Sohbet esnasında biri, “İç ve dış dünya diye bir şey yok mu?” diye sordu. Aslında bunu söylemekle için dıştan daha önemli olduğunu vurgulamaktı niyeti. Ben başka konuşmalara değil, bu söze takıldım; sohbet süresince iç dünyaların her zaman dış dünyalardan daha önemli bir yer tuttuğunun üzerinde durdum.
Elbette iç dıştan önemlidir. Her zaman dış içe, görülen görülmeyene bağlıdır çünkü. Öyle ya, çekirdeğin içi olmadan koca ağacı göremezsiniz. Yumurtanın özü olmadan tavus kuşu meydana gelmez. Her meyvenin içi kabuğundan iyidir. İnsanların gizemlerini hesaba katmadan davranışlarından gerçek anlam çıkaramazsınız.
Davranışları açalım isterseniz. Her davranışın arkasında bir düşünce, bir niyet ve bir duygu vardır. Davranışın gerisindeki bu faktöre dikkat etmeden davranışa hükmedildiğinde yanılma payı son derece çoktur. İyi bir inceleme anlamında “aslı astarını araştır önce” demelerinin esprisi de bu. Bir davranış, gerisindeki iç değerle bir anlam taşır.
Mevlânâ da “İnsan, pek lâtif bir içe maliktir. İnsansan bir an olsun onu ara!” der. İçteki o gizemli dünyayı unutup dış dünyanın kabuğunda boğulanların büyük bir gaflet içinde oldukları anlaşılmaz mı?
Dünyanın içi neresi olabilir acaba? Yalnız dünyaya dikkatlerini yoğunlaştıranların bir eksik yanları olur her zaman. Çünkü dünya hallerinin gerisi, içi öte dünya, yani ahirettir. Dünya ahiretle anlamlaşır ya da dünya ahiretle bütünleşir. Dünyadaki zorluklar, sıkıntılar ve musibetler mahza kötülük olmaktan çıkarlar da tatlı bir anlama bürünmüş olurlar. Dünyanın gerisi ve içi anlamında öte dünya hesaba katılmadan yaşanan dünya bir zehirdir. Cevizin dış kabuğunu yiyemezsiniz.
Mevlânâ’dan bir hikâye: Bir kadın vardı, her yıl bir çocuk doğururdu. Fakat çocuk altı aydan fazla yaşamazdı. Kimi üç, kimi dört ve kimi de altı ay ancak yaşayabilen yirmi çocuk doğurdu ve her biri yüreğine kocaman bir kor olup düştü. Ne yapacaktı? Feryat ederek halinden şikâyet etti: “Ya Rabbi! Bu çocuklar bana dokuz ay yük oluyor, sadece üç aycağız ferahlık veriyor. Bana verdiğin nimet nimetlikten çıkıp katlanmış bir yük oluyor. Sonunda bir gece rüyasında ona Cennet gösterildi. Orada kendi isminin yazıldığı bir köşk de gördü ve etrafında çocuklarını. Cennetin güzelliklerine öylesine dalmıştı ki, oracıkta kendinden geçti. Sonra ona dediler ki; “Bu nimet, canını feda etmekte doğru olan ve bu fedakârlıkta doğruluktan ayrılmayan kişinindir. Bir hayli hizmet etmek gerek ki bu kuşluk kahvaltısından yiyesin.” Kadın bunun üzerine, “Yarabbi! Yüzyıl, hatta daha fazla bir müddet benden kan dök, evlâtlarımı öldür, razıyım.” dedi.
İnsan, her oluşumda gaybı, yani içi gören ya da hisseden bir göze sahip olmadıkça insan olması biraz zor. İnsanın bizzat sebep olmadığı bir olaydaki sorumluluğu çok az. Her olay da sebepsiz değil. O halde bu gibi olayların gizemlerine dikkat etmek gerekir. Biri bizi deniyor olamaz mı?
Biz iç dünyamızla dış dünyamız arasındayız. İç dünyasını unutanlar, dış dünyanın hayhuyları arasında ömrünü geçirir. İç dünya, bizi dinlendirir, bize derinlik kazandırır. İç dünyamıza bir yönelebilsek, dış dünyadan çok daha büyük bir dünya ile karşılaştığımızı görürüz. Ama ne çare ki, yolculuklarımız hep dış dünyaya, iç dünyamıza çok nadir. O denli uzaklaştık ki iç dünyamızdan adeta ondan koptuk, onu unuttuk. Ölçülerimiz hep dış dünyayla ilgili olmuş. Kabuk insanı doyurur mu?
Elbette iç dünya ile dış dünya, yani iç ve dış var. Yargılarımız buna göre olmalı. İç dünya ile dış dünya birbiriyle örtüşmeli. Biz dış dünyada varız, bu bir gerçek. Ama iç dünyamızla varız, yani kişiliğimiz iç dünyamızla oluşmuş. İkisinden birini ihmal ettiğimizde orta yoldan çıkmış oluruz. Yani birini diğeri için ihmal edemeyiz.
İşte peygamberi bir ölçü: “Ne dünya için ahireti ve ne de ahiret için dünyayı ihmal edin!”
|