönetmeni Zafer Mutlu’yu hemen Ankara’ya gönderdi. “Diz çökülerek” özür dilendi ve ilan boykotu sona erdi.

(...)

1987 yılıydı. Özal Başbakan’dı ve Davos’taydık.

Belvedere Oteli’nin barında, o zaman Hürriyet’in sahibi olan Erol Simavi’yle viskilerimizi yudumlayıp, sohbet ediyorduk. Yanımıza Özal’ın danışmanı olan Can Pulak geldi ve Erol Simavi’ye “Başbakan sizi bekliyor” dedi.

Erol Simavi yarım saat kadar sonra bara geri döndü. Ben sormadan Başbakan’la ne konuştuğunu anlatmak gereğini hissetti:

- Kemal Ilıcak çok zor durumda. Özal’ın ona yardım etmesini istedim, dedi.

Biz barda otururken, Sabah’ın Genel Yayın Yönetmeni Zafer Mutlu’nun, Can Pulak’ın eşliğinde Özal’ın odasına gittiğini gördüm.

Akşamüstü Özal’ın odasına gittim.

Sordum ona:

- Erol Simavi’yle ve Zafer Mutlu ile ne konuştunuz?

Özal anlattı:

- Erol Bey’in sahip olduğu bir sigorta şirketi zor durumdaymış, onu kamunun satın almasını istedi. Zafer Mutlu da, Emlak Bankası’nın Ataşehir Projesi’nin tanıtım ve pazarlama kampanyasının Sabah’a verilmesini istedi.

Sabah, 25.5.2008

Mehmet Barlas

26.05.2008

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

 
GAZETE 1.SAYFA
Download

Kutlu Doğum Haftası Pdf

Bütün haberler

© Copyright YeniAsya 2008.Tüm hakları Saklıdır