|
|
|
Uzlaşma mı dediniz? |
(...)Baştan beri aynı kanıdayım. Gündemde hukuk değil, hukuk darbesi ya da yargısal darbe var. Demokratik hukuk devletini hiçe sayan bir gelişme söz konusu.
Buna karşı direnmek, ‘demokrasi yolu’nu seçmektir. Darbeyle demokrasi, darbeyle hukuk bir arada olamaz.
Türkiye darbelere, askeri ya da hukuki darbelere direnmedi. Darbecilerden hesap sormadı.
Bu hesaplar sorulabilse ve bu hesaplar bugüne kadar kapatılabilseydi, şimdi hala bir Danıştay Başsavcısı çıkıp darbeleri ve darbelerin idamlarını savunamazdı.
Eski siyaset ve eski siyasetçiler, Türkiye’de bürokrasinin rejime ilişkin ‘asker-sivil hegemonyası’nı, eski deyişle tahakkümünü kabullendiler. Oyunun kurallarını demokrasiye uygun hale getiremediler.(...)
Ve eskiler, bu uysallığın, bu boyun eğişin Türkiye’yi zaman içinde kendiliğinden gerçek demokrasiye geçireceğini sandılar.
Olmadı, aldandılar.
Böyle sürecek mi oyun?
Halkın oyuyla sandıktan çıkan seçilmiş iktidarlar, son tahlilde, asker-sivil bürokrasiye tabi olmaya devam mı edecekler? Seçilmiş hükümetler, demokrasiyle ilgili bazı temel konular gündeme geldiğinde, acaba devlet karşısında el pençe divan durmayı sürdürecekler mi? Yoksa gerçek demokrasi oyunu gelip nihayet bizim kapımızı da çalacak mı?
Sorunun özü budur.
Ve bu öz demokrasiyle ilgilidir.
Gerçek hukuk devletiyle ilgilidir.
Bu özü kavramadan olup bitenlere akıl erdirmek olanaksızdır. Bu özü kavramadan rejime dıştan müdahaleleri şikâyet konusu yapmak işe yaramaz. Bu özü doğru dürüst kavramadan yapılan hukuka saygı çağrıları havada kalmaya mahkumdur. Yaşananların demokratik özü kavranamazsa, demokrasiyi günahları kadar sevmeyen, küreselleşmeye kafadan karşı olan, Türkiye’yi AB’den uzaklaştırmak, dünyadan tecrit etmek ve içine kapatmak için can atan ‘ulusalcı tuzaklar’a kolayca düşülür. Denge derken, hukuka saygı derken, itidal derken, şu günlerde sureti haktan görünerek demokratlık taslayan bir takım ‘takiyyeci demokratlar’ın (eskinin ‘kriptoları’ ya da cuntacılarının) avanak avlama tezgâhına gelinir.
Evet, tansiyonu düşürmek lazım.
Evet, gerilimden kaçınmak lazım.
Evet, yumuşama lazım.
Evet, sağduyuyla soğukkanlılık.
Eski deyişle itidal...
“Yoksa adım adım rejim krizine doğru yol alıyoruz” uyarıları...
Gerçek payı var hepsinde.
Ama önce ‘resmin bütünü‘nü gözden kaçırmayalım. Bugün ‘rejim krizi’nden söz edenler, daha dün yaşananları gözardı ederlerse, bir şeyler hep eksik kalır.
Askerin doruklarındaki 2003-2004 darbe tertiplerini, bu çerçevedeki bazı asker-sivil organize işleri, bazı Ergenekoncu dalgaları, Çankaya Savaşları’nı, Cumhuriyet mitinglerinin arkasındaki organize çekirdeği ya da 367‘yi, 27 Nisan Muhtırası’nı yerli yerine oturtmadan, bir rejim kriziyle ilgili olarak yapılan iyi niyetli uyarılar havada kalır. Çünkü AKP’yi kapatma davası, kuşkunuz olmasın, hiç de öyle kısa olmayan bir zincirin halkasıdır; 2002 sonundaki seçimlerden beri yaşanan demokrasi karşıtı olaylar zincirinin bir halkası...
Son halka işte bu davadır.
Ya da son ‘kazık’tır.
Rejim krizine asıl imzayı atanlar, dünkü yazımda da belirttiğim gibi, işleri AKP’yi kapatma noktasına getirenlerdir, yani bugün yargısal darbe içinde olanlardır.
Yazın bir kenara:
Rejim, atılan bu kazığı çıkarmadan demokrasi adına layık olamaz. Bu kazık çıkmadan, Türkiye’de rejimin demokratikleşmesi, olağanlaşması, Türkiye’nin gerçek bir siyasal istikrara kavuşması imkansızdır.
Bu kazık nasıl çıkar?
Bunun için iktidarla muhalefet elele verebilir mi? Erdoğan’la Baykal uzlaşabilir mi? Keşke... İktidarla muhalefet keşke bir anayasa değişikliğinde anlaşarak, Türkiye’yi siyasi partiler mezarlığı olmaktan kurtarsalar...
Evet keşke!
Siyaset sahnesinde bugün böyle bir ‘demokrasi mucizesi’nin gerçekleşeceğini ummak, olmayacak duaya amin demek gibidir; keşke yanılsam.
O zaman kazık nasıl çıkacak?
Milliyet, 27 Mart 2008
|
Hasan CEMAL
28.03.2008
|
|
|
Tehlikeli ve çekici bir kavram: Uzlaşma... |
Çok çekici ve çok tehlikeli bir kavram uzlaşma. Böylesine gergin, belirsiz, çatışmalarla dolu bir ülkede “uzlaşma”, bir huzur ve rahatlık müjdesi gibi... Yorgun bir adamın içine uzanacağı yumuşak bir yatak gibi görünüyor.
Ama çok da tehlikeli.
Çünkü o rahatlık karşılığında ne verileceği pek net değil.
Unutmayın ki teslim olmak da bir uzlaşma biçimidir.
Bugünlerde “uzlaşma” sözünü çok sık duyuyoruz, herkes uzlaşma istiyor.
Ama kiminle kim, hangi konuda uzlaşacak pek somut bir şey söylenmiyor.
Ekonomik istikrarı bozmak, darbe yapmak, Kürt sorununu çözümsüzlüğe hapsetmek, Türkiye’yi dünyadan uzaklaştırmak isteyen, çeteleşen bir güç var bir yanda. “Uzlaşma” denirken, bu güçle uzlaşılması mı söyleniyor? AKP, o bencil kurnazlığıyla bunu iki kez denedi.
Birincisi Şemdinli’de.
Bir dükkânı bombalarken yakalanan astsubayların arkasındaki gücü soruşturmadı, tam aksine bunu soruşturmak isteyen savcının hayatını kararttı.
İkincisi de Hrant Dink cinayetinde.
Amaçlarının ne olduğu bilinemeyen bazı yazarların ısrarla “mahalle çocuklarının öfkesi” diye açıklamaya çalıştığı bu cinayetin ardında “derin” bağlantılar olduğu daha ilk dakikadan itibaren belliydi.
AKP, bunu aydınlatmaya çalışmadı.
Şimdi cinayetin işlenmeden çok önceden “devlet görevlilerince” bilindiği ortaya çıkıyor.
Bu “bilgi zincirinin” bir albaya kadar uzandığı resmen açıklandı... Bu zincirin devamında ne olduğu da herhalde daha sonra oraya çıkacak.
AKP, bu iki olayda “kör kalmayı” kabul ederek “uzlaştı” da ne oldu?
Bu uzlaşma, Türkiye’yi huzura kavuşturdu mu?
Hayır.
Katillerle uzlaşamazsınız çünkü.
Onlarla uzlaşılamaz, onların “suç ortağı” olunabilir ancak.
Üstelik bu “uzlaşma” AKP’yi de kurtarmaya yetmedi.
Başsavcı “kapatma isteğiyle” çıkıverdi ortaya.
Eğer “Siz beni kapatmayın, ben çeteleri rahat bırakayım” zemininde yeni bir “uzlaşma” yaparsa, yakın bir gelecekte yeniden başının derde girdiğini görür.
Bundan sonra bir “uzlaşma” şansı yok AKP’nin... Ya teslim olur, kapama tehdidinden kurtulur ama ona “bu düzeni değiştirmesi” için oy verenlerin desteğini kaybeder.
Ve, resmen varlığını sürdürürken ölür.
Ya da bu düzeni değiştirmek ve Türkiye’yi Avrupa Birliği üyesi yapmak için mücadele eder.
AKP hangisini tercih eder, bilemiyorum.
Daha önceki tecrübeler bu partinin yöneticilerinde bir “uzlaşma” eğilimi olduğunu gösterdi... Bir daha denerlerse sonuçlarına da katlanırlar.
Peki, gerilimi sürdürmeli miyiz?
Hep bu sıkıntılı gerginlik içinde mi yaşamalıyız?
Hiç mi uzlaşma olamayacak?
Bence eninde sonunda bir uzlaşma kaçınılmaz olarak gerçekleşecek. O uzlaşmanın zeminini sadece Türkiye değil, dünya da belirleyecek.
Öyle AKP’nin yaptığı gibi anayasa madde madde değişmeyecek, yeni ve sivil bir anayasa hazırlanacak, Kürt sorunu çözümlenecek, devletin içine sızan hukuk dışı çeteler temizlenecek, bir hukuk reformu gerçekleştirilecek, bütün özgürlükler güvence altına alınacak ve Türkiye, Avrupa Birliği’ne üye olacak bir gelişmişlik düzeyine ulaşacak. Bunun dışında bir uzlaşmaya ne Türkiye’nin ne de dünyanın koşulları izin verir.
“Uzlaşır” gibi yaparsınız ama çete, dünyayla bütünleşme ihtimaline bile tahammül etmez, iktidarını halkla paylaşmaz ve gene bela çıkarır.
Türkiye, evrensel hukuku bu toplumun bünyesine yerleştirmeden, özgürleşmeden, demokratikleşmeden huzura kavuşamaz. Uzlaşacaksak, buranın yapısını yeniden çatmak, artık bu ülkeyi gelişmiş ülkeler düzeyine çıkartmak, bu ülkede yaşayan herkesin eşit şartlara sahip olduğunu kabul etmek için uzlaşacağız. Birinin saçına, öbürünün ırkına, diğerinin mezhebine karışılmayacak.
Bu ülkenin efendileri olmayacak.
Burada yaşayan herkes “efendi” olacak.
Ben, ancak böyle uzlaşılabileceğini, ancak böyle huzura kavuşabileceğimizi düşünüyorum.
Uzlaşma isteyen herkes bence nasıl bir uzlaşma istediğini açık ve net bir şekilde söylemeli.
Uzlaşma, çok çekici bir söz, biliyorum.
Hepimiz bu gerginliklerden yorulduk, onu da biliyorum.
Ama donmakta olan, buzların arasında hırpalanmış bir adamın uykuya dalması da “huzurlu” bir uzlaşmadır...
Ve bu uzlaşma ölüm getirir.
Amaç buysa...
Gözlerinizi kapatın, buza yatın ve uzlaşın...
Uzlaşmaların en derin ve en kalıcı olanına, sonsuz bir yok oluşa kavuşun.
Taraf, 26 Mart 2008
|
Ahmet ALTAN
28.03.2008
|
|
|
‘Kilit albay’ |
Günün konusu ne? Uzlaşma... Örneğin dün kimi büyük gazetelerin çok da görmek istemediği ‘Dink’in öldürüleceği ihbarına karşın herhangi bir işlem yapmamakla suçlanan’ ve görev yeri değişen kimilerinin deyimiyle ‘kilit Albay’ konusunda uzlaşma ne olacak?
Uzlaşma’ diyorum çünkü, geriye yönelik sadece internetteki ufak bir araştırma bu konuda evrensel hukuktan yana bir mutabakatın olmadığını gösteriyor. İnternette ‘Albay Ali Öz’ yazdığınızda karşınıza kronolojik olarak önce Ulucanlar Cezaevi Operasyonu geliyor.
Haberi okuyalım:
‘Yarbay Ali Öz’ün 26 Eylül 1999’da gerçekleştirdiği baskında 10 tutuklu hayatını kaybetmişti. Mahkemeye intikal eden baskının davası halen sürüyor. Ankara Ulucanlar Cezaevi’nde 26 Eylül 1999 günü Ali Öz’ün komutasında gerçekleştirilen kanlı operasyon sırasında kaydedilen ve belgelerle de varlığı saptanan kamera görüntüleri, mahkemenin ısrarlı girişimlerine karşın elde edilemiyor.’
* * *
Ardından da Prof. Ahmet Taner Kışlalı suikastı... ‘21 Ekim 1999 tarihinde Prof. Ahmet Taner Kışlalı Ankara Çayyolu Engürü Sitesi’ndeki evinin önünde bombalı suikastle hayatını kaybetmişti. Suikast sonrasında Ankara İl Jandarma Komutan Yardımcısı Yarbay Ali Öz, olay yerinde ilk incelemeleri yapan askeri yetkililer içinde yeralmıştı.’ Prof. Ahmet Taner Kışlalı’ya yönelik suikast sonrası Öz, ‘Olay Yeri İnceleme Timi’nde yer alırken, bombalı paketin camına bırakıldığı otomobil, jandarma çekicisiyle Ankara İl Jandarma Alay Komutanlığı’na taşınmıştı.’
* * *
Trabzon İl Jandarma eski Komutanı Kıdemli Albay Ali Öz’ün generalliğe terfi ettirilmeyip ordu bünyesinde de barınmaya devam ettiğini de yine haberlerden öğreniyoruz: Terfi heyecanı yaşayan yüzlerce subay arasında yer alan Trabzon İl Jandarma Komutanı Kıdemli Albay Ali Öz’e yer verilmedi.’
Öz’ün suikast olayında adının geçmesi süreci şöyle gelişti: Öz, Dink suikastini planladığı kaydedilen Yasin Hayal, Erhan Tuncel, O.S gibi isimlerin yaşadığı Pelitli bölgesinden sorumlu olması nedeniyle dikkatleri üzerine çekti.’ 19 Ocak 2007 öncesi Alperen Ocakları, Jandarma, MİT ve Emniyet dörtgeninde gerçekleşen görüşmelerde Dink suikastinin planlandığı telefon kayıtlarıyla tespit edildi. Hayal’in MİT’çi yakını Coşkun İğci de suikast hazırlığını ve silah arayışını Jandarma Komutanlığı’na iletmesine rağmen önlem alınmadığı belirlendi.’
Öz, uluslararası yankı uyandıran olay sonrası Pelitli’de anons yaptırarak halktan kendilerinden başka kimseyle konuyu görüşmemelerini istedi.’
İçişleri Bakanlığı müfettişlerince hazırlanan raporda jandarma kusurlu bulundu, Öz ve yardımcılarının da dava kapsamında yargılanmasını istendi. Ancak Trabzon Valiliği talebi reddedince avukatlar itiraz başvurusunda bulundu.’
Bölge İdare Mahkemesi de sadece Astsubay Okan Şimşek ve Uz. Çavuş Veysel Şahin hakkında soruşturma izni verdi.’ Yargılama yerine komutanlarla birlikte Trabzon’da 11 subay, 52 astsubay ve 80 uzman çavuşun dahil olduğu 143 rütbeli personel ise başka kentlere gönderildi.’
* * *
Şimdi, bu konuda nasıl uzlaşacağız?
Böyle bir şecere karşısında hepimiz sesimizi evrensel hukukun dikkatini aynı şiddette bir çığlık atarak mı çekmeye çalışacağız, yoksa şimdi kimilerinin yaptığı gibi Hrant Dink cinayetinin ‘kilit albay’ı olarak anılan ve önceki güne kadar Veli Küçük’ün memleketi Bilecik’te komutanlık yapan bu görevliyi görmezden mi geleceğiz?
Evrensel hukuk geçerli olmayınca uzlaşma da uzlaşma olamaz çünkü...
Star, 27 Mart 2008
|
Mehmet ALTAN
28.03.2008
|
|
|
Laiklik mi, demokrasi mi? |
‘Laiklik ve demokrasi arasında sorun yoktur, bunlar birbirini tamamlar’ veciz ifadesi güzeldir, uzlaştırıcıdır, yatıştırıcıdır ama onun ötesinde bazı gerçekleri görmemizi engeller. Gelinen noktada, bu gerçekleri bir daha gözden geçirmeden yola devam edemeyeceğiz.
Her şeyden önce, bu ülkeye laiklik demokrasi yoluyla gelmedi ve öyle yerleşmedi (dahası hiçbir ülkede öyle yerleşmedi). Oya sunulması söz konusu olmayan bir ilke biliyorum, ama hadi fikir cimnastiği yapalım; laiklik, 1950’de, 60’da, 70’de referandum yapılıp oya sunulsaydı, çoğunlukla kabul görür müydü bilemiyorum. (...) Hal böyleyken, bu ülkede bir de, kim din dese, İslam dese hemen karşısında ‘laiklik’ diye bir susturucu ile karşılaştığı için, laikliğin topluma benimsetilmesi, önemine ikna edilmesi konusunda dikenli bir yol izlenmiştir.
Bu açıdan bakıldığında, dindar muhafazakâr kesimde laikliğe karşı mesafenin hakkıyla aşılamadığı doğrudur. Ancak, bunun sorumluluğunu, halkın cehaleti, gericiliğine yüklemek haksızlık olur. Bence, laikliğin toplum tarafından benimsenmesi, dini inanç özgürlüğünün alanının genişletilmesi, din ve dini sembollere karşı aşırı kuşkucu bir yol yerine ilkede ısrar etmekle mümkün olurdu. Bu anlamda, en önemli örnek başörtüsü konusudur.
Demokratik süreç bu bakımdan çok önemlidir, demokratik temsilin işlemesi, yine toplumun ortak uzlaşma alanlarında buluşması açısından çok önemlidir. Katı laiklik anlayışında ısrar, toplumun laiklik konusundaki rızasını kazanmak bir yana, zaman zaman soğumaya, kuşkuya neden olmuştur. Diğer taraftan, bu soğukluk, laiklik için tehdit oluşturdukça, bu durum da laikliği korumak adına, demokratik temsile karşı bir soğukluk, kuşku geliştirdi veya var olanı pekiştirdi. Gelinen noktada, bir kesimin laikliğe, diğer bir kesimin demokrasiye karşı kuşkulu tutumlarını yumuşatmak yerine, kemikleştirme riski ortaya çıkmış vaziyette.
Bir kesimde ‘Bu laiklik zaten dayatma ile geldi, öyle gidiyor’, diğerlerinde ise ‘Demokrasi hep laikliği tehdit edici bir süreç olarak işliyor’ hissi hâkim olma eğilimi gösteriyor. Yine bir yanda, ‘Evet dayatmaysa dayatma, laiklik demokrasiden daha önemli’, diğer tarafta, ‘Madem öyle işte böyle, alırız oyların çoğunu, kesersiniz sesinizi’ uçlarına savrulma tehlikesi söz konusu. (..)
O nedenle, bırakalım bu dolambaçlı yolları, laiklik ve demokrasinin yollarının çatışmaması için, bir uzlaşma alanı oluşturmadığımız sürece, ne laiklik demokrasinin, ne demokrasi laikliğin teminatı falan olmayacak. Laikliğin üniversitede başörtüsünü yasaklamak için gerekçe olamayacağını da, demokrasinin ‘Çoğunluk ne derse o olur’ deyip işin içinden çıkmak ve üzerine bilmem ne kadar duble yol yapmak olmadığını da anlamak ve bu noktada uzlaşmak ve oyunun kurallarını bu şekilde yeniden teyit etmeden gidilecek yer kalmadı. Veya, gidilecek yer iyi bir yer değil, birileri laiklikten, diğerleri demokrasiden soğudukça soğuyacak, ‘ne laiklik, ne demokrasi’ gibi bir girdaba dalacağız.
Radikal, 27 Mart 2008
|
Nuray MERT
28.03.2008
|
|
|
|