Osmanlı Devleti’nde olduğu gibi Türk Devleti de bugün askerî vesayet rejimi ve polis-devlet anlayış ve uygulamalarıyla (Polis Vazife ve Salahiyet Kanunu’ndaki son değişiklikler, 301. maddeye yapılan makyaj, 1 Mayıs kutlamalarına karşı takınılan ceberut tavır ve faşizan polis uygulaması) tarihsel gelenek ve çizgisi doğrultusunda çelikten bir devletin bütün niteliklerini taşımaktadır.
Ve sorun tam da burada bulunmaktadır. Bu sorun aşılmadan demokrasiye ve hukuk devletine doğru yol almak olanaksızdır. 12 Eylül yapılanması ve anlayışıyla güçlenen askerî bürokrasinin gücü ile siyasetteki antidemokratik yapılanmanın ve özellikle sol muhalefet yokluğunun birbirini beslemesi ve bürokrasi ile bürokrasinin uzantısı siyasî partilerin ve devletin ideolojik aygıtı olarak görev yapan STK’ların direnişleri nedeniyle Türkiye, özgürlüklerin güvence altına alındığı demokratik bir hukuk devletine gidecek yolu açamamaktadır. Devletin baskıcı ve ideolojik aygıtları olarak davranan STK’lar dışında kalan sivil toplum örgütleri, kısıtlanmış ifade özgürlüğünün daraltılmış sınırları içinde etkili olamamakta, medya ise rejimi payandalayarak gerçek sorunları tartışma alanı dışında tutma işlevini görmektedir. Rejim siyaseti çözüm üretemez, üniversiteleri kaliteli bilimsel etkinlikte bulunamaz, aydınları ve gerçek sivil toplum örgütlerini fikir ve çözümlerini ifade edemez, medyayı gerçek haber ve objektif yorum yapamaz duruma getirmiştir. Bu tablo iç dinamiklerin iflasıdır. Enerjisini boşa harcayan Türkiye, hiçbir gerçek sorununu tartışamamakta, hatta bu sorunlarından kaçmaktadır. Ekonomik ve sosyal sorunlarını hiçbir çözüm üretmeden, IMF tarafından sunulan reçeteleri kabul ederek tartışma alanından çıkarmıştır. Siyasî ve hukukî sorunları ise sadece Avrupa Birliği’ne girmek için uyulması istenen normlar bağlamında düşünerek tartışma alanının dışına itmeye çalışmaktadır. Siyasî-hukukî sorunların çözümünü Avrupa Birliği karşıtı milliyetçiler ile Avrupa Birliği taraftarı hainler arasındaki bir mücadele noktasına getirmek akıl dışı, gerçeklerden uzak, vasat altı bir anlayışın ürünüdür. Türkiye, gerçek sosyal, ekonomik, siyasî, tarihî ve hukukî sorunlarını Avrupa Birliği normları gerektirmese de kendi halkının çıkarları nedeniyle tartışıp çözmek zorundadır. Özgürlükleri güvence altına alan demokratik bir hukuk devletini sağlamazsanız ne ekonomik, ne sosyal ne de etnik hiçbir sorununuzu çözemezsiniz.
Halkı ergen olmayan, kendini idareden aciz, güvenilmez gören bir anlayışın yarattığı bir rejim. Anayasası, Siyasi Partiler Yasası, Seçim Yasası ve ceza yasaları ile çoğulculuğa geçit vermeyen, farklılığa tahammül edemeyen, katılımın önünü kesen, askerî vesayeti korkular üzerinden içselleştirmiş bir anlayış ve yapılanma. Dünya tarihi ve özellikle de tarihimiz göstermiştir ki siyasete sokulan ordu hiziplere ayrılır, bölünür ve güçsüzleşir. Silahlı Kuvvetler’in görevi kendisini sivil siyasetin öngördüğü yönde bir dış tehdide karşı hazırlamaktır. Ancak gelinen noktada askerî bürokrasi her siyasî gelişme konusunda görüş beyan etmeye, internet ortamında darbe sayılacak muhtıralar yayımlamaya başlamıştır. AKP iktidarı ilk yıllarında AB sürecini hızlandırmıştı. Bu sürecin devamı askerî bürokrasinin iktidardan uzaklaşması, siyaset ve toplum alanını tanzim etmekten vazgeçmesi, imtiyazlarını yitirmesi, en önemlisi gerçek bir demokrasiyle yönetilen ülkelerde olduğu gibi şeffaflaşması, parlamenter denetim ve gözetim altına alınması, millî güvenlik siyaset belgesinin halkın katılımıyla parlamentoca hazırlanması anlamına geliyordu. AKP, demokratikleşme konusunda başarılı ve yeterli olmamasına, demokrasiyi ve özgürlükleri içselleştirmemesine rağmen böyle bir açılımı yapabilecek tek tehlikeli seçenek olarak gözüktüğü için kendisine karşı cephe alındı. AKP’nin en zayıf olduğu nokta, laiklik ve türban meselesiydi. Türbanda MHP tarafından açıkça tuzağa düşürüldü. Demokratikleşmeyi bir bütün olarak düşünmeyen ve demokrasi cephesini genişletecek açılımları yapma niteliği ve kapasitesi bulunmayan lider kadrosuyla AKP beceriksizce sonunu hazırlarken, iktidarda kalabilme uğruna uzlaşma yolunu seçmiştir. Şemdinli’de yakasını kaptırmış, 27 Nisan muhtırasını verenleri, Sarıkız ve Ayışığı darbe girişimcilerini yargılayamamıştır. İktidar, ağır suçlar oluşturan bu eylemlere seyirci kalmış, uzlaşma yolunu seçerek, sorunların çözümünde inisiyatif alma gücünü yitirmiştir. Böylece asker-sivil bürokrasi, CHP ve MHP’den oluşan blok gerçek bir demokratikleşmeye yeltenecek siyasî bir oluşumun iktidar olmasına izin vermeyeceklerini göstermişlerdir.
Polise son değişikliklerle tanınan yetkiler ve bu yetkilere dayanılarak yapılan uygulamalar ve 1 Mayıs’ta yaşananlar, siyasî iktidarın ve emrindeki idarenin polis-devlet anlayışının temsilcileri olduklarını göstermiştir. Yurttaşlarına hak ve özgürlükleri kullanma konusunda hukuk güvenliği sağlamayan organizasyon devlet olamaz. Hukuk güvenliği bulunmayan, ülkeyi halk adına yönetenlerin ve bürokrasinin kendilerini istedikleri zaman hukukla bağlı saymadıkları bir yerde barış, huzur, kamu düzeni ve demokratik otorite sağlanamaz. Yurttaşlarına hangi dinî inançtan veya etnik kümeden olursa olsun eşit yaklaşmayan, sürekli belli inanca veya ırksal kimliğe vurgu yapan, ideolojik duruşu olan, bir arada yaşamanın ortamını oluşturmayan, hakemlik yapmayan, adil yargılama hakkının en temel ilkelerini kâğıt üzerinde bile sağlamayan (yargılama birliği, tabii hakim, hakim bağımsızlığı, tarafsızlığı ve güvencesi ilkeleri), yargının kaliteli işlemesinin altyapısını oluşturmayan bir devletin hukuk devleti olması olanaksızdır.
Asker-sivil bürokrasinin askerî vesayeti ile oluşan militarist anlayışla, siyasî iktidarın polis-devlet anlayışı devlete çelikten bir nitelik vermektedir. Bu anlayıştan hak ve özgürlükleri güvence altına alan demokratik bir hukuk devletine geçmek zor gözükmektedir.
Zaman, 6.5.2008
|