Evet AKP’yi değil geleceğimizi savunuyoruz. Mesele AKP’nin kapatılması değil Türkiye’ye layık görülen despotik rejimle ilgili. Bu konuda tarafsız kalınabilir mi? Bütün mesele bu. Kimilerine bakıyorum, hani yeri geldikçe demokrat, yeri geldikçe özgürlükçü ve yeri geldikçe üçüncü dünya solcusu geçinenlere... Avrupa’nın çifte kriterlerinden söz edip, Türkiye’yi AB sürecinden kopartmak isteyen demokrasi düşmanı, despotizm yanlılarının ekmeğine yağ sürenlere...(...)
Genel anlamında AB sürecini savunup, bu sürecin Türkiye’nin demokratikleşmesine ve değişimine katkıda bulunacağına inananlarla, “Yine AB ipine sarılıyorlar” diyerek alay edenlere...
Bakıyorum ve şaşıyorum.
Demokrasi ve özgürlüklerden yana olmakla darbecilik ve despotizmi savunmak arasında sanki üçüncü bir yol varmış gibi davranıp, “Ben ne o taraftanım ne de bu taraftan” diyerek solculuk yaptığını sananlara...
Hayret diyorum hatta.
Bu nasıl olabiliyor acaba?
Avrupa’nın çifte standardı varmış. Niye olmasın? Kim söyledi Avrupa’nın çeşitli konularda çifte standartları olmadığını?
Bugün AB’nin bu çifte politikalarından, bazı konulardaki yaklaşımlarından (Refah Partisi’nin kapatılması ve türban yasağı ile ilgili AİHM kararları) sadece AKP tabanının bir bölümü değil, mesela Kürtler de şikayetçi. Kürtler AB’nin Kürt meselesini gündeme getirmek istemediğini, böylece AKP’nin elini güçlendirdiğini iddia ediyor. Ama bir yandan da özgürlükleri geliştireceği için AB sürecini destekliyor.
Başka ülkelerde de şikayetçi olan kesimler var. Macaristan’daki Romanlar da bazı kararlarından ötürü AİHM’i suçluyor.
Avrupa Yargısı Tanrı kelamı değil ki. Onlar da değişen dünya şartlarına göre kararlarını, içtihatlarını geliştiriyor.
Avrupa’da çifte standart var ama, bu politikaları kıyasıya eleştiren partiler de politikacılar da gerçek sivil toplum örgütleri de var.
Kimse, çifte standart var diye başka bir tarafa çekip gitmeye çalışmıyor. Ya da “çifte kriter var o zaman acaba askerler haklı olabilir mi?” diye düşünmüyor.
Söz konusu demokrasi ya da demokrasi düşmanlığı ise, birileri karşında senin en demokratik haklarını yoketmeye, seni despot bir rejimin karanlığına sürüklemek istiyorsa tarafını ona göre seçersin.
Burada AKP bir teferruat olarak kalıyor.
Üstelik de içinde bulunulan krizde bir ölçüde AKP’nin korkak ve yetersiz politikalarının rolü olmuş olsa da mesele AKP’nin meselesi değil.
İktidarda AKP değil de başka bir parti de olabilirdi.
Değişim ve demokratik dönüşümü savunan, özgürlükleri genişletmek isteyen ve Türkiye’nin birikmiş, özellikle çözülmesi engellenmiş meselelerini çözmeye kararlı bir başka parti olabilirdi.
Mesela şimdilik tatlı bir hayal ama, bir sol parti.
O zaman değişen bir şey olacak mıydı? Böyle bir parti öncelikle ülkedeki Kürt meselesi, Ermeni meselesi gibi hayati meseleleri çözmeye çalışacağı için bu sefer de ‘etnik ayrılıkçılık’ tehdidini konuşuyor olacaktık.
Ülkenin malum bürokratik güçleri bu sefer de ‘etnik ayrılıkçılık’ ya da ‘bölücülük’ üzerine türlü çeşitli oyunlara başvurmakta herhalde gecikmezlerdi.
Herhalde başsavcı iktidarda olduğuna bakmaksızın bu sol parti hakkında da bir kapatma davası açardı.
Çünkü ne olur ne olmaz, iktidar partisi mevcut faşizan yasaların değiştirilmesi ve ülkenin demokratik, özgürlükçü bir anayasaya kavuşması için aniden harekete geçebilirdi. Esas olan bu yapının değişmesini engellemek olunca bu sistemin karşısında bir ‘dinci’ parti ya da ‘bölücü’ parti olmuş farketmiyor.
Hepsi için tek bir sonuç söz konusu oluyor: “Kapatılması caizdir’ Bu nedenle “Mesele AKP değil” diyoruz. Mesele bu yapıyı değiştirmeye sıvanacak bütün siyasi oluşumlara karşı çıkmak, onları rejim için bir tehlike saymakla ilgili. Bürokratik rejim AKP’yi bu konuda potansiyel bir tehlike olarak görmüştür. Laiklik karşıtlığı suçlaması göstermelik bir gerekçeden ibarettir.
AKP bunu bir türlü anlamamıştı ya da anlamak istememişti. Başına gelen felaket sayesinde sanırım şimdi bu durumu çok iyi anlamış bulunuyor.
Başbakan’ın hâlâ İsveç’te, “Kürtler azınlık değildir” gibisinden laflarla Kürt meselesini bürokrasiye hoş gelecek şekilde açıklamaya çalışıyor olmasına bakmamak lazım. Buna rağmen Başbakan’ın AB sürecine ve özgürlüklere dönüş sinyalleri veriyor olması umut vericidir.
Görünen en sağlam ip yine de bütün eleştirilere rağmen AB ipidir. Çünkü bu ip, Türkiye’nin demokratik dünya ile bağlantısını sağlayan bir araçtır.
Ve bütün eleştirilere rağmen bu ip, Türkiye’yi içine itildiği dipsiz kuyudan çıkaracak tek olanaktır.
Yeni Şafak, 4 Nisan 2008
|