Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 15 Şubat 2008

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 

Enstitü

Mutlak gerçeklik yolunda: Bilim ve Din - 2

Elimizdeki kitabın yüzey seviyesinde katı maddenin gerçek bir fizik vücudu vardır; katı ve kesin olarak maddî varlığı sürer. Ancak maddenin iç-alt seviyesinde fızikçiler maddî gerçekliği bulamamakta, bunun yerine içeride sadece alanlar ve dalgalar tesbit edilmekte, yani “hiçbir şey” bulunmaktaydı. Madde, özünde hiçbir şey ise madde yok muydu, biz hayal mi görüyorduk?

Gerçekte “yokluk” yoktu yani fizik dışı da olsa vücut vardı; sadece görmek için hangi seviyede baktığımız, tabiatı hangi seviyede ve boyutta incelediğimiz önemliydi. Çünkü bir boyutta varlığı olmayan bir vücut diğer bir boyutta beliriyordu.

Heisenberg’in keşifleriyle birlikte madde içine doğru seyahatler devam etti. İçerde değişik alanlar keşfedilip tanımlanınca alanların kendilerinin bir tabanı, en temel yönü, en az hareketlilik (excitation) seviyesi, ihtisas alanı veya boşluk durumu ortaya çıkıyordu. Buradan alanların ana özünün görülmez, geçişken (transitional) temeli, esası anlaşılmaya başlanmıştı. Bu elektromanyetik “en az hareketlilik durumlu alan”, atom altı parçacıkların yani maddî vücudun bittiği yerde başlıyordu. Bir başka tabirle varlığın vücudu hareketlilik-tahrik (excitation) ile açıklanıyordu. Bir elektron titreşimler dalgalanmalar veya alttaki alanların hareketliliği şeklinde var olabiliyordu. Araştırmalar gösterdi ki elektronun varlığı değişik hareket seviye ve(ya) durumunda bulunabiliyor; çok aktif veya sakin olabiliyordu. Elektronun yaşayabileceği vücut âlemde bulunabileceği değişik hareketlilik durumlarına kesin bir alt limit-sınır yoktu. Elektron belli bir noktanın altında iyice sakinleştiğinde vücudunu tamamen kaybediveriyor, yani elektromanyetik/enerji alandan da sıyrılıp yok oluyordu. Hareketin sıfır olduğu noktada vücut sıfır oluyordu. En az hareketlilik durumu, elektronun bir parçacık etkisi oluşturabilmesi için yetersiz bir dalgalanmadan ibaretti.

Elektronun düştüğü yokluk-boşluk durumu (vacuum state) tamamen boşluk ama aynı zamanda tamamen doluluk durumudur. Bu alan içinde hiçbir şey tesbit edilemediği halde, parçacıkların vücut kaynağı, tabiatın inşaat bloklarının başlangıç noktası olarak gözükmektedir. Bu sonsuz potansiyel alanı olan eşyanın kaynağı, kendi içinde fiziki “gerçek” taşımamaktadır. Bu boşluk durumu fizikçi Sudarshan tarafından “geçirgen (transitionel), gizli (unmanifested), her yere nafiz, kâinattaki bütün düzlemlerin aktifliklerinin besleyicisi, uzaya ve zamana ait almayan, değişmez, mutlak mükemmelliğin kaynağı, tesadüf ve düzensizlik seviyesi sıfır olan kuantum alan” şeklinde tanımlanmaktadır.

Modern bilim geldiği bu noktada acı bir itirafla “bu boşluğun her nasılsa-somehow nasıl ve neden olmuşsa, “doluluk ve sonsuz potansiyel alan” olduğu sonucuna varmıştır.

Bilimin ulaştığı bu noktada “nedensellik” artık geçerliliğini yitirmiştir. Tabiatta gözlemlenen sebep-sonuç ilişkisi düşüncesinin yerini, bu ilişkiyi düzenleyenin “tabiat arkasında ve tabiatın boyutlarının (zaman-mekân) dışında olan bir alan olduğu” düşüncesi almıştır. Ancak bilim bu alanın vücudunu da “her nasılsa var olan” şeklindeki bir bilinmezliğe terk ederek göz ardı etmekten başka bir çözüm bulamamıştır. Artık “nedensellik” bilimsel yaklaşımın temeli olmaktan çıkmıştır.

Tevhid ve nedensellik

Bilimin gelişimine paralel olarak sürekli değişen bilimselliğe dayalı felsefelerin hâlâ devam eden çelişkileri ve tıkanıklıkları, 14 asır önce insanlığa İslâmla sunulan tevhid anlayışıyla tamamen çözümlenmiştir.

İslâm uleması tarafından ayrıntıda farklılıkları olan muhtelif kozmolojiler oluşturulmuş olmakla birlikte, günümüz biliminin deneyleriyle de uyuşan en çarpıcı İslâmî tanımlamalar ve çerçevelemelerin Bediüzzaman tarafından yapıldığı görülmektedir. Bediüzzaman’a göre hadisatın vücut ve işleyişi iki sebep türü kapsamında incelenmelidir. Birincisi zahiri (görünürde) sebepler, diğeri hakikî sebeplerdir. Görünürde sebepler tabiat kanunları çerçevesinde nedensellik olarak açıklanan A’nın B’ye yol açtığı zannıdır ki bunun aslı, “iktiran” yani biraradalıktır. A’dan sonra B’nin gelişi, konulan kanunların gerektirdiği “bir arada” oluşun sonucudur, hakikî sebep değildir. Hakiki sebep ise eşyanın bütün boyutlarına hakim olan Kudret-i İlâhiyedir. Zahiri sebebin hakiki sebep sanılması bir illiyet atfı sapmasının sonucudur. Farklı boyutta bir elin tuttuğu tabancanın tetiği çekilerek bir insan öldürülmüş olsun. Tabancayı tutan eli görmeyen kişiye göre adamı tabancanın kendisi, kendi kendine öldürmüştür. Gizli eli gören kişi irade ve kudretin o ele ait olduğunu düşünür. Bu örnekte illiyetin-gerçek sebebin başka bir unsura verilmesi, olaya müdahil olan bütün boyutların kavranamamasından kaynaklanmıştır.

Nedensellik şöyle bir mantıktan doğar. Sadece cismaniyet boyutunda kalan gözlem veya deney sonuçlarına göre A faktör gurubu varken B faktör gurubu oluşmakta; A faktör gurubu yokken B faktör gurubu oluşmamaktadır. Bu durumda iki faktör gurubu birbirinin sebebi gibi görülmektedir. Oysa üçüncü bir durum vardır ki bu da A faktör gurubu varken B faktör gurubunun var olmamasıdır. İşte modern bilim bu duruma dair örneklerle karşılaşmamakta, karşılaştığı birkaç misali ise metafiziğe iterek yok saymaktadır. Bazı Yogilerin tabiat kanunlarının gereği olan zahiri sebepler yokken bedenleriyle doğrudan uçuş yapabilmeleri, bazılarının maddî bir koruyucu olmadan yanan ateş üzerinde etkilenmeden dans edebilmeleri, bazı tarikatlarda vücutlarına şiş batıranların acıma, kanama gibi tabiat prensiplerine paralel bir sonuçla karşılaşmamaları, velilerin bir anda bir çok yerde bulunabilmeleri, Hz. Peygamberin (asm) mübarek parmağının işaretiyle Ay’ın ortadan ikiye ayrılması, sevgili Resulün (asm) on parmağından bir orduyu doyuracak şekilde suların akması, bakışlarıyla bazı kişilerin cisimleri uzaktan hareket ettirebilmeleri, parmaklarla okumanın, ayak topuklarıyla koklamanın yaşanılan ve belgelenen gerçekler olması üçüncü duruma dair örneklerdir ki, nedenselliğin reddi anlamına gelecek bu üçüncü durum ısrarla bilimin dışına itilmiştir.

Bediüzzaman bir faktör vücudun sebep olabilmesi için gereken kudret, ilim gibi vasıflardan sadece birisinin irade olduğunu vurgular. Zati iradesi olmayan varlık hiçbir şeyin hakîkî sebebi olamaz. Zahiri sebepler incelendiğinde bilinçsiz varlıkların hiçbirinde zatî ilim vasfı olmadığı gibi irade vasfı da olmadığı görülür. Ancak mahlûk varlıklar iradeli-iradesiz olmak üzere iki sınıfta yaratılmış, iradeli olan varlıkların ilim, kudret ve irade gibi vasıfları ise son derece sınırlandırılmıştır. İnsan irade sahibi olanlara bir örnektir, taşın ise iradesi yoktur.

Zahiri sebep irade sahibi olursa - mutlak kudret ve ilim zatî olarak kendisine ait olmadığından zahiren meydana getirdiği sonucun sadece tercihi yetkisi eline verilmiştir. Sonucun vücudu ise tamamen aslî sebebe aittir. Meselâ taş yerinden kalkıp bir ağaca tırmanmayı irade edemez. Buna kudreti de yoktur. İnsan ise kollarını kaldırmayı irade edebilir. Ancak bunu yapacak kudret kendisine ait değildir. Beyin ve sinir sisteminde kurulu bir mekanizma yoluyla insanın zatî bilgisi, kontrolü ve kudreti haricinde doğrudan hakîkî kudretin dahli ve iradesinin uyuşmasıyla bu hareket gerçekleşir. Ancak insanın iradesi de sınırlandırılmıştır. İnsan bir ağaç olmayı irade edemez; çünkü bu hakikî kudretin iradesiyle uyuşmaz. Ancak hakikî kudret böyle bir iradeyi kabul edip ilim ve kudretiyle takdir etseydi insan ağaç ta olabilirdi.

Zahirî sebebin iradesiz olması durumunda ise “tercih ve sonuç” her ikisi tamamen aslî sebebin yani Yaratıcının elindedir; sonuç onun yaratmasıyla gerçekleşir. Bu anlamda bir ağaç iradesiz olduğu halde iradeli insanın asla yapamayacağı harikalıkta işler yapar. Dünyanın Güneşin etrafında dönüşünü irade eden Yaratıcı olduğu gibi bunu gerçekleştiren de O’dur. Ancak bütün bunları koyduğu vücutsuz, itibarî, O’na göre değişebilir, bize göre, onun tarafından tesbit edildiklerinden mutlak olan kanunları çerçevesinde yaptığı için “Mutlak İrade” bizim nazarımızdan gizlenmektedir. Mutlak İradeyi kavramakta güçlük çekmemizin sebebi iradenin her şeyi, takdir ettiği sabit bir düzenlilikte kuşatması ve acze hiç düşmemesidir. Çünkü her şey zıddıyla bilinir. İnsan zihnî sınıflandırmalar ve karşılaştırmalar sayesinde kavrar. Bir şey diğerlerine göre sınıflandırılamıyor ve karşılaştırılamıyorsa var oldugu halde vücudu asla fark edilemez. Günlük zamanı fark edebilmemiz için gece ve gündüz yaratılmıştır. Daha küçük zaman birimlerinin fark edilebilmesi için insanlar aslî vücudu olmayan itibari zaman ölçü birimleri oluşturmuşlardır. İlim, Kudret gibi Yaratıcının diger isim ve sıfatları mutlak olduğu için yani meselâ Dünyayı döndüremediği hiçbir gün olmadığı, denizleri yanlışlıkla dağların üzerine salmadığı için sathî bakış varlığa nüfuz etmiş olan bu isim ve sıfatları varlığın zatından zannettirmektedir. Yağmurun düzensiz yağması bile “tabiîdir, olağandır” şeklindeki düşünceyi nasıl da sarsabiliyor...

Bediüzzaman’a göre eşya, mülk ve melekût cihetlerinden oluşturulmuştur. Mülk ciheti bilimin de üzerinde odaklandığı zaman/mekân boyutlu fıziksel vücut dünyasıdır. Melekût ciheti ise zaman-mekân dışı, mekânın vasıflarından bağımsız, tam nuranî, ruhanî, soyut vücutların bulunduğu âlemdir. Melekût ta mülk kadar âlemdir yani yaratılmış, sonradan var edilmiştir. Vücudunun varlığı mülkî âlem gibi bir başka vücudun varlığı ile kaim olabilmektedir. Mülki-fizikî vücut melekütî-ruhanî âlemden yansımalar sıçramalar şeklinde tezahür eder. Bu vücudun, dolaylı vücut kaynağı melekûttur. melekûtun doğrudan vücut kaynağı ise Kâinatın Nur-ul Envar olan Yaratıcısıdır.

Bediüzzaman’ın buraya kadar getirdiği Kur’ânî çerçevenin kuantum fiziğinin tesbitleriyle örtüşmesi hemen dikkat çekmektedir. Ancak bu noktadan sonra ne söylenebilecektir?

Kuantum fıziğinin uzay ve zaman dışı dediği mutlak ilim, kudret ve bilincin mevcut olduğu uzay âlemin özündeki boşluk/yokluk durumu (Vacuum State) üzerinde yapılabilecek tek şey, tahminler yürütmektir. Bilim bu vücudun her nasılsa var olduğunu söyler. Transandantal Meditasyon tekniğinin sahibi Maharishi bu alanın Yaratıcının kendisi olduğunu söyler. İnsanların yaptığı her yorum kapalı gözle file dokunan kişilerin filin muhtelif uzuvlarına ilişkin tanımlamalarına benzer.

Bu sorun Risâle-i Nur’da işlenirken “Kudret-i İlâhiyenin eşyaya taalluku -ilgisi ve temasının eşyanın melekûtiyeti vasıtasıyla olduğu” vurgulanır. (Bkz. Mektubât, Hakikat Çekirdekleri) Yaratıcı ilim, irade, kudret, gayra benzememe, zatıyla kaim olma... gibi zatî vasıflarının ötesinde Şafi, Rezzak, Müzeyyin, Cemil, Muhyi gibi isim ve ünvanlara sahip olan mutlak varlıktır. Bu mutlak varlık ile yarattıkları arasındaki taallukun kavranmasını kolaylaştırmak için Güneşle Dünya arasındaki ilişki örnek olarak kullanılır. Dünya Güneşten çok uzak mesafede olduğu halde Güneş nuraniyeti vasıtasıyla ışığı ve manyetik etkisiyle Dünyanın her noktasına nüfuz ve tesir edebilir. Güneşin şuurlu olduğunu; ışığı, radyasyonu gibi zatî unsurlarını kontrol edebildiğini varsayalım. Ayrıntıya girmiyoruz; tıpkı farklı tonların komprime edildiği Güneş ışığı gibi, Mutlak Şuur sahibi olan Kâinatın Yaratıcısının bin bir ismi vücut verdiği âlemin melekûtundan yansır. Melekût bir ayine gibidir. Gökyüzüne baktığımızda gördüğümüz Güneşle, bir köşeye koyduğumuz ayinede yansıyan Güneş vasıf olarak birbirinin aynıdır. Ayinenin kabiliyetine göre Güneşten daha fazla veya daha az ışık toplanıp yansıtılabilir. Örneğimizdeki ayine Bediüzzaman’ın bahsini ettiği melekût âlemi, kuantum fıziğinin sözünü ettiği “vacuum state” dir. Ayinede Güneşin veya ışığının zatî vücudu yoktur. Ayineden yansıyan fizik vücutlu ışık temas ettiği vücudu ısıtır yanı sonuç meydana getirir. Oysa ayineden yansıyan ışığın zahiri kaynağı ayine olduğu halde, yani ışık ayineden çıkıyor gibi görüldüğü halde ayinenin içinde ışığın fizik vücudu yoktur ancak itibarî imajiner vücudu vardır. Tıpkı madde ötesinin boşluk durumunun harika vücudun kaynağı olması ancak içerisinde hiçbir şey olmaması gibi... Dikkat edilirse modern bilim Maharishi’nin yaptığı gibi maddenin arkasındaki “boşluk durumunu” tıpkı İslâmın Allah tanımlamasına paralel vasıflarda tasvir etmekte, ancak ayinedeki Güneş ile hakikî Güneş arasındaki ayırımı yapamamaktadır. Zaten bunu insanlar kendi akıllarıyla yapamazlar. Kendisini perdeler ve zahiri sebepler arkasında gizleyen, ancak varlığını yarattığı sistemlerdeki korkunç harikalıklarla ilân eden Yaratıcı bizi var ettiği düzlemde kavrayabilmemiz imkânsız olan zatını bize elçileri vasıtasıyla bildirmiştir.

Bediüzzaman zerrelerin vücuda çıkışlarını Kudret-i İlâhiyenin sevki ve esmasını eşyanın melekûtuna tahşidiyle ortaya çıkan bir ihtizaz olarak tanımlar. (bkz. 30. Söz, İkinci Maksat) Vücut “boşluk durumu” ya da zaman-mekân dışından yani melekûti âlemden O’nun esmasının parıltısı olarak yansır. Onun isim ve sıfatları arasındaki İlim, İrade, Rezzak, Şafi, Kayyum ve diğer anlamlar varlık üzerinde okunabilir hâle gelir; buradan hareketle İlim, İrade, Şifa, Rızık gibi hususiyetlerin bizzat eşyanın kendisinde var olduğu sanılır. Yani zahirî olan hakikî gibi algılanır. Oysa zahirî ile hakikî arasındaki ayırımı yapabilmek için cismin akılsız şuursuz, basit, bırakıldığında rastgele hareket eden bir karakter taşıdığını görmek yeterli olabilmeliydi. Bir tabancanın yerinden kalkarak bir insana doğrulup tetiği çekmesi akıllara sığmıyor da, bir milyar galaksinin uzayda kendi kendilerine dans edişleri bilimselliğe nasıl sığıyor?

İslâmî bakış açısı

Tabiatta gözlemlenen zahirî sebep-sonuç ilişkininin esasının “iktiran”-bir aradalık olduğunu kavrayan bir mü’min hadisata nasıl bir gözlükle bakacaktır?

Zahirî sebeplerin gerçek sebepler olmadıklarının anlaşılmasının kayıtsız bir teslimiyete yol açacağı sanılmamalıdır. Esasen Yaratıcı dünyada da, zahirî sebeplere gerek duymaksızın “uhrevî âlemde olacağı gibi” hikmetini geri plana alarak doğrudan Kudretin tecellisiyle “yoktan yarattığı” görünür kılabilirdi.

Bilindîği gibi İslâmî literatür yüce Yaratıcının “inşa ve ibda” suretinde iki tür yaratma biçimi olduğunu vurgular.(Bkz. Bediüzzaman, 23. ve 26. Lem’a) İnşa tipi yaratmada mevcut varlıklara yeni örgülenmelerle farklı vücutlar vermek söz konusu iken ibda suretinde yaratmada varlıklara “hiç yoktan” vücut giydirilmektedir. Yaratıcı ibdayı maddenin özüne gizlemiş, inşayı ise dışında yansıtmıştır. Cisim ötesi vücutlar ise tanımından da anlaşılacağı üzere ibda suretinde bir yaratmanın sonucudurlar. Yüzeysel ve cismanî nazar varlığın inşa suretinde yaratıldığını düşündürür ve gösterirken kuantum mekaniği maddenin madde dışı bir boyuttan -maddî boyuta göre yokluk âleminden sıçrayarak vücuda geldiğini yani yaratılışın özde ibda sûretinde-yoktan olduğunu tesbit eder.

Yaratıcı takdir etse idi insanlar yalın kaldığında ruhlarının yapabildiği gibi -vücudun yoktan var edildiğini kavrayabilirlerdi. Ancak Yaratıcı dünya âleminin “imtihan platformu” olmasını takdir etmiş, bu platformda sayısız esrarı pek çok hikmetlerle gizlemiştir.

İnsan hareket halinde aralıksız inkişaf eden bir mahlûktur. Hem insanın zatî fıtratı hem de bu varlığın içerisine gönderildiği mekân böyle bir inkişafa insanın iradî tercihiyle imkân tanıyacak şekilde var edilmeliydi. Maddî veya mânevî zenginliğin şahsa değer ve ehemmiyet kazandırması ancak şahsın bu değerlere kavuşmak için çırpınmasıyla söz konusudur. Alın teriyle kazanılmayan zenginlik, ilim gibi bütün değerler ne bunlara sahip olanlar tarafından ne de diğerleri tarafından saygı ve önem ithamının gerçek kaynağı olamaz. Oysa yüce Yaratıcı koca kâinatı bir tarafa ama en çok sevdiği mahlûku, insanı bir başka tarafa koymakta; küçücük insan hayalin kavrayamadığı cismanî kâinatı bile aşarak doğrudan Yaratıcısının şefkatine ulaşabilmektedir.

Şu halde insan sürekli öğrenebilmelidir. Bunun için fıtratında ve kâinattaki bilinmezlikler yaratılmalıdır. İnsan düzenli bir şekilde çalışmalı, çalışmanın sonucunun ecrini görebilmelidir. Bunun için zahirî bir sebep sonuç ilişkisi gereklidir. İnsanın kendisine verilene liyakati için istemesi gerekir. Atıl bir şekilde oturarak istemekle verilene liyakat kespedilemez. Zahirî sebeplerin ihdas edilmesi fiilî duâ istemek anlamında bir çırpınışı zorunlu kılar. Hayatın durağanlığının önüne geçilmesi, bir çırpıda geçecek dünya hayatının heyecanlı meşguliyetlerle dolu olması insan için bir saadet kaynağıdır da...

Mü’min zahiri sebepleri reddetmez. Ancak Yaratıcının esbabın arkasındaki hakikî sebep olduğunu görür, ilim vasıtasıyla “harfi mânâyı” yakalamaya çalışır. Madde üzerindeki Bediüzzaman’ın tabirince “eser-i itkan-ı san’at” san’attaki var edicisini kabule zorlayacak harika örgülenmeler-pürüzsüzlükler keşfedildikçe tarifsiz bir heyecan kaynağı olurlar. Mü’minler sebeplere bütün güçleriyle sarılırlar ancak sonucu hiçbir zaman sebeplerden beklemezler. Sonucun Yaratıcının küllî iradesinin kendi cüz’î iradelerinin kabulüyle gerçekleştiğini bildiklerinden istediklerini verene büyük bir sevgi ile bağlanırlar. Ağacın dalından uzatılan bir meyvenin arkasında harfi mânâ Yaratıcının rahmet elini gösterir. Sofra üzerindeki çeşitli nimetler, harika harmonik ses veya görüntüler Kâinat Hakimi ve Sultanı’nın küçücük kuluna özel birer ikramı olduklarını haykırmaya başlarlar. Mü’min bu gerçeği gördüğünde, varlığın kaynağına kavuşmak isteyen ruhu küçülüp onun nuruna sığınma, zerreleri O’nda yok olma arsuzu ile yanmaya başlar. Çünkü fanide yok oluş bakide var oluşa dönüşmektedir. Bu halin zirvesindeki mü’minin yakaladığı yücelik karşısında cennet dahi küçülmeye başlar. Mutlak gerçekliği tam olarak kavrayan mümin, içinde bulunduğu her eylem ve durumda, görünürde zahiri sebeplerle temas içerisindeyken gerçekte binlerce perde ötesinde ama şah damarından daha yakınında olan Yaratıcının huzurunda olduğunun bilincindedir.

Çatırdayan nedensellik

Eşyanın hakikatini inceleyen en temel bilim fizik olmuştur. Fizik biliminin bulgularındaki değişim eşyanın açıklanmasına dönük felsefeleri de otomatik olarak değiştirmiştir.

Newton’un 1600’lerde ortaya koyduğu nedensellik anlayışının en önemli destekçisi olan “tabiat-atom modeli” genel kabul görmüş ve üç asır boyunca tabiatın katı, kütlesel, kesif, yer değiştirebilir karakterde temel inşaat bloklarının varlığına inanılmıştı. Ancak kuantum fıziğinin derinliklerdeki incelemelerinde atom altı parçacıkların gözden kayboluşu belgelendi. Bu yolda ilk adımı Werner Heisenberg tarafından atıldı. “Kesinsizlik-uncertainity” prensibiyle tanımladığı teorisinde bir parçacık yakalanmaya çalışıldığında pozisyonu belirleniyor sonra kaybediliyor, bir an momentumu ölçülebiliyor sonra belirsizleşiyordu. Kuantum mekaniği sonunda bu partiküllerin gerçek fizik vücutlarının olmadığını gördü. Newton’un bulgularının tam aksine eşyanın boş uzayda hareket eden katı parçacıklardan oluşmadığı anlaşıldı. Tesbitler araştırmacıları sonunda uzayın tamamen nabız gibi atan alanlardan oluştuğu fikrine götürdü. Şimdi kuantum mekaniği parçacıkları dalgalar veya ihtizaz paketleri şeklinde alt alanlardan yukarıya sıçramalar olarak tanımlamaktadır ki bu durum, Newton’un “katı madde” tanımlamasını yok etmiştir.

—SON—

15.02.2008

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

 

Bütün haberler

Başlıklar

  Mutlak gerçeklik yolunda: Bilim ve Din - 2


 Son Dakika Haberleri