Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 16 Şubat 2008

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 

Lahika

ÂYET-İ KERİME MEÂLİ

Allah kimin kalbini İslâma açmışsa, o kimse Rabbinden bir nur üzere değil midir? Kalpleri Allah'ı anmaktan uzaklaşıp katılaşmış kimselere ise yazıklar olsun! Onlar ap açık bir sapıklık içindedirler.

Zümer Sûresi: 22

16.02.2008


HADİS-İ ŞERİF MEÂLİ

Yemeğini, Allah rızâsı için sevdiğin kimselere yedir.

Câmiü's-Sağîr, c: 1, no: 621

16.02.2008


Vazifemiz müsbet hareket etmektir

Aziz kardeşlerim,

Bizim vazifemiz müsbet hareket etmektir. Menfî hareket değildir. Rıza-yı İlâhîye göre sırf hizmet-i imaniyeyi yapmaktır, vazife-i İlâhiyeye karışmamaktır. Bizler âsâyişi muhafazayı netice veren müsbet iman hizmeti içinde herbir sıkıntıya karşı sabırla, şükürle mükellefiz.

Meselâ, kendimi misal alarak derim: Ben eskiden beri tahakküme ve terzile karşı boyun eğmemişim. Hayatımda tahakkümü kaldırmadığım, birçok hadiselerle sabit olmuş. Meselâ, Rusya’da kumandana ayağa kalkmamak, Divan-ı Harb-i Örfîde idam tehdidine karşı mahkemedeki paşaların suallerine beş para ehemmiyet vermediğim gibi, dört kumandanlara karşı bu tavrım, tahakkümlere boyun eğmediğimi gösteriyor. Fakat bu otuz senedir müsbet hareket etmek, menfî hareket etmemek ve vazife-i İlâhiyeye karışmamak hakikati için, bana karşı yapılan muamelelere sabırla, rıza ile mukabele ettim. Cercis Aleyhisselâm gibi ve Bedir, Uhud muharebelerinde çok cefa çekenler gibi, sabır ve rıza ile karşıladım.

Evet, meselâ seksen bir hatâsını mahkemede ispat ettiğim bir müdde-i umumînin yanlış iddiaları ile aleyhimizdeki kararına karşı, beddua dahi etmedim. Çünkü asıl mesele bu zamanın cihad-ı mânevîsidir. Mânevî tahribatına karşı sed çekmektir. Bununla dahilî âsâyişe bütün kuvvetimizle yardım etmektir.

Evet, mesleğimizde kuvvet var. Fakat bu kuvvet, âsâyişi muhafaza etmek içindir. “Hiçbir günahkar başkasının günahını yüklenemez” (En’am Sûresi: 164.) düstûru ile—ki “Bir câni yüzünden onun kardeşi, hanedanı, çoluk-çocuğu mesul olamaz”—işte bunun içindir ki, bütün hayatımda bütün kuvvetimle âsâyişi muhafazaya çalışmışım. Bu kuvvet dahile karşı değil, ancak hâricî tecavüze karşı istimal edilebilir. Mezkûr âyetin düsturuyla vazifemiz, dahildeki âsâyişe bütün kuvvetimizle yardım etmektir. Onun içindir ki, âlem-i İslâmda âsâyişi ihlâl edici dahilî muharebat ancak binde bir olmuştur. O da aradaki bir içtihad farkından ileri gelmiştir. Ve cihad-ı mâneviyenin en büyük şartı da vazife-i İlâhiyeye karışmamaktır ki, “Bizim vazifemiz hizmettir; netice Cenab-ı Hakka âittir. Biz vazifemizi yapmakla mecbur ve mükellefiz.”

Ben de Celâleddin Harzemşah gibi, “Benim vazifem hizmet-i imaniyedir; muvaffak etmek veya etmemek Cenab-ı Hakkın vazifesidir” deyip ihlâs ile hareket etmeyi Kur’ân’dan ders almışım.

Emirdağ Lâhikası, s. 455

Lügatçe:

Divan-ı Harb-i Örfî: İttihad ve Terakki hükûmeti zamanında kurulan ve oldukça sert kararlar alan sıkıyönetim mahkemesi.

müdde-i umumî: Savcı.

cihad-ı mânevî: İman ve İslam hakikatlerinin muhafazası için cihad etmek.

16.02.2008


İrade ve terbiyesi

İrade kelimesi, arzu, istek, dilemek, ferman gibi anlamlara kullanılmaktadır. Bir şeyi arzu etmeye, istemeye, his ve duyguları bir şeye yönlendirmeye de irade denmektedir.

Terim olarak ise, bir şeyi yapmak veya yapmamak için insanın içinde var olan güç mânâsında kullanılmaktadır.

İrade, Allah’ın iradesi ve kulun cüz’î iradesi olmak üzere ikiye ayrılmaktadır.

Allah’ın iradesi, “İrade” ve “Mürîd” sıfatlarına dayanmaktadır. Ezelî ve ebedî bir iradedir. Hiçbir noksanlık kabul etmez. Bölünme kabul etmez. Her şey onun iradesi ile hareket etmektedir. Vücudumuza giren her zerre, O’nun iradesi altında hareket eder. Gıda olarak giren binlerce hücre, yeni görevlerini devralırken onun iradesi ile hareket etmektedirler. Vücut bize emanet olduğu halde, biz onları yönlendirmekten aciz durumdayız. Bütün hücreler, bir küllî iradenin emri ile işlerini aksatmadan yapmaktadırlar. Her biri ayrı ayrı görevler ifa ettikleri halde, yanılma ve şaşırma olmamaktadır. O hücrelerin aklı yok, tedbiri yok, gözü yok. İşlerini de aksatmadan yapmaktadır.

Kâinattaki bütün varlıklar için de aynı düzen ve intizam geçerlidir.

Kulun iradesi ise sınırlıdır. Bir yere kadar gücü yeter. Gücünün yettiği şeylerde de yaptığı iş sadece istemek ve dilemekten ibarettir. En küçük bir şeyi bile yaratmaya gücü yetmez.

İnsan iradesi, bir anda bir tek şeyi ister. İstekleri birbirini takip eder. Bir elmayı yemeyi ve yememeyi aynı anda yapamaz. Ancak birini yapabilir.

İhtiyar, yani seçme irade mânâsına kullanılsa da iradeden daha dar anlamlıdır. İrade olmazsa ihtiyar olmaz. Ancak, ihtiyarın olmadığı yerde bile irade vardır.

Allah, insana bir dileme kabiliyeti vermiştir. Bu kabiliyetini yönlendirme imkânı insanın eline verilmiştir. Bir şeyi yapmaya veya terk etmeye meyletmesi ise cüz’î iradedir. Bu meyil veya meyildeki tasarruf insana aittir. Sonuçlarından da sorumludur. İnsanın sonuçlarından sorumlu olduğu meyillerin de kendi içinde dereceleri vardır. Yani meyillerin sorumluluğu bir yerden itibaren başlamaktadır. Başlangıç noktasına kadar olan kısımdaki meyillerden sorumluluk yoktur.

Meyiller nisbî emir ve işlerdir. Nisbî işleri, bir şeye nisbet ederek anlamak mümkün olmaktadır. Yukarı, aşağı, yazmak, okumak gibi işler bir şeye nisbet edilmeden anlaşılmaz. İnsanın meyilleri, ya da cüz’î iradesi nisbî emir ve işlerdendir. Yapması veya terk etmesi mümkündür. Kulun iradesi ile Allah’ın iradesi aynı anda buluşursa o istek yaratılmaktadır. Bu iki iradenin örtüşmesine “tam illet” denmektedir. Bir iş için tam illet varsa ancak o zaman meydana gelmektedir. Kulun iradesi meyletmekle sınırlıdır. Yaratmaya gücü yetmemektedir. Kulun meyli, Allah’ın yaratması için bir ön şarttır. Ancak, kul meylettiği zaman da yaratmak Allah’ın hikmetine tâbîdir.

Meyilleri şöyle sıralamak mümkündür:

1- Tahayyül: Mânâlar kalpten çıkarken hiçbir elbise giymemiş olarak çıkarlar. Gelecekleri ilk durak hayaldir. Hayal ise, o anda meşgul olduğu şeylerin elbisesini o mânâlara giydirmeye çalışır. Temiz mânâlar, kirli elbiseleri giymek istemezler. Temas olsa da giyme olmaz. Buradaki temas ile giyme arasındaki farkı ayırt edemeyen kimse, teması giyme olarak algılar, ne kadar kötü ve bozulmuş bir insan olduğunu düşünür, kendi kendine zarar vermeye başlar. İşte bu vesvesedir. Hayali hakikatmiş gibi görmedir. Halbuki hayal hüküm değildir. Zulmü düşünmek, zulüm olmadığı gibi, küfrü düşünmek de küfür değildir. Ancak peşine takılıp meşgul olmaya devam ederse, teması sabitleştirir, yerleşik hâle getirir. Yapılması gereken şey, üzerinde durmamak, meşgul olmamaktır. Bir müddet sonra kendiliğinden dağılıp gittiğini görecektir.

Dış âlemdeki zıtlıklar, hayalde yakınlık sebebi olmaktadır. İşin hakikatini anlamayan bilmeyen kimse, zihnin ürettiği bu yakınlığı gerçek bir yakınlık olarak düşünmektedir. Dış dünyada iman ile küfür birbirinden ne kadar uzak ise, hayalde de o kadar yakındır. Biri söylendiğinde hemen öbürü hayale gelmektedir. Hayaldeki yakınlık, gerçek yakınlığı ifade etmekten uzaktır. Hayal etmekte sorumluluk yoktur.

2- Tasavvur: Mânâların hayalden sonra uğrayacakları ikinci basamak tasavvurdur. İlişkileri hakkında düşünmeye başlama zamanıdır. Düşünme yoktur, ancak düşünceye geçme anıdır. Alâkalı olduğu şeylerle fikren irtibat kurmaya başlama zamanıdır. Tasavvur etmek sorumluluk getirmez.

3- Tefekkür-Taakkul: Meylin bu mertebesinde de sorumluluk yoktur. Burası, aklın önüne gelen meseleyi, artısıyla eksisiyle düşünme halidir. Enine boyuna zihnî bir tartışmadır. Kabul ve benimseme değildir. Araştırma var, kabul etme yoktur. Tarafsız şekilde düşünme hâlidir.

4- Tasdik: Bir şeyi benimsemek, onaylamaktır. Bir delile dayanıp dayanmaması önemli değildir, önemli olan kesin kabul etmiş olmasıdır. Kabul ettiği şey yanlış da olabilir. Neticede kesin kabul olduğu için burada sorumluluk başlamıştır. Her tasdikin neticesinde, tasdik eden için sorumluluk vardır. Çünkü tasdikte kalbin itminanı ve kesin kabulü vardır.

Bilmeden tasdik mümkün olduğu gibi, kesin bildiği halde tasdik etmemek ve onaylamamak mümkündür. Mekke müşrikleri Peygamber Efendimizin (asm) doğruluğunu kesin olarak biliyorlardı, ancak peygamber olarak kabul etmiyorlardı.

5- İz’an: Bir şeyin mahiyetini iyi anlayıp kesin olarak kabul etmektir. Aklı etkileyerek kesin kabuldür. Vicdanen tatmin olarak benimsemektir.

6- İltizam: Hakka taraftarlık ve teslim olmaktır. Boyun eğmektir. Taraftarlığın sebepleri farklı olabilir. Her taraftarlık tasdik etme anlamına da gelmez. Onun için iltizamın tasdik ile birlikte olması inanç açısından önemlidir.

7- İtikad-iman: Bir şeyi kesin olarak kabul edip benimsemektir. Eşya ile san'atkârı arasındaki bağları bulup kesin olarak kabul etmektir. Duygu ve hisleri de etkisi altına alarak benimsemektir. Bu şekilde tahkîke dayalı olarak elde edilen iman, karşısına dikilen hadise ne kadar büyük olursa olsun, hiçbir şekilde sarsılmaz. “Hakiki imanı elde eden adam, kâinata meydan okuyabilir.” Kendisini ve içinde yaşadığı kâinatı doğru okur, belâ ve musibetin içinde bile olsa, gönlü huzur ile doludur. İman ile Kâinat Sultanına bağlanan insan, dünyanın en mutlu ve en güçlü insanıdır.

İrade terbiyesi

İradeyi eğitmek mümkün müdür? Evet, irade terbiyesi mümkündür. Bütün peygamberler ve kitaplar irade terbiyesine yönelik çalışmışlardır. Asr-ı Saadet’e bakıldığı zaman bu yolda harika başarıların elde edildiği de görülmektedir.

İrade terbiyesinde, iradenin önüne önemli ve büyük hedeflerin konulması önemlidir. İradeyi de bütün hisleri ile o hedefe kilitlemek gerekmektedir. Ruhta etkileyici sebepler ortaya çıkarılabilirse, harika neticeler elde edilecektir.

İrade terbiyesinde, daldan dala atlamamak önem taşımaktadır. Bir meseleyi çözüme kavuşturmadan diğer bir meseleye yönelmek, fikri dağıtır, iradeyi zayıflatır. Meseleleri çözüme kavuştururken, teker teker çözüme kavuşturmak, birini çözdükten sonra diğerine yönelmek kişiyi başarıya götürecektir. Bu, merdivenin basamaklarını teker teker çıkmak gibidir. İkişer üçer çıkmaya kalkılırsa, düşme veya çıkamama riski vardır. Her şeyi aynı anda çözmeye çalışanın hiçbir şeyi çözememesi bundandır.

Yeknesak, tekdüze bir hayat yaşamaktan kaçınmak, irade için önemlidir. Canlı ve cazip hedeflerin arkasından koşmak, iradeyi canlı tutacaktır.

Kişi kendisini iyi tanımalı ve yapabileceği hedeflerin arkasından gitmelidir. Bu, iradeyi başarılı kılacaktır.

Hedefe ümit ve şevk ile koşmak da iradeyi başarılı kılacaktır. Ümit ve şevkini yitiren her şeyini yitirmiştir. Ondan, başarılı bir iradî hareket beklenemez.

Grup içinde çalışanlar, kendini grubun diğer fertlerinden üstün görmekten kaçınmalıdırlar. Her ferdin, grubun en etkili elemanı olduğu kabul edilirse, o gruptan büyük başarılar ortaya çıkacaktır. İnsanların en hayırlısı insanlara en faydalı olandır.

Başkalarının tembelliği bize özür teşkil etmemelidir. “O yapmıyor, öyleyse ben de yapmayayım, benden başka çalışacak yok mu?” diye düşünmek, iradeyi zayıflatır, başarıyı kırar. “Bunu mutlaka benim yapmam gerekir” diye düşünürse, gayret gösterecek ve iradesini başarıya ulaştıracaktır.

Kendi vazifesini yapıp, Allah’ın vazifesine karışmamak da önemli bir irâdî disiplindir. İnsanın, kendini idare etmesi çok önemlidir. Çoğunlukla kendini idareden aciz olan insanın kâinatın idaresini beğenmeyip kendince idare etmeye kalkışması yanlıştır. “İnsan için çalıştığından başkası yoktur.” İnsanın duâ ederek, acizliğini ve kulluğunu göstermesi önemli bir irade terbiyesidir.

Ali Sarıkaya

16.02.2008


Konya’da nurlu günler

Gez dünyayı, gör Konya’yı demişler. Biz dünyayı gezmedik ama bir gurup arkadaşla Konya’yı gördük, Konya’nın karlı kış günlerinde ve gecelerinde birlikte Risâle-i Nur okuduk, müzakereler yaptık. Konyalı ağabeylerin cömertlikleri, sıcaklıkları, hizmet aşkı, engin bilgileri gözümüzü, gönlümüzü, kalbimizi doyurdu. Allah cümlesinden razı olsun.

Üstad Hazretlerinin; “Zaman âhir zamandır, gittikçe daha fenalaşacak” diyen kendi çağının insanlarına, “Neden dünya herkese terakkî dünyası olsun da, yalnız bizim için tedenni dünyası olsun? Öyle mi? İşte, ben de sizinle konuşmayacağım. Şu tarafa dönüyorum; müstakbeldeki insanlarla konuşacağım: Ey üç yüz seneden sonraki yüksek asrın arkasında gizlenmiş ve sâkitâne Nurun sözünü dinleyen ve bir nazar-ı hafî-i gaybî ile bizi temâşâ eden Said’ler, Hamza’lar, Ömer’ler, Osman’lar, Tâhir’ler, Yûsuf’lar, Ahmed’ler, ve sâireler! Sizlere hitap ediyorum. Başlarınızı kaldırınız, ‘Sadakte’ deyiniz. Ve böyle demek sizlere borç olsun. Şu muasırlarım, varsın beni dinlemesinler. Tarih denilen mazi derelerinden sizin yüksek istikbalinize uzanan telsiz telgrafla sizinle konuşuyorum. Ne yapayım, acele ettim, kışta geldim; sizler cennet-asa bir baharda geleceksiniz. Şimdi ekilen nur tohumları, zemininizde çiçek açacaktır. Biz, hizmetimizin ücreti olarak sizden şunu bekliyoruz ki: Mazi kıt’asına geçmek için geldiğiniz vakit, mezarımıza uğrayınız; o bahar hediyelerinden birkaç tanesini medresemin mezartaşı denilen ve kemiklerimizi misafir eden ve Horhor toprağının kapıcısı olan kalenin başına takınız. Kapıcıya tenbih edeceğiz; bizi çağırınız. Mezarımızdan henîen leküm sadâsını işiteceksiniz”1 diye hitap buyurduğu nesil bu nesil olsa gerek. Üç yüz seneden sonraki yüksek asrın gençlerinden; Fatihler, Fikretler, Ahmetler, Onur, Barış, Abdullah, Said Ali, Mustafa Ali, Nurullah, Sadullah, Mehmet, Şükür, Çelebi, Hayrettin, Ayhan, Ömer Kâzım kardeşlerle beraber Nurun sözünü dinledik, gaybî bir nazarla Hazret-i Üstad’ı temaşa ettik. Hepsinin ve nice nurlu mekânlarda okuma programları yapan bütün nurlu gençlerin Hazret-i Üstad’ın duâlarına mazhar olmalarını Cenâb-ı Feyyaz-ı Mutlak’tan niyaz ediyorum. Bu zamanın gençleri istikbalin fütuhâtını içlerinde, ruhlarında, kalplerinde barındırıyor. Bu gençlere ne kadar masraf edilse azdır, ne kadar değer verilse yetersizdir. Allah yollarını açık etsin. Âmin. Hepsine duâcıyız.

Üstad Hazretleri bu nesil ile ilgili olarak çok yerde ümit ve müjde kesiliyor. Dest-i teşvik ile duâlar ediyor. Vazifeler veriyor, emirler yağdırıyor. Çünkü Üstad Hazretleri, üç yüz seneden sonrası ile yani bin dört yüzlü yıllar ile yani içinde yaşadığımız zaman dilimi ile çok ilgili. Çünkü Üstad Hazretleri üç yüz seneden sonraki yüksek asrın müceddidi, mehdîsi, rehberi, kılavuzu.

Konya’da sıcak bir dost nefesi hissettik. Uhuvvetli ve ihlâslı kardeşler, kaldıkları dershaneyi eksiksiz hazırlamışlar. Kendileri de Konya/Ereğli’ye programa gittiler. Said, Recep, Mahir, Nihad, İbrahim, Ahmet, Cafer ve Halil Ağabeylerle sürekli temasta bulunduk, o kıymetli vakitlerinden koparıp aldıkları zaman dilimlerinde hep bizimle birlikte oldular. Mahir ağabeyin karlı gecelerde evinde ikram ettiği arabaşı yemeği ve Konya etli ekmeği hafızalarımızdan silinmeyecek. Nihad Ağabeyin dostluk çerezleri, Halil Ağabeyin Hazret-i Mevlânâ rehberliği ve birbirinden değerli seminerleri zihinlerimize elmas harflerle nakşoldu. Said Ağabeyin yaklaşık kırk yıllık hatıraları ve hizmet projeleri ile dolu sohbeti, İbrahim Beyin Risâle-i Nur ve felsefe başlıklı semineri, Cafer Beyin Risâle-i Nur ve Kelâm konulu semineri, Ahmet Beyin Tevhid konulu semineri, Halil Ağabeyin Risâle-i Nur ve Gençlik ile Risâle-i Nur’u Okuma konulu seminerleri şuur dünyamıza altın harflerle işlendi. Osman Ağabey Üstad’ı canlı hatıralarla anlattı. Hepsinden Allah razı olsun. Bu arada, rahatsız olduklarını duyduğumuz Mahir İyidöner ile Said Gecegezen Ağabeylere Allah’tan şifalar diliyoruz.

İller arası böyle okuma programı mübadelelerinin çok faydası var. O ili tanıyorsunuz, o ildeki çok muhterem hizmet erbabı ile tanışma imkânı buluyorsunuz. Şevk alıyorsunuz, feyiz alıyorsunuz, vizyon alıyorsunuz, ufkunuz genişliyor; aynı zamanda tatil ve dinlenme ihtiyacı da kendiliğinden karşılanmış oluyor. Geçtiğimiz yıl Bursa’daydık. Bu yıl yine bir grup liseli öğrencimizin Bursa’ya gittiği, kezâ Mersinli kız ve erkek öğrencilerin ayrı ayrı tarihlerde Bursa’ya gittiği, Konyalı kız öğrencilerin Anamur’a gittiği, Konyalı erkek öğrencilerin Ereğli’ye gittiği sadece ilk bakışta benim gördüklerim.

Gençlerin okumalarında emeği geçen herkesi tebrik ediyor, Allah’ın lütfunun, selâmının, rahmetinin, nusret, inayet ve bereketinin üzerlerine yağmasını niyaz ediyorum.

Yazımı bir arkadaşımızın duâsıyla noktalamak istiyorum:

“Allah’ım! Beni, ailemi, arkadaşlarımı, Risâle-i Nur’da emeği geçmiş ağabey ve kardeşlerimi ve bütün imanlı kardeşlerimi ahirette Cennetine mazhar eyle. Âmin.”

Dipnotlar:

1- Münâzarât, 87

Süleyman Kösmene

16.02.2008


BİR KISSA, BİN HİSSE

İmam Şafiî Hazretleri anlatıyor:

Eski zamanda pek şişman bir kral vardı. Kral zeki hekimlerinden birinden kendisini zayıflatacak bir ilaç istedi.

Hekim, kralı muayene ettikten sonra dedi ki:

“Geçmiş olsun padişahım! Sizin bir aylık ömrünüz kalmış! İlacın size bir faydası olmaz! Boşuna kendinizi yormayın!”

Kral kızdı, köpürdü, hekimi huzurundan kovdu. Kovmakla yetinmedi, bu hekimden memlekete fayda gelmez dedi, hapsettirdi.

Ardından kendisi de üzüntüsünden saraya kapandı ve kendini halktan gizledi. Artık bir daha yemedi, içmedi, uyumadı; bir aylık süre yaklaştıkça üzüntüsünden kahru perişan oldu.

Nihayet bir aylık süre bitmişti. Kral ölmemiş, fakat zayıflığından bir deri bir kemik kalmıştı.

Hapiste bulunan hekimi çağırdı ve dedi ki:

“Yalanın ortaya çıktı. İşte ben ölmedim. Bu yalanından dolayı seni affetmeyeceğim.”

Hekim:

“Padişahım!” dedi, “Sen benden ilaç istemiştin. Ben de sana ilaç verdim. Keder ve üzüntü ilacı! O da sana iyi gelmiş! Senin şişmanlığının ilacı keder ve üzüntü imiş. Nitekim zayıflamışsın. Şifa bulmuşsun.”

Bunun üzerine Kral öyle sevindi ki:

“Bu tedbirin ve ilacın için sana ihsanlarda bulunacağım!” dedi ve hekimi iyilik ve ihsanlara boğdu.

İmam-ı Şafii derdi ki:

“Her zaman yanında dininden bilgi verecek bir âlimin ve bedeninden bilgi verecek bir doktorun bulunsun!”

Süleyman KÖSMENE

16.02.2008

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

 

 Son Dakika Haberleri