Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 23 Şubat 2008

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 

Basından Seçmeler

 

Anayasa Mahkemesi

Hukukçu Kâzım Berzeg ile Anayasa Mahkemesi üzerinde kısa bir sohbet yaptım.

Berzeg, çok sayıda demokratik ülkede, Anayasa Mahkemesi’nin bulunmadığını söylüyor ve bir tarihî bilgi veriyor: “Yasama organının çıkardığı kanunları denetleyen bu tip mahkemeler, ikinci dünya harbinde ABD komutasındaki müttefik ordular tarafından işgal edilen İtalya ve Almanya’da kuruldu. Alman Komünist Partisi’nin kapatılması, İtalyan Komünist Partisi’nin ise Rusya’ya açıkça cephe alması, anayasa mahkemelerinin ilk başta ABD yanlısı politikaların güvencesi olarak planlandığını düşündürebilir. Türkiye’de Anayasa Mahkemesi kurulduğunda, sadece Almanya, Avusturya ve İtalya’da benzer bir kurum mevcuttu.”

- Ya Fransa’da, 1958’de kurulan Anayasa Konseyi?

- Anayasa Konseyi, sadece ön inceleme yapıp görüş bildiriyor; kanunu iptâl etmiyor.

***

Şöyle bir geriye dönüp bakıldığında, Anayasa Mahkemesi’nin Türkiye’de, 1960 darbesiyle oluşturulan yapının muhafazasına soyunduğu hemen anlaşılıyor. Tedbirler Kanunu örneğini vereyim. Anayasa Nizamını, Milli Güvenlik ve Huzuru Bozan fiiller hakkında, 1962’de çıkarılan kanuna kısaca, Tedbirler Kanunu deniliyordu. Bu kanun, “27 Mayıs 1960 devrimini, söz, yazı, haber, resim, karikatür vs suretlerle yersiz, haksız veya gayrimeşru gösterenlerin, 27 Mayıs 1960 devrimini zedeleyebilecek şekilde Yüksek Adalet Divanı’nca verilmiş kararları kötüleyenlerin veya üstü kapalı kötülemeye çalışanların; Demokrat Parti iktidarını öven veya müdafaa edenlerin, 1 yıldan 5 yıla kadar ağır hapis cezasına çarptırılmasını” öngörüyordu.

Prof. Fuat Köprülü, Demokratların affedilmesi konuşulurken, bir muhabirin sorusunu şöyle cevaplandırmıştı: “Siyasi kanaatinden dolayı kimseye ceza verilemeyeceğine göre, af ancak bir haksızlığın tamiridir.”

Tedbirler Kanunu’na muhalefetten Köprülü aleyhine 1. Ağır Ceza’da dava açıldı. Mahkeme, söz konusu kanunu uygulamak için Anayasa Mahkemesi’nden görüş istedi. Anayasa Mahkemesi, şu gerekçeyle Tedbirler Kanunu’nu, anayasada teminat altına alınan düşünce hürriyetine aykırı bulmadı: “27 Mayıs devrimi, anayasa ve hukuk dışı davranışlarıyla meşruluğunu kaybeden bir iktidara karşı yapılmış ve bu husus anayasanın başlangıç bölümünde yer almıştır. Mahkûm edilen şahısların övülmesi, sonuç itibariyle 27 Mayıs devriminin meşruluğunu ve haklılığını inkâra yol açar. Vatandaşları birbiri aleyhine tahrik ederek, onlar arasında kin ve düşmanlık doğurur. Bunun neticesinde milli huzur ihlal edilir ve anayasanın dayandığı temel ilkeler tahrip olur.”

***

Anayasa Mahkemesi, belki doğum dönemindeki darbe şartları dolayısıyla, çoğu kere “rejim bekçisi” konumunda kaldı. Bekçilik yaptığı rejimin, antidemokratik niteliği onu pek fazla ilgilendirmedi. Kâzım Berzeg, “Anayasa Mahkemesi’ne yeni bir rol biçelim” teklifini yapıyor. Daha doğrusu, “Bir İnsan Hakları Mahkemesi kuralım ve bu mahkemenin görevi, sadece hak ve özgürlükleri korumakla sınırlı kalsın” diyor.

Bugün, gene, Anayasa Mahkemesi’nden, laikliğin bekçisi gibi davranması bekleniyor ve parlamentodan 411 oyla geçen bir anayasa değişikliğine, Anayasa Mahkemesi’nin geçit vermemesi isteniyor.

Demokraside, birey ve azınlık hakları güvence altındadır ama, netice itibariyle ülkeyi genel seçimlerde oluşan çoğunluk yönetir. Yargı Yasama’ya tahakküm eder duruma düştüğünde, ancak bir “Hâkimler oligarşisinden” söz edilebilir.

Sabah, 22 Şubat 2008

Nazlı ILICAK

23.02.2008


 

Sirenler çalarken

Sanki sözleşmişler gibi! TÜSİAD, TOBB, ATO, ASKON dün ekonomi, özellikle de işsizlik konusunda alarm zilleri çalmak için yarıştılar.

Hem de ekonomi yönetiminin iki kurumundan yapılan güven verici açıklamalara rağmen!

Hazine Müsteşarlığı “Geçen yıl net doğrudan yabancı sermaye girişinin 2006’ya göre yüzde 9.8 artışla 21 milyar 873 milyon dolara ulaştığını” duyurdu.

Ardından Sermaye Piyasası Kurulu Başkanı Turan Erol “Küresel sermayenin Türkiye’ye ilgisinin devam ettiğini, dünyanın en büyük 10 yatırım bankasından 7’sinin İstanbul’da faaliyet gösterdiğini” belirtti.

Ama “Reel ekonomi”nin nabzını tutan kuruluşlardan gelen çığlıklar bu iki açıklamayla açan güneşi kara bulutların ardına itiverdi.

- TÜSİAD (Türk Sanayicileri ve İşadamları Derneği), toplam istihdamın azaldığını, işsizlik oranının yükseldiğini, işgücüne katılım oranının düştüğünü bildirdi. Daha önemlisi, TÜİK’in (Türkiye İstatistik Kurumu) geçen yılın son çeyreğiyle ilgili “Hanehalkı İşgücü Anketi” sonuçlarına dayandırdığı değerlendirmesini önümüzdeki dönem için hiç de iç açıcı olmayan bir öngörüyle noktaladı: “Ekonominin mevcut eğilimi, istihdam olanaklarının artmasına olanak sağlayacak bir yapıdan uzaktır.” Anlamı: İş arayanlar artacak ama iş bulmak zorlaşacak. Çünkü ekonomik büyüme istihdam artışı sağlamakta yetersiz kalacak.

Piyasanın acı gerçekleri

- TÜSİAD’ı TOBB (Türkiye Odalar ve Borsalar Birliği) izledi. Sanayi Odaları Konseyi’nin yayınladığı bildiride şöyle denildi: “İstihdamdaki son veriler ve piyasalardaki durum, işsizliğin artacağına dair ciddi sinyaller veriyor.”

- TOBB’un “Piyasalardaki durum” diye geçiştirdiği gerçekleri ise 4.046 işyerini kapsayan ankete dayanarak ATO (Ankara Ticaret Odası) sıraladı: “100 işletmeden 56’sı için geçen yıl 2006’dan daha kötü geçti. Büyümenin yavaşlaması ticari hayata zincirleme etki yaptı; satışların düşmesi kâr oranını düşürdü, işletme maliyetleri ve borçlar büyüdü. 100 işletmeden 53’ünün tahsilat güçlüğü arttı. 3 işletmeden biri işçi çıkardı.”

- Ve ASKON (Anadolu Aslanları İşadamları Derneği) son noktayı koydu: “Piyasa kan ağlar vaziyete geldi, ama enflasyon başarılı deniyor. Bu gidişle elde iç üretim kalmayacak. Artık neyin peşinden gittiğimizi anlayamaz olduk. Ekonomi politikalarında öncelikleri nelerin aldığı anlaşılamaz olmaya başladı. Bizleri gelişmeler mi peşinden sürüklüyor, yoksa çizdiğimiz bir politikanın ardından mı gidiyoruz; tam anlaşılamıyor.”

TÜSİAD’a Erdoğan’ın ifadesiyle “Elitlerin analizlerine kargalar güler” deyip geçelim. TOBB’a yine Erdoğan’ın nitelemesiyle “Felaket tellalı” damgası vuralım. ATO’ya da “Müzmin muhalif” diye omuz silkelim.

Korkutan Norveç kuyrukları

Peki ama iktidarın şaşmaz ve kararlı destekçisi ASKON’un çıkışını nasıl yorumlayacağız? Ya yine AK Parti’nin müttefiki MÜSİAD’ın (Müstakil İşadamları Derneği) sitesindeki ankete ne yafta asacağız? Ankette “Sizce ekonomi yönetiminin 2008’deki en önemli gündemi ne olmalı” diye sorulup 6 seçenek öneriliyor. En çok işaretlenen seçenek, katılanların yüzde 43’ünün oyuyla “İşsizlik ve istihdam”.

Haydi, bu “Acı söyleyen dostlar”ı da bir yana bırakalım. Bir cömertlik daha gösterip, Uluslararası Çalışma Örgütü’nün (ILO) “2008 Küresel İşgücü Eğilimleri” raporundaki ürkütücü mesajları da görmezden gelelim. Peki “Norveç, Türkiye’den 100 bin işçi alacak” söylentileri ışık hızıyla yurda yayılınca İŞKUR binaları önünde oluşan kuyruklar için ne gerekçe yaratılabilir? Biz hükümet üyesi olsak, o kuyruklar uykumuzu kaçırırdı.

O da mı etkili olmadı? Peki, son mermimizi kullanıyoruz. Abdüllatif Şener iki gün önce “2008’de Türk ekonomisinden beklentiler” konulu toplantıda o nazik üslubuyla şöyle konuştu: “İşsizlik konusu tehlike sinyalleri veriyor.”

Daha 7 ay önce hükümette iki numaralı koltuklardan birinde oturan ve hâlâ AK Parti yönetim kadrolarında yer alan “Kadim dost”un yaklaşan sosyal deprem uyarılarına da kulaklar tıkan(a)maz ya...

Sabah, 22 Şubat 2008

Erdal ŞAFAK

23.02.2008


 

Mutabakat belgesi...

Türk insanının özgürleşip zenginleşmesini. Türkiye’nin dünyalaşmasını. İnsanlarımızın dünya vatandaşı düzeyine çıkmasını. Sağlayacak ‘program’. Önceki gün AB tarafından onaylanıp gereği için Türk tarafına yollandı.

Nedir bu belge? AB’ye ‘Katılım Ortaklık Belgesi. Bu on beş sayfalık metni hayata geçiren, Türkiye’yi zıplatır.

Ayrıca AB tam üyeliği için bunları üç ya da dört yıl içinde yapmak durumundayız.

Metin her yerde var, bir bulup okuyun isterseniz.

Katılım Ortaklığı Belgesi, kişisel olarak benim siyasetle ‘mutabakat’ belgemdir.

Siyasal yaşamı oradan izlerim...

Size de aynısını tavsiye ederim.

Ankara siyasetinin pusulasını kaybedip kaybetmediğini en iyi bu belgedeki tavsiyelere yönelik çözüm iradesi anlatır çünkü.

***

Katılım Ortaklık Belgesi...

Belgenin ilk talebi, kamu yönetiminin daha etkin işlemesine ve yerel yönetimlerin güçlendirilmesine ilişkin... AB, ‘Kamu Yönetimi Temel Tasarısı’nın’ yeniden gündeme sokulmasını istemekte...

İkinci sırada vurgulanan konu, sivil otoritenin askerî otorite üzerindeki yönetim ve denetim biçiminin AB standartlarına getirilmesi konusu...

Belgede, güvenlik konularında sivil otoritenin askerî otoriteyi mutlak bir gözetim içinde tutması talebi bir kez daha yenilenmekte, askerî harcamalarda denetim ve saydamlık konusu vurgulanmakta... Gene bu maddede vurgulanan son nokta ise askerî yargı sisteminin yetkilerinin sınırlandırılmasına ilişkin.

Yargı reformu, yargıçların Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi ve AİHM kararları doğrultusunda eğitimden geçirilmesi, yargıç bağımsızlığı ısrarla istenmekte...

***

Katılım Ortaklığı Belgesi, yolsuzluklara da gönderme yapıyor, yolsuzluk ve yozlaşmayla mücadelede AB’nin yöntemlerinin Türkiye’de de uygulanması önerisini getiriyor.

İnsan hakları ve azınlıkların korunması hâlâ Katılım Ortaklığı Belgeleri’nin gündeminden çıkabilmiş değil.

Ayrıca, Katılım Ortaklığı Belgesi, işkenceyle mücadelenin daha etkin sürdürülebilmesi için örneğin Birleşmiş Milletler işkenceyle mücadele protokolünün onaylanmasını talep ediyor. Hem de işkenceye ‘sıfır hoşgörü’ politikasını hatırlatıyor ve bunun gerekleri konusunda da uyarılar yapıyor, öneriler getiriyor.

İfade özgürlüğü konusunun Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi ve AİHM içtihadı doğrultusunda geliştirilmesi de Katılım Ortaklığı Belgesi’nde vurgulanan bir özgürlük konusu...

***

Katılım Ortaklığı Belgesi, din özgürlüğü, sivil toplum kuruluşlarının sorunları, toplantı ve gösteri hakları, kadın hakları, çocuk hakları, çalışanların hakları, ayrımcılık politikaları gibi konulara da özel vurgu yapmakta.

Katılım Ortaklığı Belgesinde azınlık hakları ve kültürel haklar konusu ayrıcalıklı bir yer alıyor ve ülkemizin Doğu ve Güneydoğu meselesine özel gönderme yapılıyor, köy koruculuğu sisteminin yarattığı sakıncalara değiniliyor, belirli bölgelerin mayınlardan arındırılması isteniyor.

Belge, Kıbrıs’ı da içererek tüm AB üyesi ülkelerle ilişkilerin bir an önce normalleşmesi talebini yineleniyor.

Ekonomiye gelince...

Ekonomik konulara da geniş yer veren yeni Katılım Ortaklığı Belgesi, tavizsiz sürdürülen malî politikalara gönderme yapıyor ve bu politikaların devam etmesini destekliyor.

Sosyal güvenlik reformunun aciliyetini de hatırlatıyor.

KİT’ler, piyasa ekonomisinin işleyişinin düzeltilmesi...

Müzakere dosyaları olan malların serbest dolaşımı, hizmetlerin serbest dolaşımı, sermayenin serbest dolaşımı, kamu ihaleleri, şirketler hukuku gibi konular... Onlar da kapsama alanında.

***

Hükümet, AB yetkili organlarına bu taleplerin yerine getirilmesine ilişkin bir zaman çizelgesi, bir takvim sunmakla yükümlü.

Bu takvimin üç-dört yılı, yani bu yasama dönemini de aşmaması lâzım.

Buna yönelik irade gösterilirse, bu ‘program’, türbandan Kürt sorununa, Alevi’lerden vicdanî redde ve Türkiye’nin kanayan yarası işsizlikten yoksulluğa kadar bütün sorunları çözebilecek önerilerden oluşuyor.

***

Bu arada, Türkiye’nin kendi vatandaşına yönelik yüz kızartıcı hukuk ihlalini bir ölçüde onarmaya yönelik ‘Vakıflar Yasası’ meclisten geçti.

Ayrıca..

Dünkü gazetelerde Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın yeni atanan büyükelçilere ‘AB katılım sürecinin ivme kaybetmeden ilerlemesinin önemine’ yönelik sözlerini de okudum.

Bunlar önemli.

Ama yeterli değil.

Çözülecek çok sorun var çünkü.

Eğer, AB’nin Katılım Ortaklığı Belgesi’nin gerçekleşmesi konusunda adımlar atılırsa bu sorunlar yakın bir gelecekte çözülür.

Türkiye’nin huzura kavuşmasını isteyen herkes de o yolda bir arada yürür.

Star, 22 Şubat 2008

Mehmet ALTAN

23.02.2008


 

Meclis’e yokluk mührü mü?

Anayasa Mahkemesi’nin verdiği bir kararın gerekçesi, bazı kesimlerde yeni bir heyecana yol açtı. Acaba Anayasa Mahkemesi, bir anayasa değişikliği için “yokluk kararı” verebilir mi?

Yazar E-Posta: [email protected] Tarihi: 22 Şubat 2008Malum, Mahkeme, Meclis’te yapılan anayasa değişikliklerini ancak şekil yönünden inceleyebiliyor. Bu, Anayasa’nın 148’inci maddesine “teklif ve oylama çoğunluğuna ve ivedilikle görüşülemeyeceği şartına uyulup uyulmadığı ile sınırlıdır” ifadesi ile girmiş. Heyecan uyandıran husus ise şu:

Anayasa Mahkemesi, 10’uncu Cumhurbaşkanı Sezer’in ve CHP’nin Cumhurbaşkanını halkın seçmesi ile ilgili anayasa değişikliğinin yok sayılması ile ilgili talebini reddederken oluşturduğu gerekçede, “değişikliğin hukuksal geçerliliği üzerinde daha ileri bir tartışma yapmak için, iptal nedenlerinden daha ağır bir hukuka aykırılığın varlığı zorunludur” ifadesini kullanıyor.

Heyecan duyan kesim, bu ifadenin, Mahkeme’nin şekli aşan bir inceleme yetkisini dışlamadığı anlamına geldiğini düşünüyor ve “Demek ki mahkeme, iptal nedenlerinden daha ağır bir hukuka aykırılık tespit ederse, iptalden de öte bir yaptırımla, anayasa değişikliğini yok sayabilir” sonucuna varıyor. Muhakeme süreci devam ediyor:

Öyleyse... Mahkeme, anayasa değişikliğinin, değiştirilmesi teklif dahi edilemeyecek maddeleriyle alakası bulunduğunu görürse yokluk hükmüne varabilir. Ve bu durumda Başörtüsü ile ilgili anayasa değişikliği laikliği doğrudan veya dolaylı biçimde zaafa uğrattığı gerekçesiyle yok hükmünde sayılabilir.

Evet, gerçekten, başörtüsüne özgürlüğün yolunu tıkamak için can-siperane çalışan çevreleri heyecanlandıracak bir muhakeme tarzı... Acaba Anayasa Mahkemesi’nin gerekçeli kararındaki söz konusu ifade, gerçekten böyle bir “yokluk kararı”nın kapısını aralamanın işareti midir?

Birçok anayasa hukukçusu bunu mümkün görmüyor. Aksine Anayasa Mahkemesi’nin söz konusu gerekçedeki, “yetki sınırları”na yaptığı vurguyu öne alıyor. Ama, heyecan duyanların sevincine mukabil kuşkular da yok değil. Hani herkesin içinde, “Anayasa Mahkemesi’nin üye yapısı böyle bir zorlamaya imkan verir” gibi bir kuşku depreşip duruyor. Tabii ki ilginç bir durum. İş gelip, hep, Anayasa Mahkemesi ile TBMM’nin yetki alanı tartışmasına bağlanıyor.

O da tabii ki, millet iradesinin belirleyicilik ölçüsüne... Sistemin derinliklerinde “millet iradesine güvensizlik” gibi bir sendrom bulunduğu düşüncesi, hiç de tekin bir düşünce değil. Anayasa Mahkemesi’nin varlığını, TBMM’ye olan güvensizlik sendromu üzerine kurmak da tekin bir yaklaşım değil. “Türkiye Cumhuriyeti’nin laik, demokratik, sosyal hukuk devleti” vasfını, ancak yargı gibi, asker gibi özel kurumların koruyabileceği düşüncesi de derin problemler içeriyor. “İptal gerekçelerinden daha ağır hukuk ihlali...” tanımı neyi ihtiva eder?

Heyecan duyanlar örneğini de veriyorlar: Anayasanın ikinci maddesinde yer alan Cumhuriyet’in temel niteliklerinin değiştirilmesi girişimi “daha ağır hukuk ihlali” olarak görülebilir. “Kıyafet özgürlüğü ile ilgili bir düzenleme de laikliğin zayıflatılmasıdır!” Öyleyse Anayasa Mahkemesi’nin kılıcı devreye girsin! Tabiidir ki, bu bir yorum. Meclis’in “Türkiye Cumhuriyeti’nin laik, demokratik, sosyal hukuk devleti” gibi değişikliğe gitmesi söz konusu olamayacağına göre, öteki tüm yasa değişikliklerine bakış, bir yorumu gerektirecek. Ve Anayasa değişikliği en az 367 oyla yapılabildiğine göre, bu 367 kişinin “Cumhuriyet’in temel ilkelerini değiştirme”ye yönelik bir irade sergilediği öngörülmüş olacak.

Yani Anayasa Mahkemesi, önce, TBMM’nin yüzde 80’lik bir oy çoğunluğu ile yaptığı düzenlemenin Anayasa’nın temel ilkelerini değiştirdiğine hükmedecek. Tabii, bunu da belki 11 kişilik üye sayısının muhtemelen oy çokluğu ile belirleyecek. Bu durumda, Meclis’te, diyelim 411 kişinin böyle bir ihtimali aklına getirmediği bir sapmayı, Anayasa Mahkemesi’nin 11 üyesinden 6’sı yakalayacak.

Ondan sonra o Meclis Meclis olacak, o Meclis’in yaptığı anayasa değişikliğini onaylayan Cumhurbaşkanı Cumhurbaşkanı olacak. Hatta, Anayasa değişikliği referanduma gitmişse, onu onaylayan halk halk olacak! Ve bu ülkede demokrasi olacak! Hadi canım sen de! Başlı başına bu da bir ağır hukuk ihlali değil mi? Kur’an- Kerim çok temel bir insani düsturu şöyle bildiriyor: “Bir topluluğa karşı içinizde beslediğiniz kin ve öfke sizi adaletsizliğe sürüklemesin.” (Maide, 8) Başörtüsü karşıtlığı artık adaletin canına okur hale gelmedi mi?

Bugün, 22 Şubat 2008

Ahmet TAŞGETİREN

23.02.2008


 

12 Eylül’le hesaplaşmadan hiçbir şey olmaz

(...) Kusura bakmayın ama 12 Eylül’le hesaplaşmadan özgürlükten nasıl bahsedeceğiz?

Konumuz Marmaris’te resim yapmaya çalışan yaşlı bir adamı yargılamak değil. Memleketin üstüne çeyrek yüzyıldır kâbus gibi çökmüş bulutu dağıtmak demek 12 Eylül’le hesaplaşmak. O bulutun en büyük zararı, demokrasi ihtiyacı hissetmeyen kuşaklar yaratmak oldu. Hele bizim kuşağın çoğunluğu, demokrasinin ekmek gibi, su gibi bir temel ihtiyaç olduğunu kavrayamadan bu yaşa geldi.

AKP’yi yöneten kadrolar da siyasi kariyerlerini 12 Eylül sonrasında yaptı. Bu yüzden deryanın içindeki balığın denizi bilmemesi gibi, içinde yetiştikleri döneme dışarıdan bakıp eleştiremiyorlar. Böylece devre tamamlanıyor ve 12 Eylül normalleşmiş oluyor işte. Başka bir dönemi yaşamamış kuşaklar onu farkında olmadan sürdürüyor.

Böyle olmasa AKP, olayı başörtüsüne sıkıştırmaz, özgürlüklerin genişletilmesi için kullanırdı gücünü. Sıkı bir demokrasi paketi hazırlar, başörtüsünü de paketin unsurlarından biri olarak sunardı. O zaman özgürlükçü aydınlar kandırılmış hissetmezdi kendilerini.

Ama bunu yapmak da önünde sonunda 12 Eylül’le hesaplaşma noktasına getirirdi AKP hareketini. Onlar da belki asıl bundan korkuyordur, kim bilir?

Vatan, 22 Şubat 2008

Tuna KİREMİTÇİ

23.02.2008

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

 

Bütün haberler


 Son Dakika Haberleri