Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 01 Nisan 2008

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 

Basından Seçmeler

 

Ergenekon sahiden yaşadı mı patron?

Milliyet Gazetesi, iki gün önce çarpıcı bir manşetle gelinen durumu ilan ediyor, başını da bilmiş bilmiş sallıyordu: “Ulusalcılık ‘tehdit’ oldu”.

Emniyet Genel Müdürlüğü brifinginde ‘Ulusalcılık’ akımı aşırı sağ hareketler kapsamında ele alınmış ve Terörle Mücadele Harekât Başkanlığı faaliyeti altında değerlendirilmiş.

Haberin sunuluş şekli yorumdan uzak; brifing metni de inkârı mümkün olmayan, isabetli saptamalar içeriyor. Ama manşet, kullanılan tırnaklar, ‘Eh, pes artık. Bugünleri de gördük ya, Allah sonumuzu hayır etsin’ tonlaması taşıyor.

(...)

Ulusalcılığın-milliyetçiliğin doğası icabı varabileceği durakların dökümüyle sarsıldığımız şu günlerde farklı vurgulamalarla da olsa Ergenekon çetesinin uyduruk bir masal, kuyruğu kaptırmış iktidarın uydurup içine çöreklendiği bir sığınak olduğu üstüne bir rüzgâr estiriyor, bir kutupta hayacanla savaşanlar.

Bir tarafta demokrat bildiğimiz, hassas düşünce erbabı yazarların kaygılarını dile getirişi var. Onlar, İlhan abilerinin tutuklanma biçimi üstüne öylesine incinmiş görünüyor ki, yaşananları McCarthy döneminin cadı avına benzetmekten kaçınmıyorlar. Bu zoraki koşutluk, onların demokrat, özgürlükçü kişiliklerinin de güvencesi oluyor elbet. Fikir özgürlüğüne vurulan darbe. Her an her iktidar karşıtının sürüklenip götürülebileceği karanlık günler.

Söz konusu fikir insanları Cumhuriyet Mitingleri’ni de şahlanış diye adlandırmış, o on binlerce insanın meydanları doldurması karşısında bir devrim heyecanı yaşamıştı.

Evet, darbeye de karşıydılar, ama ne olursa olsun laisizmin tehlike altında olması karşısında hemen her şey teferruat değil miydi?

Büyük Çağlayan mitinginin düzenleyicilerinden Atatürkçü Düşünce Derneği Başkan Yardımcısı Nur Serter de şöyle haykırıyordu sözgelimi: “ ‘Ne mutlu Türküm diyene’ demek neredeyse suç olmuşken ‘Ne mutlu Kürdüm ya da ne mutlu Ermeniyim’ demek insan hakları ve demokrasi diye yutturuluyor. Bir Türk vatandaşı olarak, bir ulusalcı olarak TSK’ya şükranlarımı sunuyorum. Ne mutlu Türküm diyene demekten onur duyanları meydana çağırıyorum.”

Herkeste bir seferberlik ruhu, taşkın bir heyecan ve her ağızda ‘emperyalist kuşatmaya karşı şahlanma’ vaazları, “14 Nisan’la başlayan sürecin” “Mütareke medyası” tarafından görmezden gelinmesine karşı bir öfke vardı.

O zaman, onlara sormuştuk:

“Miting meydanında ‘Ne ABD ne AB, Bağımsız Türkiye’ sloganı diğerleri arasından sıyrılıyor. Herkes tam bağımsızlıktan söz ediyor. Emperyalizme sövüyor. Emperyalizme bağlılığıyla tel’in ediyor hükümeti.

Bu mitinge katılıp ‘emperyalist kuşatmaya’ hayır dediğini sananlar, her kim olurlarsa olsunlar, askerin muhtırasından memnun görünüyor. Ordusuyla gurur duyan Cumhuriyet bekçileri olarak devletin yanında olmanın verdiği güvenceyle belki de hayat boyu düşlemiş oldukları bir varoluş anı yaşıyorlar. Kendilerinde vehmettikleri büyük güç, karşı çıktıkları şeytanın salyasıyla besleniyor.

Lâkin anlaması mümkün değil. Emperyalist kuşatma ne zaman başladı? AKP’nin bu kuşatmadaki rolü ne kadar? Solgun bir ‘Bulutsuzluk Özlemi’nin bitkin “Acil Demokrasi” şarkısıyla coşarken istedikleri demokrasinin güvencesi kimdir? Öncelikle o demokrasinin tanımı nedir?

Darbecilik hevesi ayyuka çıkmış bir paşa emeklisi Şenuygur’un ardında Tandoğan’da coşan gerçek demokratları rüyaları mı zehirledi?

ERGENEKON MASALI

Evet, o zaman da yok sayıyorlardı, Şenuygur’un hempalarının henüz yargıya intikal etmemiş marifetlerini.

Ergenekon ağacının köklerinin nerelere gittiği konusunda artık kimsenin reddedemeyeceği bilgilere sahibiz.

Ama zamanında elimizde olan bilgiler de birçoklarının inkârına rağmen bombaları ve kim vurdu katliamlarını muştuluyordu.

Sözgelimi yıllar önce Gazi Cumhuriyet Gazetesi’nin komik unsuru Mustafa Balbay’dan almıştık haberi. Nedense o yayımlamıştı İçişleri Bakanlığı’nın 22 Mayıs 2003’te 81 ilin valiliklerine gönderdiği genelgeyi. Genelgede MGK bünyesinde ‘psikolojik harekât’ faaliyetini sürdüren Toplumla İlişkiler Başkanlığı’nın (TİB) İçişleri Bakanlığı bünyesinde kurulduğu hatırlatılıyor, psikolojik harekâtın gerekliliği ve uygulanış biçimi anlatılıyordu: “Ülkemiz menfaatlerinin gerektirdiği konularda milli siyaset ilkeleri psikolojik harekâtla desteklenmeli. Psikolojik harekât programlarında bakanlığımıza çok önemli görevler düşmekte, faaliyetlere verilen desteğin güçlü hale getirilmesi gerekmektedir.” Daha önce OHAL Bölgesi ve mücavir-hassas illerde dar kapsamlı olarak yürütülen çalışmaların genelleştirileceğini muştulayan genelge, her ilde TİB oluşturulacağını, bu bürolarda yeter sayıda güvenilir, KETUM ve nitelikli personel görevlendirileceğini, yazışmalarda gizliliğe özen gösterilip faks kullanılmayacağını belirtiyordu.

Psikolojik harekâtla kastedilenlerin örneklerini yıllardır yaşadık, yaşamaktayız. Devletin sahibi olduğuna inananların ‘Milli Siyaset’ olarak adlandırdığı bu yolda her şeyin mubah olduğunu; gizli tutulduğu sürece kullanılacak yöntemlerin ahlaki sınırlar açısından tartışmaya açılmayacağından emin olduklarını biliyoruz.

Danıştay saldırısını gerçekleştiren Alparslan Arslan’ın üstünden çıkan kartviziti hatırlıyor musunuz? Vatansever Kuvvetler Güç Birliği (VKGB) kartını. Daha sonra Posta gazetesinin Ankara’daki büyük Cumhuriyet mitingi sonrası ‘Silahsız kuvvetler’ manşetiyle coşarak duyurduğu bayrağından hatırlarsınız VKGB’yi: “Vatansever Kuvvetler’in 4 km bayrağı mitinge damgasını vurdu”. Başkanı Taner Ünal’dı. Taner Ünal, Türksolu dergisine verdiği bir söyleşide, “Ülkücü hareketin eski gençlik liderlerinden”, derneği de “Atatürkçü vatansever bir dernek” olarak tanıtılıyordu.

Vatansever Kuvvetler Güç Birliği Hareketi Derneği’nin yöneticisi Mustafa Alpay, dernek başkanı Ünal hakkında suç duyurusunda bulunmuş, derneğin başına neden onun getirildiğini de açıklamaktan kaçınmamıştı: “Dış ve iç düşmanlarla mücadele etme, iç ve dış düşmanlarla işbirliği yapan bölücü, yıkıcı, irticai, terörü destekleyen ve Avrupa Birliği sürecinde ülkemizin aleyhine faaliyetlerde bulunan, Kıbrıs konusunda milli duyarlılık gösterilmesini engelleyen, dönme, devşirme, vatan haini ve vatan topraklarını parçalamak isteyen, millet içerisine nifak sokan, alt kimlik, üst kimlik tartışması yapan ve ülkemizi zor durumda bırakma gayreti içerisinde olan ve bunlardan büyük çıkarlar sağlayan gazeteci, aydın, bürokrat, işadamı, eğitimci, sendikacı ve benzeri kesimlerle mücadele etmeyi hedefleyen derneğimizin başına Tamer Ünal gibi sabıkalı, hakkında açılmış bir sürü dava bulunan birisinin getirilmesine emekli paşalarımız, bürokratlarımız karar verdiler. Yapılacak mücadelede bu kişinin ve suç işlemeye meyilli yandaşlarının daha isabetli olacağını düşündüler. Ancak, yine bu karara göre Taner Ünal belirli süre görev yapacak ve başkanlığı bırakacaktı. Bunu yapmadı. Bunun yolsuzluk yapabileceği hesap edilmemiştir. Bunun mahkemesi yine paşalarımız tarafından kurulacak ve hesabı görülecektir. Taner Ünal bu derneği çizgisinden çıkarıp kirli işleri için de bir araç, bir suç odağı haline getirdi. Bu durum derneği kurduran emekli paşalar, emekli subaylar, emekli bürokratlar ve diğer büyüklerimizi ve bizi son derece rahatsız etmiştir. Bu konuda paşalarımız bana temsil yetkisi vermişler ve mevcut durumun düzeltilmesini istemişlerdir.”

Göğsünü gererek Ergenekon’u Cumhuriyet ve orduyu yıpratmak için şişirilmiş bir balon olarak sessizce gömmeye çalışanların kimlerin bayrakları altında, kimlere maşa olduğunu biliyoruz. Başlıkta Ece Ayhan’ın Kantocu Peruz’lu dizesini suiistimal etmeyi onun için göze aldım.

Radikal, 31.3.2008

Yıldırım Türker

01.04.2008


 

Rehn, iddianame ve Büyükanıt

Bence, son günlerin en belirleyici ifadesi AB Komisyonu genişlemeden sorumlu komiseri Rehn’in Türkiye’nin içinde bulunduğu siyasal konjonktür, muhtemel gelişmeler ve zihniyetle AB müzakere sürecinin bir arada olamayacağı ve müzakerelerin durdurulabileceği yönündeki ifadesi.

Yazının belki de en sonunda söylenmesi gerekeni şimdiden ifade etmek istiyorum: Rehn haklıdır; yaşanan gelişmeler, ülkenin bir türlü aşamadığı devlet yapılanması meselesi Kopenhag siyasal kriterleriyle uyuşmamaktadır.

Aslında belki de Rehn’in bu ciddi uyarıyı, hatırlatmayı 2007 senesinin 28 Nisan sabahı yapması gerekiyordu; 27 Nisan gecesi yaşananlar, TBMM’nin, siyasal iktidarın ve hatta muhalefetin bu olay karşısında tepkileri Kopenhag siyasi kriterlerini ‘yeterince’ geride bırakmış bir ülkede yaşanmaması gereken gelişmelerdi.

Siyasal iktidarın meseleye sözel tepki vermesinin yeterli olmadığı, Beşiktaş kriterleriyle AB yolunda mesafe alınmasının olanaksız olduğu belki o zaman daha güçlü vurgulanmalıydı.

O zaman da yazmış idim, şimdi tekrarlıyorum, siyasette uzlaşma eşitler arasında söz konusu olması gereken bir konudur, meşru siyasal erk ile bürokrasi uzlaşmaya kalktığında demokrasi rayından çıkmış demektir.

O tarihlerde AB çıkışını çok ılımlı tuttu ve 22 Temmuz sonuçları da yaşanan faciayı bir ölçüde unutturdu ve yola 2005 senesinde kalındığı yerden devam edilebileceği izlenimi doğdu.

AKP bu aşamada büyük bir siyasal hata yaptı ve 23 Temmuz sabahı AB doğrultusunda siyasal atağa geçmeyerek 22 Temmuz gecesi elde ettiği muazzam siyasal üstünlüğünü, pozisyon üstünlüğünü AB karşıtlarına, kapalı toplum yanlılarına, isterseniz moda deyimiyle Ergenekon zihniyetine kaptırdı.

27 Nisan meselesiyle meşru hukuki zeminlerde (AB kriterleri) hesaplaşılamadığı için o facia bugün yüksek yargı marifetiyle tekrar gündemdedir ve bu işte, büyük siyasal meşruiyetine rağmen hukuki yolları zorlamayan AKP’nin büyük vebali vardır.

***

Siyasal pozisyon üstünlüğünün yitirilmesinin en yeni göstergesini, kanıtını Sayın Büyükanıt’ın Kıbrıs ziyaretinde yaşadık; Lokmacı kapısıyla ilgili olarak Sayın Büyükanıt’ın açıklamaları, çe-kinceleri olsa olsa siyasal otoritenin yapabileceği ve askeriyenin de uyacağı ya da en kötü ihtimalle kapalı kapılar arkasında konuşulabilecek konulardır ama Sayın Büyükanıt bu aleni açıklamalarıyla hem Ada’da, hem de Türkiye’de geçerli siyasal güç ilişkilerinin temel şifrelerini hem Türkiye’ye, hem Mehmet Ali Talat’a, hem Hristofiyas’a, hem de AB’ye bir kez daha hatırlatmış, göstermiştir.

Yaşanan yargı müdahalesinden sonra Sayın Büyükanıt’ın Kıbrıs konuşması AB içinde Türkiye’nin tam üyeliğine karşı olanlara çok büyük, arasalar bulamayacakları kozlar sunmuştur.

AB iç çekişmelerinde Türkiye’nin tam üyeliğine karşı dört devletle (Fransa, Almanya, Avusturya, Kıbrıs) AB Komisyonu arasında yaşanan çekişmelerde anlaşılan Türkiye’nin içindeki AB karşıtı güçler bu dört devletle örtük ya da açık, sübjektif ya da objektif bir biçimde ittifaka girmiş durumdadırlar ve gelişmeler AB Komisyonu’nun elini ciddi biçimde zayıflatmaya yönelik gelişmeler ve açıklamalardır.

***

Türkiye’de son günlerde yaşanan gelişmeleri, AKP’yi kapatma davası sürecini laiklik üzerinden okumanın ne kadar yanlış ve yanıltıcı olduğunu ilk kez yazmıyorum; kökleri çok eskilere dayanan kavganın temelinde merkez-çevre itişmesi, merkezin vesayet yetkisini kıskançlıkla koruma içgüdüsü, açık toplum-kapalı toplum kavgası ve şimdilerde de (son seneler) en belirleyici ve kurumsal olarak AB süreci vardır.

Türkiye’de ilerici-gerici kavgasını türban üzerinden değil, AB taraftarlığı-karşıtlığı üzerinden okumak şarttır; AB taraftarları arasında da ‘tabi istiyoruz ama...cılar’ yoktur.

Ancak, ‘zararın neresinden dönülse kardır’ deyimini de unutmamak gerekir.

Star, 31.3.2008

Eser Karakaş

01.04.2008

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

 

Bütün haberler


 Son Dakika Haberleri