Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 12 Nisan 2008

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 

Basından Seçmeler

 

Demokrasiye “en ciddi” ve “en yakın” tehdit...

(...)Türkiye’de demokrasiye asıl tehdidin “laikliğe tehdit” gibi hayli spekülatif ve su kaldırır iddiaların hedefi olan Ak Parti hükümetinden geldiğine, Ankara’nın “otokratik-bürokratik iktidar odağı” ile onun oraya buraya –özellikle İstanbul medyasının bir bölümü ve bazı iş çevreleri gibi- serpilmiş kimi püskülleri inanabilir ve toplumu buna inandırmaya çalışabilir ama “demokrasi ve laik sicili” tartışılmaz olan Avrupa Birliği’ni buna inandıramazsınız. İnanmıyorlar da zaten.

“Varoluşsal niteliği” demokrasi ve laiklik ilkeleri olan Avrupa Birliği’nin yürütme organı Avrupa Komisyonu’nun Başkanı Barroso, Türkiye’ye ayak basmadan önce “Demokratik normal bir sistemde, halkın çoğunluğu tarafından seçilmiş, seçimleri kazanmış bir partinin ve devletin en üst makamlarının sorgulanması pek normal değil. Tabii ki bunun birtakım sonuçları olur” diyor.

Avrupa Birliği Yüksek Temsilcisi Javier Solana, bu konuya daha da açıklık getiren şu açıklamayı yaptı:

“Biz hükümetteki bir partinin ‘yasadışı’ ilan edilip kapatılmasını çok anlaşılır bulmuyoruz. Bu hiç demokratik bir tavır değil, uluslararası toplumun normlarına da uymuyor... Kapatma, Türkiye’nin bizimle ilişkilerine bir darbe olur. AKP kanunsuz duruma düşürülürse krizin boyutu büyür ve Türkiye-AB ilişkileri büyük zarar alır.”

Şimdi, kalkıp, AB yöneticilerine demokrasi ve laikliğin ne olduğunu mu öğreteceğiz? Tereciye tere satarak mı, inandırıcı olacağız?

“AB, bu konuya niye karışıyor?” diye sözde “ulusal hak ve yetki”den dem vurabilir miyiz?

Eğer AB’ye üyelik adayı iseniz ve üstelik tam üyelik için “katılım” müzakerelerine başlamışsanız, AB’nin ülkenizde demokrasinin uygulanıp uygulanmadığını denetleme hakkını kabullenmişsiniz demektir. Böyle bir “sözleşme” imzaladınız AB ile. “Kopenhag Kriterleri”, zaten demokratik bir ülke olmaya ilişkin yükümlülükleri yerine getirmek demek ve denetim yetkisi de AB’de.

***

Türkiye’de demokrasiye yönelik asıl tehdit, “silahlı müdahale ile iktidar değiştirmek” peşinde koşan ve bunu mümkün kılacak ortamı yaratmak için binbir tertip peşinde koşan “Ergenekon ve benzeri çeteleşme”lerden ve aynı “zihniyet iklimi”nde hareket eden Silahlı Kuvvetler içindeki “andıç üretimi”nden kaynaklanıyor.

Hafta başında 2006 yılında Deniz Kurmay Albay rütbesi taşıyan bir TSK personeli tarafından hazırlanan ve bir kuvvet komutanına iletilen bir “andıç” gazete sayfalarına döküldü. “Haklarında tedbir alınması istenen kişi ve kurumlar” saymakla bitecek gibi değil. Andıç gerekçesinde şu yazılı:

“Bu andıç; ABD ve AB’nin kendi amaçlarına uygun olarak yönlendirdiği sivil toplum örgütlerinin faaliyetleri hakkında bilgi vermek ve bu kapsamda alınacak karşı tedbirler hakkında onay almak maksadıyla hazırlanmıştır.”

Bu zihniyet, ABD ve AB’nin Türkiye’ye “hasım olduğu” algılamasından yola çıkarak “iç düşman”a karşı “tedbir” arıyor. Bu kafaya göre belirlenen “iç düşmanlar”a karşı “psikolojik savaş” yürütüldüğünü, “Ergenekon dosyası”nın bugüne dek dışarı sızan bilgilerinden öğrenmiş bulunuyoruz.

İşin ilginç yanı, ABD, Türkiye’nin “müttefiki”. AB ise Türkiye’nin katılmak istediği ve bunu “ulusal-stratejik hedef” haline yarım yüzyıldır getirmiş bulunduğu, yani bir “devlet politikası”nın yönlendiği uluslarüstü bir kuruluş. Türkiye, AB’nin “katılımcı aday üyesi”.

Nasıl oluyor da devlet kurumları, bu ABD ve AB’ye “düşman”a yaklaşır gibi yaklaşıp, içerde birçok insan ve kuruluşu, ABD ve AB ile bağlantılı gösterdikten sonra, içine atıp yakmayı tasarladıkları “cadı kazan”ları kurulmasıyla uğraşabiliyor? Hangi hak ve yetkiyle?

İşin daha da ilginç yanına gelince, AB mali yardımlarından en fazla pay, Genelkurmay Başkanlığı’na düşmüş. “Mehmetçik Projesi” için AB’den 12,7 milyon Euro hibe olarak alınmış. ABD’den alınan hibe miktarı ise milyarlarca dolar ile ölçülüyor. TSK silahlarının çok büyük bölümü “ABD damgalı.”

Bu ne perhiz bu ne lahana turşusu...

Bu arada, İsmet Berkan günlerdir Radikal’de “Ergenekon’un Yakın Tarihi”ni yazıyor. Sayısı 6 etti, bugün 7.sini yazacak ve yazılarda içlerine kuvvet komutanlarının karıştığı “Sarıkız” ve “Ayışığı” kod adlarıyla bilinen 2004 yılı ve sonrasına ilişkin —bazılarından birebir haberdar olduğu—bir dizi “darbe girişimi”ni anlatıyor.

İş, modern-demokratik bir ülkede kabul edilemeyecek “parti kapatma” söz konusu olduğunda, kimilerinin hatırlatmakta vakit yitirmediği “Bağımsız Yargı” nerede?

Türkiye’de “gizli örgütlenme” ve “silahlı müdahale” suretiyle iktidar değiştirmek ve bunun ortamını hazırlamak için karışıklık çıkartmak, suikast ve sabotaj düzenlemek özgürlüğü mü var?

Bu gibi işlere bulaşanlar, “taşıdıkları sıfatlar” göz önüne alınarak “yargı muafiyeti”nden yararlanabilirler diye bir kural mı var?

Bütün bunlar demokrasi için “daha büyük” ve hem de “en yakın” anlamında “acil” bir “tehdit” değil mi?

Bu durumda, şu soru haliyle akla takılıyor: Acaba, Yakın geçmişteki “darbe girişimleri”nin ardında olanlar ve Ergenekon’a bulaşmış bulunanlar ile “kapatma davası” çabaları ve bunları güdenler arasında bir “irtibat” mı var?

Acaba, “AB karşıtlığı”nın bütün bunlar ile ilişkisi mi var?

O nedenle, iyi ki “AB ve demokratikleşme gündemi” yeniden canlandı...

Barroso ve Rehn, Türkiye’ye hoş geldiler...

Referans, 11 Nisan 2008

Cengiz Çandar

12.04.2008


 

Barroso’yla Olli Rehn’e açık mektup!

Avrupa Birliği Komisyonu Başkanı Jose M. Barroso’yla Genişlemeden Sorumlu Komiser Olli Rehn Türkiye’deler.

Eski deyişle:

Hoş geldiler, sefa getirdiler!

Şunu iyi bilsinler:

AB nasıl ki Avrupa için tarihin tanık olduğu en büyük barış ve demokrasi projesi ise Türkiye için de öyledir.

Bir demokrasi projesidir.

Hukukun üstünlüğü projesidir.

İnsan hakları projesidir.

Kısacası:

Türkiye’nin AB yolculuğu bir ‘barış ve demokrasi yolculuğu’dur.

Baştan beri öyledir.

Nasıl ki Avrupa Birliği, dünya savaşlarıyla insanlığa tarifsiz acılar çektirmiş milliyetçilik belasından Avrupa’yı kurtarmak ve yaşlı kıtaya kalıcı barışı getirmek için tarih sahnesine çıkmışsa, Türkiye de aynı tarih bilinciyle ve Atatürk’ün deyişiyle ‘çağdaş uygarlık’ düzeyini yakalamak için AB yoluna koyulmuştur.

Ben, Türkiye’nin AB yolunu bir barış ve demokrasi yolu olduğu için savunuyorum.

Ama karşı çıkanlar da var.

İki tarafı ayıran çizgi ya da daha doğru deyişle duvar demokrasiyle ilgilidir; hukukun üstünlüğü ve insan hakları düzeniyle ilgilidir; din, vicdan, ifade ve girişim özgürlükleriyle ilgilidir.

Kavganın özü budur.

Hiç kuşkunuz olmasın:

Türkiye’de AB yolunu savunanlarla karşı çıkanlar arasında gittikçe keskinleşen kavganın özünde ‘birinci sınıf demokrasi’ yatıyor.

Geçen zaman içinde AB’nin Türkiye’ye ‘birinci sınıf demokrasi’ getireceğini görenler, özellikle AKP’yi iktidara taşıyan 2002 yılı sonundaki seçimlerden itibaren, -ve tabii AB ile müzakare tarihi alınmasıyla birlikte- kavgayı kızıştırdılar.

Kıbrıs’ta çözümsüzlüğü körükleyen sivil-asker kliklerin, Güneydoğu ve Kuzey Irak’ta yangın çıkarmak isteyen sivil-asker odakların, siyasal cinayetler işleyen gizli örgütlerin, asker içinde 2003-2004 döneminde su yüzüne vuran ‘darbe tertipci’lerinin ve AKP’den laiklik bahanesiyle şu ya da bu biçimde kurtulmayı hesaplayanların ortak bir hedefleri vardır:

Türkiye’nin AB yolunu kesmek!

Bu yol kesildi mi, Türkiye’de ‘birinci sınıf demokrasi’ye açılan kapının kapanacağını çok iyi biliyorlar.

Evet, Türkiye bugün önünü göremiyor. AKP ile ilgili olarak başlatılmış olan yargısal darbe sürecinin nelere gebe olduğunu kestiremiyoruz.

Ancak, bütün bu toz duman içinde devam eden kavganın özü sır değil. Bu kavga, demokrasi kavgasıdır.

Bunu iyi bilin.

Evet, Başbakan Erdoğan’la AKP’nin birçok yanlışı var.

Bu yanlışların bir bölümü AB ve demokratikleşmeyle ilgili. Bu açıdan özellikle son üç yıla yakın bir süredir AKP hükümeti ipe un serdi, demokratikleşmenin gereklerini yerine getirmedi.

Öte yandan, kamuoyundaki laiklikle ilgili duyarlıklar, endişe ve korkular fazla ciddiye alınmadı AKP hükümeti tarafından. Atılabilecek ya da atılması gereken bazı adımlar atılmadı, atılmak istenmedi.

Devletin içinde kadrolaşma ve iktidar şımarıklığı pencerelerinden göze çarpan bazı manzaralar hoş değildi.

Eleştiri listesi uzatılabilir.

Ancak, iktidar partisinin bütün bu ciddi hatalarından yola çıkarak, AKP’nin “Türkiye için İslamcı düzen öngören ‘gizli gündem’ sahibi bir parti” olduğu öne sürülebilir mi?

Ben böyle düşünmüyorum.

Nitekim siz de öyle Bay Barroso.

Ankara ziyareti öncesi Brüksel’de Türk meslektaşlarımla sohbetiniz sırasında, “Cumhurbaşkanı Gül’ün, Başbakan Erdoğan’ın ya da AKP’nin Türkiye’yi İslam devleti haline getirmek gibi gizli gündemleri olduğunu düşünmediğinizi” söylemişsiniz,(Milliyet, 9 Nisan 08, s.18’de Güven Özalp’ın haberinden)

Haklısınız.

AKP’den kurtulmanın yolu, darbe süreçlerinden değil, ‘seçim sandığı’ndan geçiyor. Türkiye’de CHP dahil bir kısım muhalefetin ve sivil-asker bazı bürokratik odakların bu temel demokrasi kuralını artık öğrenmeleri gerekiyor.

Ama öte yandan AB’nin de Türkiye bağlamında öğrenmesi gerekenler elbette var.

Türkiye’de nasıl ki demokrasiyle birlikte AB’nin yeminli düşmanları varsa, AB içinde de bu çevrelerin dolaylı, dolaysız müttefikleri var.

AB başkentlerindeki bu ‘müttefikler’, topa zaman zaman öylesine vuruyorlar ki, Türkiye’deki yeminli AB ve demokrasi düşmanlarına bol bol cephane sağlıyorlar.

Bazen AB’den öylesine çifte standart örnekleri sergileniyor ki, Türkiye kamuoyunda AB karşıtlığını zıplatacak her türlü malzeme bir anda ortalığa saçılıyor.

Ya da “Türkiye’yi gerçekten istiyor mu AB?” sorusunda yatan haklılık payı büyüyor.

Biliyorum, rahmetli dışişleri bakanlarımızdan Turan Güneş’in deyişiyle, “Briç kulübünde pişpirik oynanmaz!”

Fakat bricin de bir raconu vardır, hilesiz hurdasız oynanır.

Sayın Barroso’yla Olli Rehn;

Hem hilesiz hurdasız oyun gerçeğini Sarkozy’lere, Merkel’lere anlatmak, hem de Türkiye’yi dışlamanın AB açısından nasıl bir stratejik ufuksuzluk, hatta körlük olduğunu belirtmek, herhalde, sizin görev ve sorumluluk alanınız içindedir.

Şunu hiç unutmayın:

Türkiye’nin AB yolculuğu, hem bizim ülkemizin, hem bu bölgenin, hem de Avrupa’nın barış ve istikrarı açısından yaşamsal önem taşımaktadır.

Milliyet, 11 Nisan 2008

Hasan Cemal

12.04.2008


 

Ergenekon’un yakın tarihi

Adalet ve Kalkınma Partisi iktidarını beğenmemek, o iktidarın gidip yerine beğendiğiniz gibi bir iktidarın veya sizin partinizin gelmesini istemek ayıp değil, yasak değil. Tam tersine çoğulcu bir demokrasinin gerek şartı muhalefetin varlığı.

Ama bizim günlerdir bu köşede konuştuklarımızla, öyle yasal ve demokratik bir muhalefetten değil; tam tersine devlet imkânlarını, tamamen farklı bir amaca tahsis edilmiş olan kamu parasını ve devletin planlama kapasitesini kullanarak, kapalı kapılar ardında gizli ve antidemokratik yollarla, hatta ‘ne pahasına olursa olsun’ denilerek ve gerekirse kan dökmeyi göze alarak iktidarı devirmeyi amaçlayan bir ‘cunta’dan, bir çeşit yeraltı örgütünden söz ediyoruz.

Bir muhalefet partisi, iktidarın herhangi bir davranışını veya genel olarak bütün varlığını ‘Milli çıkarlara aykırı’ bulabilir, bunun propagandasını yapabilir, bu görüşü doğrultusunda kamuoyu oluşturmaya çalışabilir.

Ama aynı şeyi, devlet memuru olarak maaş alan birtakım kamu görevlileri yapmaya başladığında hele hele kendi fikirlerinin egemen olması için devlet bütçesinden para kullanmaya başladıklarında işler değişir.

Demokratik bir ülkede hükümetleri düşürmenin, iktidarları değiştirmenin meşru yolları vardır. Darbe düzenlemek veya darbeye zemin oluşturmak için kışkırtıcı faaliyetlerde bulunmak bu meşru yollardan biri değildir, olamaz, olmamalıdır.

Siyasi muhalefetle ‘Ergenekon’ arasındaki temel fark da budur işte.

Lafı fazla dolaştırmaya gerek yok, AKP iktidarı, Türkiye’de ‘devlet iktidarı’ adı verilen iktidarı temelinden sarstı. Ve o ‘devlet iktidarının’ temsilcisi olduğuna inanan bazı kamu görevlileri, programını halka anlatıp demokratik yollarla seçilmiş hükümetin başta Avrupa Birliği reformları olmak üzere uygulamalarını ‘gayri milli’ buldu, bunların gerçekleşmesini engellemek için elinden geleni yaptı.

Zaten o sebeple, her şeyin başlangıcında Kıbrıs politikaları var. O sebeple, Ergenekon’u oluşturan veya o fikri şemsiye altına giren tuhaf yatak arkadaşlarını birleştiren ana nokta AB’ye karşı olmaları. Bir başka ortak nokta da, ‘ne pahasına olursa olsun’ AKP’den kurtulmak istemeleri.

İşin içine ‘ne pahasına olursa olsun’ gibi bir cümle girince, doğal olarak yapılanın demokrasinin d’siyle bile bir ilişkisi kalmamaya başlıyor. Askeri darbe planı hazırlamayı, sağa sola bomba atmayı, yüksek yargı organlarına silahla saldırmayı, suikastlar planlamayı vs. demokrasiyle zaten nasıl bağdaştırabiliriz ki?

Amaç, ‘AKP’den kurtulmak’ olunca, kullanılan bütün araçlar da gerçek anlamlarını ve yerlerini kaybetmeye başlıyorlar.

Alın hukuku.

Cumhurbaşkanı seçimi sırasında 367 diye bir şey icat edildi. Neymiş, Cumhurbaşkanı seçmek için ‘uzlaşma’ gerekliymiş. Peki ama böyle bir gereklilik olsa Anayasa ikinci tur oylamadan sonra yeterli oy sayısını 276’ya düşürmezdi.

Hayır, maksat ‘AKP’den kurtulmak’ olunca, gözler bu amaçla bağlanınca, birdenbire hukuk ve Anayasa Mahkemesi ARAÇ haline geldi, neticede Genelkurmay’ın ‘Bu seçimi iptal etmezseniz darbe yaparım’ diye okunması gereken bildirisinin yarattığı baskı ortamıyla Anayasa Mahkemesi seçimi iptal etti, Türkiye’de parlamentoya karşı bir hukuk darbesi yapıldı.

Bu da altıncı darbeydi, 2001’den beri yaşadığımız.

Şimdi günün sorusu şu: AKP hakkında açılan kapatma davası yedinci bir darbeye dönüşecek mi? Anayasa Mahkemesi, 367 kararında olduğu gibi hukuku araçsallaştırmak isteyenlerin yanında mı yer alacak, yoksa ancak hukuk yoluyla özgür ve demokratik bir ülke olacağımızın bilinciyle mi hareket edecek?

Çoğu gözlemciye göre yakın geçmişinde 367 gibi bir karar bulunan Anayasa Mahkemesi bu kez de aynı şekilde davranacak, demokrasi ve özgürlüklerin aleyhine, ‘Ne pahasına olursa olsun AKP’den kurtulmak lazım’ diyenlerin lehine bir karar alacak.

Eğer Anayasa Mahkemesi öyle bir karar alır ve AKP’yi kapatırsa, bu geçmişte yaşanan bütün ama bütün darbelerden çok farklı bir darbe olacaktır, çünkü bu kez darbe hukuk yoluyla yapılmış olacak, hukuk özgürleşmenin değil özgürlüklerin daraltılmasının bir aracı haline gelmiş olacaktır.

Elbette 27 Mayıs da, 12 Mart da, 12 Eylül de, 28 Şubat da Türk demokrasisine zarar verdi. Ama bu kez oluşacak zararı geçmiş darbelerle kıyaslamak mümkün olmayacaktır. Çünkü geçmiş darbelerin her birinden sonra, belli bir zaman içinde bir çeşit demokrasi geri geldi. Oysa bu sefer, Batı’daki anlamıyla demokrasi hiçbir zaman gelmeyebilir veya bunun için ülkemizin çok büyük bir bedel ödemesi gerekebilir.

Beklenen son darbenin vahameti bu işte.

Radikal, 11 Nisan 2008

İsmet Berkan

12.04.2008


 

Müzakere

“Bir konuyla ilgili fikir alışverişinde bulunma, oylaşma.”

Türk Dil Kurumu “müzakere”yi böyle tanımlıyor.

Türkiye’nin AB ile müzakere sürecindeki ilişkisini bu şekilde anlayan ağırlıklı bir kesim var.

Ancak işin gerçeği şu ki, biz AB ile müzakerede bulunmuyoruz, onların müktesebatına uyum gösteriyoruz.

Sağlıktan eğitime kadar çok geniş bir alanda AB’nin kurallarını benimsiyoruz. Bu sadece teknik konularla ilgili değil elbette.

Onun için ki, önümüze “Kopenhag Kriterleri” konuldu.

Onun için ki, idam cezasını kaldırdık.

Onun için başta Medeni Kanun olmak üzere birçok temel yasada kökten değişiklikler yaptık.

İçtiğimiz su daha temiz, yediğimiz gıda daha sağlıklı olsun diye önlemler aldık.

Şimdi AB’den kapatma davasına ilişkin açıklamalar gelmesi, kimi kesimleri rahatsız ediyor; egemenlik hakkının zedelendiğinden söz ediyorlar.

Aslında sürecin nihai amacı da budur, egemenlik haklarının bir bölümünü Brüksel’le paylaşmak.

Biz müzakere sürecinde değiliz, halkımızın yaşam seviyesini Avrupa düzeyine getirmeyi hedefleyen bir değişim sürecindeyiz.

“Biz AB’ye girelim ama askerin siyasetteki rolü değişmesin, istediğimiz partiyi kapatmakta özgür kalalım” diyemeyiz.

Dersek, o kulübe girmek istemediğimizi baştan beyan etmiş oluruz.

Evet, demokratik sistemimiz ciddi bir kriz döneminden geçiyor.

Ama demokrasiler böyle mücadeleler sonucu yerleşen rejimlerdir. O nedenle Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün dünkü şu değerlendirmesi çok yerindedir:

“‘Türkiye’de de bu tür tartışmalar, ileri özgürlük koşullarında çoksesli ve çoğulcu bir ortamda gerçekleşmektedir. Herkes demokrasinin ilkelerinin ve kurumlarının zedelenmemesi konusunda duyarlı olmalıdır.

Böyle bir ortamın tartışmaların en akılcı biçimde toplumun çıkarına sonuç vermesine imkan tanıyacağına inanıyorum. Dünya demokrasilerinin, Avrupa demokrasilerinin tecrübesi de esasen bu yönde olmuştur.”

“Millet olarak reform sürecinde, ara vermeksizin koşar adımlarla gitmemizi tavsiye ediyorum.

Bunu, Türkiye’yi bugün içinde bulunduğu tartışmalı ortamdan daha güçlü şekilde çıkaracağını, ayrıca toplumun bazı kesimlerinin var olan kaygılarını da gidereceğine inandığım için gerçekten tavsiye ediyorum.”

Bu son nokta gerçekten çok önemli.

İktidar ikinci döneminde AB reformlarından vazgeçtiği görüntüsü verdiği, orta sınıflardaki endişeleri tam olarak göremediği için Türkiye bugün bu kriz ortamına sürüklenmiştir.

Hem laikliği, hem de demokrasiyi korumanın en emin yolu AB sürecidir.

Bu sürecin devamına destek olmak hem laik, demokratik cumhuriyetin geleceği, hem de ülkenin birlik ve beraberliği açısından çok önemlidir.

Sabah, 11 Nisan 2008

Ergun Babahan

12.04.2008


 

Ergenekon mu, kontrgerilla mı?

(...)Eğer, gerçekten söylendiği gibi ortalığa yayılan bomba, patlayıcı, silah ve mermiler ‘kontrgerilla’ örgütlenmesinin gerektiğinde kullanılmak üzere edindiği malzemeler ise...

Devletin bir kanadı, ‘Ergenekon’ diye, bütün batı ülkelerinde ortadan kaldırılan ‘kontrgerillanın’ izini mi sürmekte?

Çeteleşerek darbe hazırlığı yapan, isim değiştirmiş ‘kontgerilla’ mı var karşımızda?

Star, 11 Nisan 2008

/ Mehmet Altan

12.04.2008

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

 

Bütün haberler


 Son Dakika Haberleri