Ergenekon adlı karanlık çetenin uzantıları araştırılırken ‘Kuvvayı Milliye’ veya ‘vatanseverler’ gibi adlarla kurulan bazı çetelerin, beş rektör ve iki dekanla ilişki içinde oldukları ortaya çıktı.
Örgüt üyeleriyle telefon görüşmelerinin kayda alındığı öne sürülen bu isimlerin, başında bulundukları üniversitelerde ‘ulusalcı kadrolaşma’ya gittikleri, kampüslerinde düzenledikleri oturumlarda bu yönde propaganda yaptıkları belirtildi.
Hatta şu anda tutuklu bulunan bir doçentin kimi profesörler hakkında resmi ideoloji karşıtı oldukları gerekçesiyle apaçık iftiralarda bulunduğu, onları ‘yetkili merciiler’e fişlediği ortaya çıktı. Tamamen saptırılmış birtakım verileri birleştirerek, yargısız infaz mekanizmasını devreye sokarak akademisyen muhbirliğine soyunan bir doçentin, özgür ve evrensel düşünceyle hangi düzeyde bir ilişkisi olabilir?
Yine bir başka üniversite rektörü -ki şu anda mahkûm edildi- vaktiyle ‘irticacı’ diye fişlediği 65 akademisyenin işine, sicillerinde usulsüzlük yapmak suretiyle son verebilmiş. Koskoca rektörün, bu öğretim üyelerinin siciline “cemaatçi, radikal dini akımlarla bağlantılı, devlete karşı düşmanca tavır içerisinde, uyumsuz” gibi ifadeler yazarken vicdanlı olmak ve adil davranmak gibi bir kaygı gütmemesi nasıl kabul edilebilir? Yalan dolan hükümlerle, süslü iftira kampanyalarıyla, hamasi slogan soytarılıklarıyla mı ‘cumhuriyetimizin kazanımları’na sahip çıkacağız?
Cumhuriyet mitingleri sürecinde kimi büyük şehirlerde Vatansever Kuvvetler Güçbirliği hareketinin üyeleriyle görüşen bazı rektörler, küçük çocukların para karşılığı bayrakla yürütüldüğünün de ortaya çıktığı bu gösterilere kendi üniversitelerinden öğretim üyeleri ve öğrencilerin de katılmasını teşvik etmişler. Bayrağın bir ayrımcılık nesnesi haline getirilip salt bir kesimin sembolü olarak benimsetilmesine katkıda bulunmakla mı evrensel düşünebilen bir gençlik yetiştirilecek? Öğrenciler gerekirse ayrımcı, bölücü veya faşizan olabilir ama yeter ki rejimi tehdit etmesinler diyerek mi ilelebet yaşatacağız devletimizi?
Bir başka üniversitenin rektörü, geçtiğimiz günlerde görevinden ayrıldıktan sonra bir açıklama yaptı ve gazeteden okuduğumuza göre, üç yıl önce başbakanı üniversiteye geldiğinde konuşturmaması için YÖK’ün eski başkanından talimat aldığını belirtti. “Üniversiteler Atatürkçü düşünceyi özümsemiş, laik cumhuriyet ilkelerinin yer bulduğu kurumlardır” diyerek itirazını gerekçelendiren rektör, başbakanın laiklik düşmanı olduğundan zerre kadar kuşku duymamış ki, ziyareti sırasında protokol konuşması yapmaması için de epey uğraşmak zorunda kalmış.
Bir ideolojiyi muhafaza eder gibi görünerek, son derece onurlu bir ‘devlet nöbetçisi’ gibi haykırarak, vatansever ve kuvvacı yakıştırmaları sadece kendine uygun görerek rektör makamına yükselebilen kişilerin vicdanı kaç kat örtünün altına gizlenmiş bilinmez. Ama bazı üniversitelerin giderek çete üyelerinin cirit attığı yerler haline dönmesini şu ana dek hiç dert etmeyen onca akademisyen, onca yazar çizer var. Mesela yine bir üniversite rektörü şöyle bir gerekçeye başvurabiliyor gönül rahatlığıyla: “98 yılı öncesinde üniversiteler tarikatların, cemaatlerin kol gezdiği, çocukların baskı altına alındığı yerler haline gelmişti. Türban yasağı kalkarsa yine eskiye döneriz.” Yani: Dışarıda zaten tarikatçı olduğu varsayılan birtakım kızlar, üniversiteye başlarını açarak girdikleri sürece tarikatçılık engellenebiliyor böylelikle. Müthiş bir akıl yürütme doğrusu. Peki, 98 sonrası üniversiteler ulusalcı çetelerin, suç örgütlerinin, bombayla yakalanan kuvvacıların rektörlerle kirli bağlantılarının tespit edildiği yerler olmaya devam mı etsin bu mantıkla?
Kendilerine eleştirel bakanlardan bile birer ‘rejim düşmanı’ üretmek ve bu düşmanı imha etmek suretiyle hep aynı cumhuriyet elitinin iktidarını sürdürmesine hizmet eden rektörlerle nasıl dolduruldu peki üniversiteler? Bu kişilerin liyakatine bakıldı mı yoksa kabaca ideolojileri mi yeterli oldu oraya atanmaları için? Kadrolaşma dedikleri tam da bu değil midir?
Zaman, 4.3.2008
|