(...)Türkiye’de demokrasiye asıl tehdidin “laikliğe tehdit” gibi hayli spekülatif ve su kaldırır iddiaların hedefi olan Ak Parti hükümetinden geldiğine, Ankara’nın “otokratik-bürokratik iktidar odağı” ile onun oraya buraya –özellikle İstanbul medyasının bir bölümü ve bazı iş çevreleri gibi- serpilmiş kimi püskülleri inanabilir ve toplumu buna inandırmaya çalışabilir ama “demokrasi ve laik sicili” tartışılmaz olan Avrupa Birliği’ni buna inandıramazsınız. İnanmıyorlar da zaten.
“Varoluşsal niteliği” demokrasi ve laiklik ilkeleri olan Avrupa Birliği’nin yürütme organı Avrupa Komisyonu’nun Başkanı Barroso, Türkiye’ye ayak basmadan önce “Demokratik normal bir sistemde, halkın çoğunluğu tarafından seçilmiş, seçimleri kazanmış bir partinin ve devletin en üst makamlarının sorgulanması pek normal değil. Tabii ki bunun birtakım sonuçları olur” diyor.
Avrupa Birliği Yüksek Temsilcisi Javier Solana, bu konuya daha da açıklık getiren şu açıklamayı yaptı:
“Biz hükümetteki bir partinin ‘yasadışı’ ilan edilip kapatılmasını çok anlaşılır bulmuyoruz. Bu hiç demokratik bir tavır değil, uluslararası toplumun normlarına da uymuyor... Kapatma, Türkiye’nin bizimle ilişkilerine bir darbe olur. AKP kanunsuz duruma düşürülürse krizin boyutu büyür ve Türkiye-AB ilişkileri büyük zarar alır.”
Şimdi, kalkıp, AB yöneticilerine demokrasi ve laikliğin ne olduğunu mu öğreteceğiz? Tereciye tere satarak mı, inandırıcı olacağız?
“AB, bu konuya niye karışıyor?” diye sözde “ulusal hak ve yetki”den dem vurabilir miyiz?
Eğer AB’ye üyelik adayı iseniz ve üstelik tam üyelik için “katılım” müzakerelerine başlamışsanız, AB’nin ülkenizde demokrasinin uygulanıp uygulanmadığını denetleme hakkını kabullenmişsiniz demektir. Böyle bir “sözleşme” imzaladınız AB ile. “Kopenhag Kriterleri”, zaten demokratik bir ülke olmaya ilişkin yükümlülükleri yerine getirmek demek ve denetim yetkisi de AB’de.
***
Türkiye’de demokrasiye yönelik asıl tehdit, “silahlı müdahale ile iktidar değiştirmek” peşinde koşan ve bunu mümkün kılacak ortamı yaratmak için binbir tertip peşinde koşan “Ergenekon ve benzeri çeteleşme”lerden ve aynı “zihniyet iklimi”nde hareket eden Silahlı Kuvvetler içindeki “andıç üretimi”nden kaynaklanıyor.
Hafta başında 2006 yılında Deniz Kurmay Albay rütbesi taşıyan bir TSK personeli tarafından hazırlanan ve bir kuvvet komutanına iletilen bir “andıç” gazete sayfalarına döküldü. “Haklarında tedbir alınması istenen kişi ve kurumlar” saymakla bitecek gibi değil. Andıç gerekçesinde şu yazılı:
“Bu andıç; ABD ve AB’nin kendi amaçlarına uygun olarak yönlendirdiği sivil toplum örgütlerinin faaliyetleri hakkında bilgi vermek ve bu kapsamda alınacak karşı tedbirler hakkında onay almak maksadıyla hazırlanmıştır.”
Bu zihniyet, ABD ve AB’nin Türkiye’ye “hasım olduğu” algılamasından yola çıkarak “iç düşman”a karşı “tedbir” arıyor. Bu kafaya göre belirlenen “iç düşmanlar”a karşı “psikolojik savaş” yürütüldüğünü, “Ergenekon dosyası”nın bugüne dek dışarı sızan bilgilerinden öğrenmiş bulunuyoruz.
İşin ilginç yanı, ABD, Türkiye’nin “müttefiki”. AB ise Türkiye’nin katılmak istediği ve bunu “ulusal-stratejik hedef” haline yarım yüzyıldır getirmiş bulunduğu, yani bir “devlet politikası”nın yönlendiği uluslarüstü bir kuruluş. Türkiye, AB’nin “katılımcı aday üyesi”.
Nasıl oluyor da devlet kurumları, bu ABD ve AB’ye “düşman”a yaklaşır gibi yaklaşıp, içerde birçok insan ve kuruluşu, ABD ve AB ile bağlantılı gösterdikten sonra, içine atıp yakmayı tasarladıkları “cadı kazan”ları kurulmasıyla uğraşabiliyor? Hangi hak ve yetkiyle?
İşin daha da ilginç yanına gelince, AB mali yardımlarından en fazla pay, Genelkurmay Başkanlığı’na düşmüş. “Mehmetçik Projesi” için AB’den 12,7 milyon Euro hibe olarak alınmış. ABD’den alınan hibe miktarı ise milyarlarca dolar ile ölçülüyor. TSK silahlarının çok büyük bölümü “ABD damgalı.”
Bu ne perhiz bu ne lahana turşusu...
Bu arada, İsmet Berkan günlerdir Radikal’de “Ergenekon’un Yakın Tarihi”ni yazıyor. Sayısı 6 etti, bugün 7.sini yazacak ve yazılarda içlerine kuvvet komutanlarının karıştığı “Sarıkız” ve “Ayışığı” kod adlarıyla bilinen 2004 yılı ve sonrasına ilişkin —bazılarından birebir haberdar olduğu—bir dizi “darbe girişimi”ni anlatıyor.
İş, modern-demokratik bir ülkede kabul edilemeyecek “parti kapatma” söz konusu olduğunda, kimilerinin hatırlatmakta vakit yitirmediği “Bağımsız Yargı” nerede?
Türkiye’de “gizli örgütlenme” ve “silahlı müdahale” suretiyle iktidar değiştirmek ve bunun ortamını hazırlamak için karışıklık çıkartmak, suikast ve sabotaj düzenlemek özgürlüğü mü var?
Bu gibi işlere bulaşanlar, “taşıdıkları sıfatlar” göz önüne alınarak “yargı muafiyeti”nden yararlanabilirler diye bir kural mı var?
Bütün bunlar demokrasi için “daha büyük” ve hem de “en yakın” anlamında “acil” bir “tehdit” değil mi?
Bu durumda, şu soru haliyle akla takılıyor: Acaba, Yakın geçmişteki “darbe girişimleri”nin ardında olanlar ve Ergenekon’a bulaşmış bulunanlar ile “kapatma davası” çabaları ve bunları güdenler arasında bir “irtibat” mı var?
Acaba, “AB karşıtlığı”nın bütün bunlar ile ilişkisi mi var?
O nedenle, iyi ki “AB ve demokratikleşme gündemi” yeniden canlandı...
Barroso ve Rehn, Türkiye’ye hoş geldiler...
Referans, 11 Nisan 2008
|