Yüksek bir makamı işgal eden bir yöneticimiz vardı. Adeta oturduğu makamla bütünleşmişti. Yetkilerine toz kondurmuyordu. En ufak bir hataya tahammülü yoktu. İş yerinde yapılan yanlışları şiddetle cezalandırırdı. Çalışanları sık sık odasına çağırır, sert ve otoriter bir ses tonuyla yanlış yapmamaları konusunda uyarırdı. Zaman zaman içkili partiler düzenler, çalışanları birbirine kaynaştırmaya çalışırdı. Makamı onun için bir tapınak yeri gibiydi. Ancak “mahkeme kadıya mülk değildir” vecizesinin hükmünün icra edileceği gün nihayet gelip çatmıştı. Bizimki makamını başka bir yöneticiye devretmek merasimini bizzat kendisi düzenlemiş ve veda konuşması yapıyordu. Sesi rikkat ve heyecan yüklüydü. Hüzünlü bir konuşma yapıyordu. Sonunda bir duygu patlaması oldu. “Arkadaşlar, kusura bakmayın ağlayacağım” diyerek hüngür hüngür ağlamaya başladı. Personel ve görevi devir-teslim alacak yönetici arasında soğuk bir rüzgâr esmeye başlamıştı. Ağlaması çok anlamsız gibi görünse de bence çok anlam yüklüydü.
Şimdi bu anekdotun analizini yapalım. Makamlar, mevkiler, mal, mülk, para v.s. dünyevî değerler araç olmaktan çıkarılıp, amaç yerine ikame edildiğinde; yani ayine-i Samet olan kalbin içi mezkûr şeylerle doldurulup amacın yerine ikame edildiğinde ve bu amacın yerine ikame edilen araçlar insanın elinden çıktığında büyük bir ıztırap veriyordu. Bu yönetici de aynı durumu yaşıyordu. Muvakkat olarak bulunduğu makamı kalbine öyle bir yerleştirmişti ki, adeta güce tapınma ayinleri yapar gibi iş yerinde faaliyetler yapıyordu. Ama elinden çıkınca da ıstırabına katlanamamış ve ağlamıştı. Evet, bu durum araç olan; yani insanlara faydalı olmak için araç olarak kullanılacak bir makamın, amaç olarak kalbin içine yerleştirilmiş olması ve kalpten çıkınca da kalbin yaralanması anlamına geliyordu. İşte bu türden araçların, amaç olan Allah’ın rızasını kazanmak düsturuna ikame edilmesi, ayrılık anında büyük hayal kırıklıkları yaşatmaktadır.
Evet, insan, elbette ki makam, kariyer, mevki, mal-mülk sahibi olacak, ama bunları amaç olarak değil de kendisine, ailesine, vatanına, milletine v.s. değerlere hizmet etmek ve faydalı olmak amacıyla araç olarak kullanması gerekir. Aracın, amacın yerine ikame edilmesi hiç de akıllı bir davranış biçimi değildir. Bizim bir hocamız vardı. O derdi ki, “Paranız elbette olacak, ama paranızı cüzdanınıza koyun; kalbinize değil. Arabanız elbette olacak, ama garajınıza koyun; kalbinize değil. Eğer kalbinize koyarsanız, o zaman elinizden çıkınca büyük bir ıztırap çekersiniz.
Ne kadar doğru değil mi? Demek ki, bizim kurduğumuz hayallerimiz, beklentilerimiz, emellerimiz, arzularımız amaca yönelik değilse; yani asıl amaç olan Allah’ın rızasını kazanmaya yönelik değilse, bütün bunları elde edemediğimiz zaman büyük hayal kırıklığı yaşıyoruz. Oysa niyetimiz Allah’ın rızasını kazanmak olursa-ki, kazanmak da o kadar zor değil-sadece emirlerini yerine getirmek, yasakladıklarını yapmamak olarak özetleyebiliriz, o zaman yaptığımız her meşrû iş anlam kazanır ve değerlidir. Yoksa hiçbir kıymet-i harbiyesi yoktur. Zira ne kadar zengin olursan ol, hangi makama gelirsen gel, sonu ölüm değil mi? Üstad Bediüzzaman Said Nursî’nin dediği gibi, “Ahirette seni kurtaracak bir eserin olmadığı takdirde, fanî dünyada bıraktığın eserlere de kıymet verme.” Fanî dünyada bırakılan eserlerin öteki âlemde kıymet bulması, Allah için ve insanlara faydalı olması amacıyla yapılmasına bağlıdır. Eğer bu niyetle yapılmıyorsa, geride bırakılan şeylerin değeri kocaman bir sıfırdır. Ceremesini sen çekersin; yani hesabını sen verirsin, sefasını ise mirasyediler çeker. Hele bir de İslâmî bir terbiye almamışlarsa, arkadan rahmet okumak yerine, bir yandan mirasını tüketirler, bir yandan da sana veryansın ederler. Senin mirasın senin için cefa, onlar için sefa metaı haline gelir.
|