Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 19 Nisan 2008

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 

Basından Seçmeler

AKP Gençlik Kongresinde “10. Yıl Marşı”

Geçenlerde gerçekleşen AK Parti’nin Gençlik Kolları 2. Olağan Kongresi’nin açılışında Başbakan’ın salona girişinde herkesin bir ağızdan onuncu yıl marşı okuduğu haberi düştü gazetelere. Bu bir dönüm noktası mı acaba? AK Parti halktan aldığı temsil yetkisini bir grup medya canavarına bırakarak kendisini dönüştürmeye mi karar verdi? Ulusalcı seçkinlerin halktan kopukluğunun en bilinen sembolik ritüeli olan bu marş neden AK Parti çevrelerinde de okunmaktadır? İçerdiği mesajlarla toplum mühendisliğinin en kaba ve üst perdesinden buyruklar içeren bu marşı AK Parti çevreleri hangi özelliği dolayısıyla hep bir ağızdan okumuş olabilirler? “Her yaştan gençler yaratma” operasyonuna onlar da mı dâhil oldular? Daha düne kadar 28 Şubatçı entrikacıların ortak dili değil miydi? Ulusalcı Kemalist tarikatının rolüne mi soyundular? Halkın onlara verdiği derin devlet dışında farklı bir merkez oluşturma yetkisinden vazgeçip hepimizi o eski merkeze mi götürmek istiyorlar acaba? Derin devletle uzlaşma adına halkın farkına varmadığı gizli bir operasyon mu yürütülmektedir? Yoksa AK Parti çevreleri de artık kendilerini devletçi seçkincilerle aynı safa mı yerleştirmek istemektedir?

AK Parti, kendisi ile ilgili açılan gayri meşru kapatma davasını doğru bir biçimde okumadığı sürece çok tuhaf tutum ve davranışlarda bulunacağının sinyallerini aslında baştan beri vermekteydi. Özellikle 22 Temmuz seçimlerinden sonra kendisine karşı yürütülen “artık o bir merkez partisidir” söylemine kapılıp “evet biz bir merkez partisiyiz” atmosferine girmeleri bahsedilen tehlikenin ilk sinyali idi ve AK Parti çevreleri bunu kendilerine yönelik bir iltifat olarak gördüler ne yazık ki. Oysa bu söylemin asıl amacı farklı bir biçimde kurulan merkezi boğmak ve onu yok hükmünde saymaktır.

Türkiye uzun bir zamandan beridir devletçi seçkinlerin merkezde olduğu bir yönetim sergilemektedir ve birçok olayın peş peşe gelişmesi halkın bu durumdan uzaklaşmasına ve daha çok kendisinin merkezde olduğu politik bir yapının egemen olmasına öncülük ettiğini görmekteyiz. Şimdi bu sürece en uygun davranış ve politikaları izleyen de AK Parti’dir. Ama AK Parti bu pozisyonundan vazgeçip kendisini merkeze doğru kaydırırsa memleket daha büyük bir faşist tehlike ile karşı karşıya gelecektir. Belki de AK Parti ile ilgili en ciddi tehlike sanılanın aksine merkeze doğru kayması ve ulusalcılarla aynı rol ve tutumlara sahip bir politika izlemesidir. Çünkü o zaman memleket tüm sistem dışı kalmışlar için bir cehenneme dönüşecektir.

Özellikle kapatma davasından sonra dile getirilen “uzlaşma, itidal ve geri adım”, çağrılarının asıl amacı da söz konusu var olan (suni) gerilimi düşürmeye yönelik değil aksine uzun bir zamandan beri ilk kez devlet oligarşisine karşı görece bir başarı elde etmiş olan halkı veya dezavantajlı bir statüye mahkûm edilmiş olan insanları “yumuşatma” ve “merkeze götürme” girişiminden başka bir niyet içermemektedir. Eğer bir uzlaşma olacaksa bunun halkın desteği ile inşa edilmiş olan ve geleneksel devletçi merkezden farklı bir merkeze göndermelerde bulunan bir taraf ile olması gerekmez mi?

Eğer AK Parti bu durumu doğru bir biçimde okuyamaz ve uzlaşma adına kongrelerinde Onuncu Yıl Marşı’nı/ritüelini ifa etmeye/okumaya başlarsa hiç kuşku duyulmasın ki halk devletçi-seçkinci zümrenin merkezinden farklı referanslara dayanan yeni bir merkezi kurmakta çok kararlıdır ve bunu kim inşa edeceğini gösterirse ona yönelecektir.

Türkiye, neredeyse tüm sosyolojik teorileri alt üst edecek ilginç bir iktidar biçimine sahip bir ülkedir. Gücü elinde bulunduranlar, halkı sadece yok saymak ve hukukunu çiğnemekle kalmıyorlar aynı zamanda bu durumdan şikâyetçi olmalarına da tahammül edemiyorlar. Onları asıl sinir eden şey, dışlanan ve hukuku çiğnenen kesimlerin nasıl olur da bu haksızlıklardan zevk almadıklarıdır. Kısaca bu güç, hem ezmek hem de bu ezilmişlikten “sözde” değil “özde” memnun olunmasını istemektedir. Ancak AB süreci, liberal düşüncenin güçlenmesi, ezilenlerin entelektüel birikimleri, dünya kamuoyu ve en önemlisi de “seçimler” bu düzene ciddi bir biçimde çomak soktu ve her şey alt üst oldu. Çünkü yakın tarihte yaşanan kimi tecrübeler, esasında bu gücün bir sevk ve idare işinden çok bir entrika sanatı olduğunu gösterdi;

28 Şubat, halk arasında çeşitli dinî kavram ve değerlerle tanımlanan ve asıl görevi ülkenin sınırlarını korumak olan askerî bürokrasinin aslında bazen bu tanımlama ve görevle bağdaşmayacak maceracı bir cuntanın eline geçebileceğini, 367 olayı, Anayasa Mahkemesi üyelerinin karar verirken genelde siyasi kaygıları daha çok önemsediklerini, Ergenekon, İttihat ve Terakki’den bu yana halkın olduğunu sandığımız egemenliğin aslında bir çetenin elinde olduğunu, AK Partiye açılan kapatma davası, darbe fikrinin hiç bitmeyen bir meşale olarak gönüllerde hep var olduğunu ve bunun için düşünülen yolların hukuk dâhil birçok alan üzerinden devam ettiğini, Danıştay Başsavcısı’nın kadınlar gününde yaptığı darbeye methiye nutku, ülkeye egemen olan yönetici ve seçkinci zümrenin ne kadar kindar olduğunu, insanların mağduriyetlerinin, hatta bir başbakanı ipte sallamanın bile bu kesimleri bir türlü rahatlatmadığını ve öldürmenin bu seçkinci zümre için antropolojik bir determinasyon olduğunu gösterdi. ÜAK bildirileri ile YouTube videoları, üniversitelerin öğretim işlevlerinden çok başka konulara (darbelere hazırlık yapma ve beyin yıkama operasyonlarına) kafa yordukları ve bunun için de ehil olmayan nice insanlara akademik unvanlar verdiklerini ve dogmatizme karşı olması gereken akademisyenlerin, farklı bir dogmatizmi sırf kendi âli menfaatleri için savunduklarını gösterdi. Yine 28 Şubat ve dahi kapatma davası, medyanın her zaman gizli bir ajandasının bulunduğunu ve bu ajandada da hep halk karşıtlığı üzerine oturtulan bir projenin var olduğunu gösterdi.

İşte tüm bunlar artık kimin kimle ve nasıl uzlaşması gerektiğini çok net bir biçimde ortaya koydu ve merkezin halkı kabul etmesi gerektiğini dayatmış oldu. Tabiî devletçi seçkinler haliyle bu varlığı benimsemeyeceklerdir ve uzlaşalım diyeceklerdir. Oysa istenilen bu değil aksine eski düzenin devamlılığıdır.

Aslında bu çağrıları yapanlar ile 22 Temmuz seçimlerinden hemen sonra ısrarla AK Parti’yi bir merkez partisi olarak gösterenlerin aynı çevreler olması da tesadüf değildir. Unutmamak gerekir ki AK Parti’nin bir merkez partisi olduğunu söyleyenler gerçekte böyle düşündükleri için değil öyle görmek istedikleri için bunu söylemişlerdi. Onu bir merkez partisi gibi gösterip eski düzenin devamını sağlamak isteyenler hep kendilerinin merkezde olduğu bir düzeni arzu edenlerdir.

Bu düşüncenin uzantısı kimi girişimlerin AK Parti çevrelerinde de varlığını hissettirmeye başladığı görülmektedir ne yazık ki. Ama AK Parti’nin bu niyetine rağmen halkın buna razı olmayacağı ve olmadığı gerçeği biraz gönüllere su serpmektedir. Asıl tehlike, AK Parti içinde klasik muhafazakâr geleneğin refleksini gösterip taviz üzerine dayanan bir uzlaşma yoluna girip kongrelerinde Onuncu Yıl Marşı’nı okuyacak bir kesimin varlığıdır. İyi ki bu kesim partinin politikalarını belirleyen bir güce sahip değildirler. Gerçi bu durumu kabullenecek bir halk kitlesi de yok artık çünkü herkes çocuğun söylemesine gerek kalmadan kralın çıplak olduğunu görüyor.

Taraf, 18 Nisan 2008

Mazhar Bağlı

19.04.2008

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

 

Bütün haberler

Başlıklar

  301’de son perde ve ilk demokratik hamle

  301’ciler özgürlüğe de, demokrasiye de yakışmıyor!

  “Devletin ortak aklı” ne zaman başına gelecek?

  AKP Gençlik Kongresinde “10. Yıl Marşı”

  Keşke Avrupa bir değil, bin bildiri yayınlasa


 Son Dakika Haberleri