Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 16 Şubat 2008

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 

Basından Seçmeler

 

Ortak paydamız demokrasi

Aman Hasan Cemal, dikkat, mahalle baskısı had safhada! Neyi nasıl konuşacağını, hangi sahalarda hangi topa girmeyeceğini, susma hakkını nerelerde kullanman gerektiğini iyi bil.

Yoksa lafı dank diye kafana yersin.

Bir arkadaşın karısı geçen gün mesaj göndermiş:

“Söyle Hasan’a, kızlarını kara çarşafa soktukları zaman ben onu görürüm.”

Mesajı getiren arkadaşım bir de dost tavsiyesinde bulundu:

“Hasan oğlum, şu sıralar fazla ortalıkta dolaşmasan iyi olur.”

Bizim mahalle böyle!

Öyle olduğunu biliyorum zaten.

Bu mahallenin nabzını tutmak için fazla ortalıkta gözükmem de gerekmiyor. Böylesi dönemleri geçen yıl da yaşamıştık.

Cumhuriyet mitingleri, milletvekili ve cumhurbaşkanlığı seçimleri, 367 vakası, gece yarısı muhtırası derken bizim mahallede kızılca kıyamet kopmuştu. Aileler bölünmüş, dost meclislerinde kavgalar çıkmıştı.

Alışkanım bu havaya.

Bu ülkenin çelişkileri çok keskin. Kökleri cumhuriyet öncesine uzanıyor.

Din ve laiklik, cumhuriyet ve demokrasi, Kürt sorunu, Alevi sorunu, Ermeni meselesi... Seksen küsur yıldır Türkiye’yi kanatıyor hepsi.

Bir türlü yerli yerine oturtamadığımız bu dertlerin içinde, bugün başörtüsü-türban sorununda olduğu gibi sürekli kıvranıp duruyoruz.

Oysa hepsinin çaresi demokrasi.

Özgürlükler ve insan hakları düzenini içimize sindirebilsek rahat edeceğiz. Herkes kendisi gibi olabilecek, ötekine ille de kendi düşüncesini, kendi hayat tarzını dikte etmeye kalkışmayacak.

Şimdi lütfen dinleyin.

Bireysel hak ve özgürlükleri, eğitim hakkı ve eşitliğini yıllardan beri hiçe sayarak üniversitelerde uygulanan başörtüsü-türban yasağının kaldırılması konusuna bir kez daha değinmek istiyorum.

Bu yasağı kaldırmak laikliğe aykırı değildir. Bu yasağı kaldırmak, demokrasilerin kabul edemeyeceği bir eşitsizliğe son vermektir.

Bunu yirmi yıldır savunuyorum.

İkincisi...

Bu yasağı sona erdirmek için TBMM’de kalkan 411 eli, bu ülkede ‘kaosa çağrı’ diye nitelemek, bakın, demokrasiyle de, demokrasi kültürüyle de bağdaşmaz.

Daha altı yedi ay önce seçim sandığından çıkan AKP, MHP ve DTP’nin toplam yüzde 70 civarındaki oyunu temsil eden 411 milletvekilinin antidemokratik bir yasağı Mecliste kaldırmasını, “Türkiye’nin bölünmesi” diye lanse etmek de demokrasi ve demokrasi kültürüyle bağdaşmaz.

Üçüncüsü...

550 sandalyenin 411’ine kaos derseniz, ülkenin bölünmesi derseniz, çoğunluk tahakkümü derseniz, bir daha demokratik rejim nasıl işler, söyler misiniz? TBMM bundan böyle nasıl çalışabilir, söyler misiniz?

Dördüncüsü...

411’e kaos deyip, CHP lideri Baykal’ın darbe ve idam çağrışımları yapan çıkışlarını görmezlikten gelirseniz, bu tutum demokrasi kültürüne ya da demokratik nezakete hiç sığar mı?

Beşincisi...

Başbakan Erdoğan eğer demokrasiyi boşlayan bir Putin’leşme süreci içine girdiyse, Mussolini’nin kara gömleklileri gibi zorbalığın iktidar yürüyüşünü başlattıysa, laikliğin elden gittiğine dair herhangi bir kuşkunuz kalmadıysa, o zaman hiç durmayın, bir takım ulusalcı odaklar gibi ‘kışla’nın elini çabuk tutması için de çağrı yapın, halkın bir an önce barikatlara çıkması için de manşet üstüne manşet çekin.

Durmayın o zaman!

Yok öyle değilse, o zaman da dengeyi ve ölçüyü tutturmaktan başka çaremiz yok. Siyasal istikrarsızlıktan çok çekmiş bir ülkenin insanları olarak kendimizi frenlemek zorundayız.

Altıncısına gelince...

Aynı frene en az basın kadar Başbakan Erdoğan’ın da ihtiyacı var. Çünkü özellikle son iki gündür Erdoğan’ın frenleri de boşalmış durumda.

Bazı eleştirilerine katılıyorum.

Bazılarına da hiç katılmıyorum.

Bazı hassasiyetlerini anlıyorum.

Bazılarını çok yüzeysel ve incitici buluyorum.

Bir Başbakan olarak aba altından sopa göstermesi ve sesini bu kadar yükseltmesi ya da bir Başbakan olarak Türkiye’nin damarına bu kadar basması son derece yanlıştır.

Türkiye’nin bunca meselesi varken, iktidar koltuğunda oturan bir siyaset adamının, toplumu bu kadar germesi ve istikrar değil istikrarsızlık tohumları ekmesi vahim bir hatadır.

Bir başka deyişle:

Eleştirdiği bazı yanlışlara kendisi de düşüyor Başbakan’ın.

Erdoğan şunu kabullenmeli:

Başörtüsü-türban sürecini kötü yönetti.

Hem de çok kötü!

Biliyorum, iyi yönetmiş olsaydı da, bir takım odaklar türbandan dolayı kıyameti yine koparacaklardı. Çünkü onlar, malum, bu ülkede demokrasi ve hukuk devletinin yeminli düşmanları...

Ama onların hevesini kursaklarında bırakmak için Başbakan Erdoğan’ın önünde verilmesi gereken çok ciddi bir demokrasi ve hukuk sınavı duruyor. Basınla uğraşmak yerine çoktandır ihmal ettiği bu sınava bir an önce soyunması gerekir Erdoğan’ın...

Yinelemekte yarar var.

Başbakan Erdoğan’ın son birkaç günlük üslubu da, söylemi de demokrasi kültürü ve demokratik istikrar gibi konular açısından hiç de güven telkin edici değildir.

Evet, basının yanlışları var.

Ama Başbakan Erdoğan da kendine dikkat etsin, son zamanlardaki tutumu birçok açıdan hatalı, güven verici değil.

Milliyet, 15 Şubat 2008

Hasan Cemal

16.02.2008


 

Önce yargı demokrat olmalı

Bir haftadır bu köşede Anayasa Mahkemesi kararlarını, Danıştay kararlarını, Meclis’in kabul ettiği anayasa değişikliğinin türbana özgürlük getirmeme ihtimalini boşu boşuna tartışmıyorum.

Çoğu zaman benim de içine düştüğüm bir yanılgı var: Meclis bir yasa veya anayasa değişikliği kabul eder, özgürlükler de sağlanır. Böyle sanıyoruz.

Oysa hiç de öyle değil. En basit örneği ceza kanununun 301. maddesi. Bu maddenin özgürlükleri kısmak için nasıl kullanıldığını kaç kere anlatmaya çalıştım.

Maalesef dindarlarımız da, benim gibi özgürlükçü demokratlarımız da, uzun yıllar boyunca Türkiye’de özgürlüklerin kısıtlanıyor olmasının salt siyasi bir sorun olduğunu düşündük, buna inandık.

Elbette sorun siyasetten de kaynaklanıyor ama özgürlüklerin kısıtlı olmasının ardında yatan temel gerçek, siyaseti de aşan, çok boyutlu bir olgu.

O yüzden, özellikle dindarlar ama en çok da aralarında benim de bulunduğum özgürlükçü demokratlar, üniversitede başörtüsü özgürlüğünü kendi başına bir mesele olarak gördük.

Oysa öyle değil. Sorun, topyekun bir özgürlük eksikliği sorunu ve başörtüsü bunun unsurlarından sadece birisi.

Bu sorunu çözmek, yani özgürlüklerin önündeki kısıtları kaldırmak istiyorsak, nokta atışlarla başarılı olamayız. Yaklaşımımız topyekun olmak zorunda, düşüncelerimizi ve onları ifade etmememizi engelleyen her şeyle aynı anda mücadele etmeliyiz.

Bakın bu köşede Anayasa Mahkemesi kararlarını, Danıştay kararlarını boşu boşuna yayımlamadım. Daha dün bu köşede türbanla ilgili Danıştay’ın kilit kararlarından birini okudunuz. O kararda salt laiklik ilkesine gönderme yapılmıyordu, soyut ve tanımsız kavramlar olan ‘Atatürk inkılap ve ilkeleri’ ile ‘Atatürk milliyetçiliği’ne ve ‘çağdaşlık’a da atıf yapılıyordu.

Bunlar bizim yasalarımızda, Anayasamızda yer alan kavramlar. Bu kavramları yerli yerine oturtmadan, onların tanımları üzerinde gerçek bir uzlaşma sağlamadan bu ülkeye özgürlük falan gelemez. Ne türban serbest kalır ne de ifade özgürlüğü tam olarak gerçekleşebilir.

Bunu inanarak söylüyorum: İki haftadır boşu boşuna birbirimize giriyoruz, boşu boşuna ülkemizi geriyor, siyasi istikrarı tehlikeye atıyor, en önemlisi de çok kıymetli zamanımızı ve enerjimizi boşu boşuna boş bir kavgada harcıyoruz; ne yapılan anayasa değişikliği ne de yapılması söz konusu yasa değişikliği başörtüsünü serbest bırakabilir.(...)

Bu noktada olabilecek en kötü sonucun, anayasa değişikliklerinin Anayasa Mahkemesi tarafından iptal edilse de edilmese de esastan incelenmesinin mahkemede kabul görmesi olduğunu düşünüyorum.

Çünkü bu durumda, özgürlükler sorununa topyekun bir yaklaşımın gerçekleştirilebileceği yeni anayasa süreci çıkmaza girebilir; eski Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı Sabih Kanadoğlu’nun dile getirdiği ‘Meclis anayasa yapamaz’ görüşü bir anda geçerlik kazanabilir.

Ve son olarak bir temel ilkeyi hatırlatmadan yapamayacağım: Bir ülkede yargıçlar demokrat ve özgürlükçü olmadan o ülkede demokrasi ve özgürlükler düzeni yaşanamaz.

Radikal, 15 Şubat 2008

İsmet Berkan

16.02.2008


 

13 Şubat’ın perde arkası

8 Şubat tarihli ‘Sırlar odasında sürpriz görüşme’ başlıklı yazım, kamuoyunda büyük heyecan yarattı. 6 Şubat’ta TBMM Genel Kurulu’nda türbanla ilgili anayasa değişikliği teklifi görüşülürken, Ankara’nın bir başka köşesindeki özel toplantıya dikkat çekmiştim.

Şöyle dedim: ‘Şehir merkezine uzak bir köşede gerçekleşen görüşmede öyle iddialar gündeme geldi ki; resmiyet kazanması halinde, meclis gündemindeki konuyla da ilintili bir kritik davanın seyrini değiştirebilir, hatta ‘domino’ etkisi yaparak Ergenekon’a kadar uzanabilir.’

Sonra bazı sorular sıraladım.

Yazımı ise şöyle bağladım: ‘Bu sorulara verilen cevapların ‘itirafa’ dönüşmesi ihtimal dahilinde. Onun için 13 Şubat’ı iple çekiyorum. Önce o günü bir görelim...’

Taraf Gazetesi’nin tecrübeli röportaj yazarı Neşe Düzel’e bu bölümle ilgili yaptığım açıklamalar da 13 Şubat tarihli Taraf Gazetesi’nde yer aldı. Yine orada, bu açıklamayı ‘ihtimal’ olarak ifade ettim.

Peki ne oldu? Evet, bir itiraf gelmedi. Bu da bir ihtimaldi. Maalesef, bu durumu Ergenekon’un medya uzantısı karanlık çağ, suistimal etti. Bu mevzua girmeyecektim, ama beni mecbur kıldılar. Her şeyi yazacağım, bu da onlara kapak olsun.

Görüşme Sincan’da yapıldı

Danıştay davası sanıklarından Osman Yıldırım, aynı davanın sanıklarından Süleyman Esen’e mesaj gönderdi: ‘Duruşmalarda avukatını yakından takip ediyorum. Tavrını çok beğeniyorum. Beni kendisiyle görüştürebilir misin?’

O sırada Yıldırım’ın avukatı yok. Sanık Esen, konuyu avukatı Mehmet Eren’e açtı. Eren, bu talep karşısında çok şaşkındı. Ama kabul etti. 6 Şubat Çarşamba günü sözleştiler. Eren, o gün saat 15.30’da Yıldırım’a gitti. Sincan F Tipi Cezaevi’ndeki bu görüşme baş başa geçti. Herhangi bir sürprize karşı Eren, gardiyanları kapıdan ayrılmamaları konusunda uyardı. Çünkü, Yıldırım’la ilk kez görüşüyordu.

16.55’e kadar süren görüşmede Yıldırım, inanılmaz iddialarda bulundu: ‘Mehmet Bey, beni şu çocuğun (Alpaslan Aslan) altında harcıyorlar. Bu çocuk kim ki, beni yönetecek?’ Bu kez avukat sordu: ‘Konuş o zaman, seni kim engelliyor?’ Yıldırım: ‘Birkaç defa konuşmak istedim beni sürekli engellediler.’

Eren, bunun üzerine şu öneride bulundu: ‘13 Şubat’ta duruşma var. İster hakimlerin önünde çık konuş ister yazılı olarak dilekçe ver.’ Yıldırım, ‘Tamam söz, duruşma günü konuşacağım. Bakalım dilekçe de verebilirim’ dedi.

Veli Küçük bombası

Bu mutabakattan sonra laf, nelerin konuşulacağına geldi. Ener ‘Ne biliyorsun?’ diye sordu, Yıldırım başladı konuşmaya: ‘Necip Hablemitoğlu’nu kimin öldürdüğünü biliyorum. Açıklarsam yer yerinden oynar.’

Sonra devam etti: ‘Bu Danıştay olayı ve Cumhuriyet Gazetesi’ne bomba olayı olmadan önce 27 Nisan’da (2006) Ataşehir’de gizli bir toplantı yaptılar. O toplantıda Veli Küçük de vardı.’

Avukat, küçük dilini yutacak gibi oldu: ‘Nereden biliyorsun? Senin bu işlerden nasıl haberin oldu?’

Yıldırım anlattı: ‘Bu ekibi çok iyi tanırım. JİTEM’cilerle ilişkilerim vardır. Pek MİT’i, emniyeti tanımam.’

Ya Alpaslan Aslan?

‘Birlikte tahsilat yapardık’ diyen Yıldırım, şunları söyledi: ‘Alpaslan’la çok tahsilat yaptık. ATV’den 5 milyon dolar, Mustafa Süzer’den 500 bin dolar alacağım var. Ankara’ya da sık sık gelip gittik. Ankara’da bize iki astsubay yardım ederdi.’

Ener, ‘Kim bu astsubaylar?’ diye sordu. Yıldırım: ‘İsimlerini söyleyemem. Tuncay Özkan’ın ‘MİT’in Gizli Tarihi’ isimli kitabını okursan orada görürsün.’ Yıldırım, Ener’in ‘ Bu kitap çok kalın, sayfasını söyle bari oradan bakayım’ dese de pek ayrıntıya girmedi.

Mahkemede şaştı

Sonra ne olduğunu hep birlikte izledik. Osman Yıldırım, 13 Şubat günü Ankara 11. Ağır Ceza Mahkemesi’ndeki karar duruşmasında, tam tersini söyledi. Karar açıklandıktan sonra Mahkeme Başkanı Hakim Orhan Karadeniz’e doğru bağıran Yıldırım, ‘ İngiliz p... kurduğu devleti başınıza yıkacağız. Laik düzeni başınıza yıkacağız. Getirdiğim tanıkları neden dinlemediniz? Sen de onların p....n.’

Davayı bitiren Karadeniz, tam yerinden doğrulup kalkmak üzereyken, birden durup Yıldırım’ın bu sözlerini zapta geçti. Sonra jandarmaya ‘Şimdi alın götürün. Benim kimseden korkum yok’ dedi.

Tetiği çeken Alpaslan Aslan’ın ‘Gül ve Erdoğan’dan Türkiye’ye şeriat getirmelerini istiyorum. Genelkurmay’dan da şeriatı engellememesini talep ediyorum’ şeklinde bazı gazetelere ‘son söz’ olarak manşetten yansıyan açıklamalarını zaten biliyorsunuz.

Hayatları boyunca iki rekat namaz kılmayan, eşlerine, kızlarına, kız kardeşlerine ‘başınızı örtün’ bile demeyen, kimi alkolik, kimi esrarkeş, kimi mafya bozuntusu isimlerin hep bir araya toplanarak ‘şeriat devleti’ özlemiyle cinayet işlemelerini, herhalde en iyi açıklayacak olan Ergenekon’dur.

Bir de medyadaki çapulcu takımıdır.

Çünkü; Birilerinin, aradan geçen 5 gün içinde Osman Yıldırım’ın nasıl değiştiğini izah etmesi gerekir.

Star, 15 Şubat 2008

Şamil Tayyar

16.02.2008


 

1 numara

Öyle garip bir ülke ki burası, herhangi bir Avrupa ülkesinde bir tanesi yaşansa yıllarca gündemden düşmeyecek olayları, skandalları birkaç ay içinde yaşıyor, bazen yazmaya yetişemiyoruz.

Aslında Türkiye, çoktan yaşaması gereken bir süreci; Gladio’nun açığa çıkışı sürecini yaşıyor. Gün geçmiyor ki, basında dudak uçuklatan bir ifşaat, yeri göğü yerinden oynatacak bir iddia yer almasın. Ama öyle hızlı bir süreç ki bu, o dehşet verici açıklamaların birçoğu güme gidiyor; kamuoyunda yeteri kadar konuşulamadan, anlaşılamadan yerini başka vahim açıklamalara bırakıyor.

Ne Emniyet, ne yargı, ne de siyaset harekete geçemeden olay küllenip gidiyor. Nokta Dergisi’nin kapatılmasıyla sonuçlanan şu meşhur “Sarıkız ve Ayışığı” kod adlı darbe planlarını hatırlayın mesela... Bir emekli general uzun uzun, isim ve yer vererek zamanın kuvvet komutanlarının darbe planlarını, toplantılarını vs anlatıyor; Emniyet’in ya da yargının içinden bir Allah’ın kulu çıkıp da, adı geçen kişilere, “Gelin buraya bakalım, siz neler yaptınız” diye sormuyor; ifadelerini bile almıyor.

Ya da, Neşe Düzel’in 11 Şubat tarihli Taraf Gazetesi’nde Star Gazetesi Ankara Temsilcisi Şamil Tayyar’la yaptığı söyleşiyi ele alın... Bu söyleşi başlı başına bir bomba! Normal bir ülkeyi ayağa kaldıracak ve aylarca ayakta tutacak kadar sansasyonel bir olay. Ne diyor o söyleşide Şamil Tayyar? Ergenekon’un 1 Numara’sı Veli küçük değil, emekli bir orgeneral, diyor.

1 Numara’nın da 2 Numara’nın da kim olduğunu ben biliyorum, Başbakan da biliyor, Emniyet de biliyor; ama ben adını açıklayamam, diyor. 1 Numara’nın Genelkurmay Başkanı’na bizzat kendi el yazısıyla yaptığı uyarıyı gördüm, diyor. Bu açıklamanın üzerinden bir haftaya yakın bir zaman geçiyor; ne Emniyet’ten ne de Başbakanlık’tan bir açıklama yok!

Hadi Şamil Tayyar, bir gazeteci olarak kaynağına verdiği sözü tutuyor diyelim; diğerleri nasıl oluyor da illegal bir suç örgütünün başında kimin olduğunu bildikleri halde susmaya devam edebiliyorlar?

Nasıl oluyor da devlet, doğrudan Anayasal nizamı hedef alan bir örgütün elebaşının elini okulu sallaya sallaya dolaşmasına razı olabiliyor? Aynı günlerde bir başka “skandal” açıklama da Emniyet İstihbarat Dairesi Eski Başkanı Bülent Orakoğlu’ndan geliyor. Orakoğlu, Turgut Özal’ın öldürüldüğünü ileri sürerek ‘Suikastı tezgahlayan üst düzey bir devlet görevlisi.

Adını da biliyorum’ diyor. Ama o da isim açıklamıyor. Orakoğlu ayrıca Abdi İpekçi, Uğur Mumcu, Eşref Bitlis ve Turgut Özal’ın öldürülmeleri arasında sıkı bir ilişkinin bulunduğunu; bu dört cinayet arasındaki ortak paydanın da “PKK ve derin devlet ilişkisine yer verilen bir dosya” olduğunu; söz konusu “dosya”nın kapağını kim kaldırsa, kısa zamanda öldürüldüğünü söylüyor. Ama bakıyoruz, Orakoğlu’nu bildiklerini anlatması için ifadeye çağıran bir savcı bile yok.

Sözün kısası; önümüzde, son 30 yıldır demokratik parlamenter rejimi hedef almış, Türkiye’yi destabilize etmek için seri cinayetler işlemiş, parlamentoya karşı darbelere kalkışmış yaygın köklü bir illegal suç örgütü dururken, bu örgüte ait bilgiler ortalığa saçılırken, biz bütün bunları sıradan gazete haberleri olarak okuyup geçiyoruz.

Bütün enerjimizle rejim için gerçek bir tehlike olan bu örgütün üstüne gitmek yerine, hayali rejim tehlikeleri yaratıp onlarla boğuşuyoruz.

Asıl gaflet bu değil mi?

Bugün, 15 Şubat 2008

Gülay Göktürk

16.02.2008


 

Provokatör

Bunlar deli midir, divane midir, nedir; anlayamadım gitti. Oradan buradan duydukları saçmalıkları... Kulaktan kulağa taktiğiyle yayılan yalanları... Derin bağlantıları olan sivillerin mizansenlerini gerçekmiş gibi yazıp anlatıyorlar.

Neymiş; başörtüsü takmayan kadını, taksi şoförü arabadan indirmiş... Neymiş, karısının başı açık olan adama ev kiralamamışlar.

Vay canına... Demek bu yalanları da uydurdular ha! Ama tabii beklenir onlardan. Koridorda namaz kılsın da fotoğrafı çekilsin diye Akmerkez’e adam gönderen zihniyet bunu da yapar.

Bunlar “dnglk” takımından olduğu için foyaları çabuk ortaya çıkıyor. Ama önümüzdeki günlerde zeki olanlar devreye girecektir. Bekliyoruz.

Sabah, 15 Şubat 2008

Emre Aköz

16.02.2008


 

Tahrikler ve yüksek gerilim

Üst üste konulduğunda garipliği insanın gözüne çarpan bir dizi olay hemen fark ediliyor.

Ergenekon bağlantısı ayyuka çıkan Danıştay davasında ağırlaştırılmış müebbet hapis cezasına çarptırılan bir numaralı sanık, Alparslan Arslan, “şeriat” ilanı istemiş.

“Genelkurmay şeriatın önüne geçmeye çalışmasın, çok kan dökülür. Ben buradan Cumhurbaşkanı Abdullah Gül ve Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’dan Türkiye’de şeriat ilan etmelerini istiyorum.”

Soruşturma derinleştirilmediği için bu menfur saldırının Ergenekon Çetesi ile bağlantısı saptanamadı.

Ama dava, tıpkı suçun işlendiği günkü bir atmosferde tamamlanmış oldu.

Bu sözlerle, eylemin demokratik sistemi zaafa uğratmak isteyen bir çete tarafından değil de, laik cumhuriyeti yıkmak isteyen şeriatçılar tarafından yapıldığı iddialarına el verilmek istendiği görülüyor.

İlk günden itibaren özenle verilmek istenen mesaj da buydu zaten.

Tıpkı Cumhuriyet gazetesine atılan bombalar gibi.

“Tehlikenin farkında mısınız?” diye soran bir gazeteye atılan bombalarla, tehlikeyi henüz fark etmemişlere bir mesaj verilmeye çalışılıyordu.

Aynı şekilde, birden ortaya çıkan biri, Etiler’deki Akmerkez alışveriş merkezinin göbeğinde namaz kıldı.

Etrafta yeterli cami varken, çok da temiz olmayan bir zeminin ibadet için seçilmesi dikkat çekici.

Tam bunları konuşurken Mersin’de mini etekli kızlara asitli saldırı haberi geldi.

Birileri ortamın gerilmesini, insanların yüreğindeki korkuların artmasını istiyor belli ki.

Yaşam tarzının tehdit altında olduğuna yönelik söz ve eylemler bunlar.

“Tahrikçiler” deyip geçemezsiniz çünkü bu eylemler var olan bir endişeye karşılık düşüyor.

Elbette, tahrikçiler hep olacak.

Ancak siyasetçiye düşen görev, bu tahrikçilere fırsat verecek ortamı sağlamamaktır.

Türkiye son günlerde asabiyet katsayısı yüksek bir atmosferden geçiyor.

Sinirler çok gergin.

Ankara’daki gerilim, tıpkı bir soğuk hava dalgası gibi, adım adım yurt geneline de yayılıyor.

Bir ülkenin sürekli olarak “yüksek gerilim” ortamında yaşaması mümkün değildir.

Bu gerilimi düşürmek, kendini ne kadar mağdur ve haksızlığa uğramış görse bile, iktidara düşen bir görevdir.

Çünkü “yüksek gerilim” en çok iktidarı çarpar.

Bu ülkenin acilen normal atmosferine dönmesi gerekir.

Bugün Anayasa değişikliği gerçekleştirilmiş, Cumhurbaşkanı’nın onayına sunulmuştur.

Kimilerinin beklentisinin aksine Cumhurbaşkanı’nın bu değişikliği onaylayacağını sanıyorum.

Bundan sonrası hukukun bileceği iştir.

Ama yüksek gerilim bazen yargının bile kafasını karıştırabilir, unutmamak gerekir.

Sabah, 15 Şubat 2008

Ergun Babahan

16.02.2008

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

 

Bütün haberler


 Son Dakika Haberleri