Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 25 Mayıs 2008
Anasayfam Yap | Sık Kullanılanlara Ekle | Reklam | Künye | Abone Formu | İletişim
ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET ve ŞÛRÂDIR

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 

Basından Seçmeler

 

Yargıda ideoloji sorunu

İşte size bir haber: Adalet Bakanlığı, önde gelen 20 savcıyı, 301. madde hakkında AİHM’de bilgilendirme toplantısına göndermiştir. (Milliyet, 22 Ekim 2006)

Malum, fikir özgürlüğüyle ilgili 301. madde...

Bu haber de gösteriyor ki, hukuki terimlere Avrupa hukuku yönünde yeni yorumlar, yeni tanımlar getirmek gerekiyor!

Hepsinden önemlisi, Anayasamız, uluslararası anlaşmalara özel bir hukuki üstünlük vermiş, “temel hak ve özgürlüklere ilişkin” konularda milletlerarası anlaşmaların iç hukuktan üstün olduğunu belirtmiştir.

Bütün bunlar Türkiye’nin yüz elli yıldır evrensel hukuku benimseme ve “medeni âlem”de yer alma çabalarının bugünkü örnekleridir.

Âli Paşa da Paris Kongresi’ni dikkate alarak Islahat Fermanı’nı yayımlamış, İsmet Paşa ise yeni Türkiye’nin laik olacağını Ankara’dan önce Lozan’da açıklamıştı!

İDEOLOJİ FAKTÖRÜ

Çağımızda uluslararası ekonomi, diplomasi ve güvenlik ilişkilerinin çok daha gelişmiş olması, “evrensel normlara” uyumu büsbütün hayati hale getirmiştir. Ama yargı erki yorum yoluyla bu açılımı yapamadığı için, 301. maddeyi yasama erkinin değiştirmesi gerekmiştir!

Dahası, dava açma iznini ‘politikacı’ Adalet Bakanı’na vermekten başka çare bulunamamıştır!

Aynı şekilde, tahkim ve özelleştirme gibi konularda da yargı organları yanlış analojilerle kapitülasyon yakıştırmaları yaparak Türkiye’nin dışa açılma politikasını engellediği içindir ki, merhum Ecevit döneminde bunlar Anayasa’ya konulmuştur!

Danıştay’dan, “Kâr eden KİT’lerin özelleştirilmesinde kamu kararı yoktur” diye hem siyasete müdahale eden hem çağdaş ekonomik hayatın dinamizminden habersiz bir karar çıkabilmiştir!

Danıştay, “genel hizmetler sınıfından bir telefon memuresi”nin başını örtmesinin “boykot, işgal ve engelleme” gibi, kamu hizmetine zarar veren bir eylem olduğuna, bu sebeple kadıncağızın işten uyarısız atılmasına karar verebilmiştir! (8. Daire, 2000/4951)

Telefon memuresinin başını örtmesi kamu hizmetini nasıl engeller?! Kadıncağıza en azından bir uyarı cezası vermek, başını örtmekte direnirse o zaman çıkarttırmak daha insaflı olmaz mıydı?..

ÇAĞDAŞ TANIMLAR

Sorunun temelinde, yargı metinlerinde özelleştirmenin “Atatürkçü ekonomi”ye (ne demekse) aykırı olduğunu söyleyebilen ‘illiberal’ bir ideolojik algı vardır. Cumhuriyetin temel ve değişmez ilkelerinin “yeni tanımlamalara konu edilmesinin kaygı uyandırdığı”nı söyleyen yargı bildirileri, bu ideolojinin veciz bir özetidir.

Ama bu doğru bir bakış olsaydı, cumhuriyetimiz “parti devleti”nden “hukuk devleti”ne geçebilir miydi?! Laikliğin Jakoben ve illiberal tanımlarıyla din ve vicdan özgürlüklerini çağdaş evrensel hukuktaki tanımlarına göre gerçekleştirmek ve hatta Alevi sorununu çözmek mümkün olur mu?!

Cumhuriyet gazetesinde yazılar yazan yüksek yargıçların yazıları bu ideolojik algıyı açıkça ortaya koyuyor. Konuyu kişiselleştirmemek için örnekler vermiyorum.

Daha önemli bir gösterge, Anayasa Mahkemesi’nin evrensel hukuk uzmanlarıyla ve ‘yabancı’ yargıçlarla paneller düzenlemesine karşılık, Yargıtay ve Danıştay’da böyle bir faaliyet görülmemesidir.

İdeoloji faktörü yargının “tarafsızlığı”nı zedeliyor, gereksiz yere tartışmalara, gerilimlere yol açıyor.

Milliyet, 24.5.2008

Taha AKYOL

25.05.2008


 

Birinci Cumhuriyet’in sonu mu?

Dünkü... ‘Yargıtay Şemdinli’de ne yaptı?’ başlıklı yazının mürekkebi kurumadan... Sürpriz bir haber önümüze düştü: ‘Şemdinli sanığı cinayetten tutuklandı.’ Beraber okuyalım... Şemdinli’deki bir kitapevinin bombalanmasından sonra çıkan olaylarda kalabalığın üzerine ateş açılmasıyla ilgili davada yargılanan Eğirdir Dağ Komando Okulu’nda görevli Uzman Çavuş Tanju Çavuş, Isparta’da 2 kişiyle birlikte ‘tasarlayarak adam öldürmek’ suçundan tutuklandı.’

***

İsterseniz bu haberin ardına gömülmüş olan ‘Şemdinli’de ne olmuştu?’ başlıklı kutuya da göz atabilirsiniz: ‘Hakkari’nin Şemdinli ilçesinde 9 Kasım 2005’te eski PKK hükümlüsü Seferi Yılmaz’a ait Umut Kitapevi bombalanmış, patlamada Mehmet Zahir Korkmaz adlı bir kişi hayatını kaybetmişti. Bombayı attığı öne sürülen bir kişinin sığındığı otomobil halk tarafından durdurulmuş ve içindeki üç kişi (PKK itirafçısı Veysel Ateş ile astsubaylar Ali Kaya ve Özcan İldeniz) tartaklanarak polise teslim edilmişti.

Aynı gün otomobilde keşif yapan savcı ve CHP Hakkári Milletvekili Esat Canan’ın üzerine de ateş açılmış, bir kişi de burada ölmüştü.

Ateş açan kişinin uzman çavuş Tanju Çavuş, olayda ölen kişinin de Ali Yılmaz olduğu belirlenmişti.

Keşif sırasında, astsubaylara ait olduğu belirtilen sivil arabanın bagajında üç kalaşnikof, el bombaları, resmi evrak ve Hakkari ile ilçelerinin haritası ve bir isim listesi bulunmuştu. Listede bombanın patladığı kitapevinin üzerinin kırmızı kalemle çizildiği belirlenmişti. Şemdinli’de patlamanın ardından yaşanan olaylar Yüksekova ve Hakkari’ye sıçramış ve Yüksekova’daki güvenlik güçleriyle göstericiler arasında çıkan çatışmada üç kişi ölmüştü.’

***

Şemdinli yargı sürecini de eski bir yazımdan yola çıkarak ben hatırlatayım: ‘Yargıtay 9. Ceza Dairesi, dün Şemdinli davasıyla ilgili sanık astsubaylar Ali Kaya ve Özcan İldeniz hakkındaki 39 yıl 5 ay 10’ar gün hapis cezası kararını ‘eksik soruşturma’ gerekçesiyle bozdu... Neden? Usul yönünden... Yani... Daire, davaya bakmakla görevli yerel mahkemenin ‘askeri mahkeme’ olması gerektiğine hükmetti.

Gerekçe... Daire’nin kararı bozma gerekçesinde, sanık astsubaylar Ali Kaya ve Özcan İldeniz’e yüklenen Türk Ceza Kanunu’nun (TCK) 302 ve 316’ıncı maddelerindeki suçların maddi ve manevi unsurları itibariyle oluşmadığı belirtildi. Nasıl? Gerekçede ‘Asker olan sanıkların terör örgütünün işlediği suçlarla aynı suçu işlediklerine ilişkin nitelendirme hayal gücünün de ötesinde tamamen varsayımlara dayalı, hukuki değerden yoksun düşünceye dayanmaktadır’ denildi.

TBMM Susurluk Komisyon raporu da demek ki ‘hayal gücünün ötesinde...’ Çünkü orada da böyle şeyler var. Üniforma var ise ‘terör’ yoktur... Bu hangi ceza maddesinde yazıyor, insan merak ediyor. Gerekçede ayrıca, başka bir davada yargılanan itirafçı sanık Veysel Ateş’in dosyasının da Kaya ve İldeniz’in dosyası ile birleştirildikten sonra yerel mahkemenin görevsizlik kararı vermesi gerektiği ifade edildi.’

***

Sonrası malum: Sivil mahkemeden askeri mahkemeye... Oradan da ‘ilk celsede tahliye’...

Süreci de hatırlayın: Önce...

Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı tebliğnamesinde, yerel mahkeme kararının eksik soruşturma ve esastan bozulmasının talep edilmesi... Ardından... Yargıtay’da ilgili dairenin de oy birliğiyle bu talebe uyması... ‘Çift başlı yargı’ ucubesinden huzursuz olmayan Yargıtay’ın bu davaya askeri mahkemenin bakmasını istemesini ve Van 3. Ağır Ceza Mahkemesi’nin dosyayı askeri mahkemeye göndermesini de unutmamak lazım.

***

O zaman... Ne Yargıtay Başkanlar Kurulu... Ne Danıştay... Ne de YÖK ayağa kalkmıştı. Demek ki, konu ‘evrensel hukuk’ değil... Evrensel hukuk değilse, çağdaş bir demokrasi de değil... Peki ne? Bizim askeri cumhuriyetimizin amentüsü ‘askeri laiklik’tir...

Çünkü Müslüman bir halkın ‘demokrat’ olamayacağı ön kabuldür. Bu nedenle de ‘askeri laiklik’ halk egemenliğine geçişin de azimli barikatıdır... ‘Demokratik cumhuriyete’ geçiş ihtimali, laiklik ekseni üzerinden kilit altına alınmıştır. Bugünkü çatışma sıradan bir kriz değil... Laiklikten demokrasiye geçişe karşı bir ayaklanma söz konusu.

***

Elektrik düğmesini açıp, kapamak kadar hızlı ve hemen değil ama... Görünen o ki ‘demokrasiye karşı laiklik’ bahanesiyle, Birinci Cumhuriyet’in, tarafsız olması gereken tüm kurumlarını ‘taraf’ haline getirerek demokrasiye karşı hücuma geçmesi... Köhnemiş eski yapının da ayakta kalmasını iyice zorlamakta.

Çünkü yargı, siyasette böylesine taraf olunca, hukuk buharlaşıyor. Göstermelik bir hukuk bile kalmayınca, sistem nasıl ayakta kalabilir ki?

***

‘Tek parti zihniyeti ile donanmış laik Cumhuriyet’ demokrasiyi mi rafa kaldıracak? Yoksa laikliği de özü itibariyle içeren demokrasi, eski zihniyete galip mi gelecek? Tarihsel sorumuz bu. İnşallah, büyük belalara yol açmadan laik cumhuriyet, demokratik bir hale dönüşür. Bu dönüşüm kaçınılmaz ama...

Faturası büyük olmasa... Birinci Cumhuriyet’in kadrolarının iyice çığırından çıktığı bu dönemde, insan bilinç kaybından ürkmekte...

Bilinçsizlik herkese zarar verebilir çünkü.

Star, 24.5.2008

Mehmet Altan

25.05.2008


 

Egemenlik mücadelesi

Millet, egemenliğini nasıl kullanır? Bu ilginç bir meseledir.

Milyonlarca vatandaş yönetime katılarak egemen olduklarını gösteremeyeceklerine göre, ‘aracıya’ ihtiyaç vardır.

1924 Anayasası, bu aracıyı şöyle tanımlamıştı:

“Madde 3: Egemenlik kayıtsız şartsız Milletindir.

Madde 4: Türk milletini ancak Türkiye Büyük Millet Meclisi temsil eder ve Millet adına egemenlik hakkını yalnız o kullanır.”

Dikkat ederseniz burada egemenliği kullanan bir tek kurum var: Meclis!

1950 ile 1960 arasında hükümet eden Demokrat Parti, bürokratik elitin çizdiği sınırların dışına çıkınca, önce darbe yapıldı, ardından yeni bir Anayasa (1961) hazırlandı.

Bakın “egemenlik kullanımı” bu kez nasıl bir hal almıştı:

“MADDE 4: Egemenlik kayıtsız şartsız Türk Milletinindir. Millet, egemenliğini, Anayasanın koyduğu esaslara göre, yetkili organlar eliyle kullanır.”

‘Halk-dostu’ olduğu iddia edilen 1961 Anayasası’nın yaptığı buydu işte: Millet egemenliğini, “yetkili organlar” gibi, sınırları muğlak bir kurumlar toplamı arasında paylaştırmak...

Niçin böyle yapıldığı gayet açıktı: Bir yandan sivil siyasetin gücünü kırarken, diğer yandan bürokrasinin nüfuz alanını artırmak!

Sonuçta ne oldu biliyor musunuz? Anayasa’da bir biçimde adı geçen hemen her devlet kurumu, görevini millet adına yaptığını iddia etti.

Bu tuhaflık 1982 Anayasası’ndan sonra da devam etti:

“MADDE 6: Egemenlik, kayıtsız şartsız Milletindir.

Türk Milleti, egemenliğini, Anayasanın koyduğu esaslara göre, yetkili organları eliyle kullanır.”

Niye “yetkili organlar” gibi belirsiz bir tabirde ısrar edildi?

Çünkü amaç aynıydı: Siyaseti dar bir alana sıkıştırırken, bürokratik hâkimiyeti pekiştirmek.

Prof. Ergun Özbudun başkanlığındaki heyet, yeni bir anayasa önerisi hazırlarken, bu noktayı önemsedi ve ilgili maddeyi şöyle değiştirdi:

“Madde 5: Egemenlik kayıtsız şartsız Milletindir. Türk Milleti egemenliğini, Anayasa’nın koyduğu esaslara göre, yasama, yürütme ve yargı organları eliyle kullanır.”

Bu öneride “yetkili organlar” tabiri yerine “Yasama, Yürütme, Yargı” (yani: Meclis, Hükümet, Mahkemeler) gelmişti.

Ben bunu da yanlış buluyorum.

Çünkü: Milletle ilişkisi olan sadece ve sadece Meclis’tir. Yürütme yani Hükümet, Meclis’in bir fonksiyonudur. Hükümet gücünü Milletten değil, Meclis’ten alır.

Yargının ise Milletle hiçbir alakası yoktur. Yargıçlar, halk tarafından seçilerek değil, atanarak bir makama gelirler. Millete hesap vermezler.

Yargıcın, yargılama esnasında kullandığı tüm kanunları Meclis yapar. Yani Yargının iş görebilmesi için, ondan önce Meclis’in ve Anayasa’nın olması gerekir.

O halde doğrusu, tutarlısı 1924 Anayasası’ndaki ifadedir: “Türk milletini ancak Türkiye Büyük Millet Meclisi temsil eder ve Millet adına egemenlik hakkını yalnız o kullanır.”

Dolayısıyla, 1982 Anayasası’nda yer alan, “Madde 9: Yargı yetkisi, Türk Milleti adına bağımsız mahkemelerce kullanılır" ibaresini de kaldırmak ge-rekir.

Gündemdeki tartışmalara bakarsanız, bazı kurumların “Biz Millet adına yargılıyoruz” dediğini görürsünüz. Anayasa’ya göre haklılar elbette.

Halbuki atanarak iş başına gelen bu yargı mensupları, yetkilerini Milletten değil, Meclis’in hazırladığı ve gerektiğinde değiştirdiği Anayasa’dan alıyor. Nasıl olur da Millet adına yargılarlar?

Özetle: Bu teorik bir tartışma. Birçok kişi sıkıcı bulabilir. Ama güncel meselelerle çok ilişkili: Bugün Yargıtay ve Danıştay egemenlik mücadelesi vermiyor da, ne yapıyor?

Sabah, 24.5.2008

Emre AKÖZ

25.05.2008


 

Yargıç, yargısız infaz yaparsa

Son cübbeli bildiriler, başta bizatihi yargı adamlarının alışılmış saldırgan söylemleri olmak üzere her yönden tecavüze uğramış bulunan adalet duygumuza komaya soktu.

Üstüne de medya ikiye yarılarak bir kutbuyla alkış, öbür kutbuyla da yuhalama amigoluğu yapınca karamsarlık dayanılmaz boyutlara vardı. Bu şartlarda artık aklıselimden yana umutsuz olmamak için çok güçlü bir limana, yani hakiki imana sığınmaktan başka yapılacak iş kalmıyor.

Hakiki imanı da Hakk getire ki sığınasın! Böylesine karanlık ve havasız tünelden nasıl çıkacağız? İktidara ve muhalefete sunulacak hiçbir önerinin işe yaramayabileceğine ihtimal veremiyorum. Onlar zaten her şeyi herkesten iyi bildiklerinden emin bulundukları için dikkat bile lütfetmezler de, faraza tavsiyelere tılsım gibi sarılacakları tutsun, yine de—kendi adıma—geçerli bir çözüm geliştirmeyi başaramıyorum. Aciz kalmak suç değil ama mahcubum! Daha önce de değindiğim gibi; toplum hayatının sürdürülebilmesi için teneffüs edilecek havadan sonra ve içilecek sudan önce gelen ‘olmazsa olmaz’ ihtiyaç maddesi ‘hakiki yargı’ erkidir!

Maalesef bu erk, bizzat, çürümüş veya militanlaşmış yargıçların elleri, dilleri ve belleri ile hasebi-nesebi bozuk hale getirilmiştir. Bu, tuzun kokmasından feci bir durumdur. Gıda maddesini uzun süre saklayabilmek için tuza muhtacız. Bu geleceğe yönelik bir kaygıdır. Oysa soluk aldığımız her saniyeyi özgür ve korkusuz yaşayabilmek için hakiki yargı adamının mevcut bulunmasına ve düzene hâkim olabilmesine muhtacız. Bu ise bir sonraki saniye alınacak nefese kadar yaşayabilme kaygısıdır. Hakiki yargıç hemen şimdi lâzım!

Tuz ise sonraya kalabilir! Doğrusu cübbeli bildiriler hakkında söylenmesi gerekip de ihmal edilmiş lakırdı da yok... Bu kapkaranlık ve havasız tünelden çıkmak için Bahçeli tarafından çağrı yapılan Cumhurbaşkanı Gül’ün de geliştirebileceği bir katkı bulunduğuna ihtimal veremiyorum. Demokratik hukuk devletinde ‘olmasa da olur’ diyemeyeceğimiz, asla yok sayamayacağımız, yerine başka bir mekanizma geliştiremeyeceğimiz, arkasından dolanamayacağımız üst yargı kurumları tarafından, yargıçlığın en temel şartını inkâr eden tavır ve söylemler sergilenirse orada artık meşru bir siyasi hamle ihtimali kalmamıştır.

Yargıtay ve Danıştay’dan sonra—Allah saklasın—bir de Anayasa Mahkemesi benzer bildiri yayınlarsa, Türkiye’ye hiçbir düşmanın yapamayacağını kendi elimizle yapmış oluruz! Yargıtay ve Danıştay tarafından yayınlanan bildiriler ile yargıçlığın en temel şartının inkâr edildiği yolundaki iddiama gelince: Matematik kesinlikle kanıtlıyorum: Kendisini, hukuk düşmanları da dâhil her türlü suçlunun en nihai sığınağı olarak hissedemeyen ve bu hissedişin gerektirdiği gibi önyargısız davranamayan yargıç; yargının, adaletin ve hukuk devleti ülküsünün tasavvur edilebilecek en büyük düşmanıdır.

Şu anda hakemin hem düdük çalıp, hem de kalelerden birine gol atmaya çalıştığı vahim bir maç seyrediyoruz. Sahaya inmeyeceğiz elbette. Bu kapkaranlık ve havasız tünelde, canımızı yakmadan üstümüzdeki toprağı yaracak mucizevî bir deprem niyaz ediyoruz...

Bugün, 24.5.2008

Ömer Lütfi Mete

25.05.2008

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

 
GAZETE 1.SAYFA
Download

Kutlu Doğum Haftası Pdf

Bütün haberler

© Copyright YeniAsya 2008.Tüm hakları Saklıdır