|
|
ÂYET-İ KERİME MEÂLİ
Rablerinin emir ve yasaklarına karşı gelmekten sakınan kimseler için de, üst üste binâ edilmiş, altlarından ırmaklar akan köşkler vardır. Bu Allah'ın vaadidir. Allah ise vaadinden dönmez.
Zümer Sûresi: 20
|
15.02.2008
|
|
HADİS-İ ŞERİF MEÂLİ
Hacerü'l-Esved’i hayırlarınıza şahit tutun. Çünkü, Kıyâmet günü o şefaat edecek ve şefaati kabul edilecektir. Bir dili, iki dudağı olacak, kendisini selâmlayanların lehinde şâhitlik edecektir.
Câmiü's-Sağîr, c: 1, no: 619
|
15.02.2008
|
|
Ahlâk ve hayattaki zulmetli anarşilik
Hayat-ı içtimâiyeyi idâre eden en mühim esas olan hürmet ve merhamet gayet sarsılmış. Bazı yerlerde, gayet elîm ve biçare ihtiyarlar, peder ve valideler hakkında dehşetli neticeler veriyor.
Cenâb-ı Hakka şükür ki, Risâle-i Nur, bu müthiş tahribata karşı girdiği yerlerde mukavemet ediyor, tamir ediyor. Sedd-i Zülkarneynin tahribiyle Ye’cüc ve Me’cüclerin dünyayı fesada vermesi gibi, şeriat-ı Muhammediye (asm) olan sedd-i Kur’ânî’nin tezelzülüyle ve Ye’cüc ve Me’cüc’den daha müthiş olarak ahlâkta ve hayatta zulmetli bir anarşilik ve zulümlü bir dinsizlik fesada ve ifsada başlıyor.
Risâle-i Nur’un şakirtleri, böyle bir hadisede mânevî mücahedeleri, inşaallah zaman-ı Sahâbedeki gibi, az amelle, pek büyük sevap ve âmâl-i sâlihaya medar olur.
Aziz kardeşlerim,
İşte böyle bir zamanda, bu dehşetli hadisata karşı, ihlâs kuvvetinden sonra bizim en büyük kuvvetimiz, iştirâk-i âmâl-i uhrevî düsturuyla birbirimize kalemlerle, herbirinin âmâl-i saliha defterine hasenat yazdırdıkları gibi; lisanlarıyla, herbirinin takvâ kalesine ve siperine kuvvet ve imdat göndermektir. Ve bilhassa fırtınalı tehacüme hedef olan bu fakir ve aciz kardeşinize, bu mübarek şuhur-u selâsede ve eyyâm-ı meşhurede yardıma koşmak, sizin gibi kahraman ve vefadar ve şefkatkârların şe’nidir. Bütün ruhumla bu imdad-ı maneviyi sizden rica ediyorum. Ve ben dahi, iman ve sadakat şartıyla, Risâle-i Nur talebelerini bütün duâlarıma ve mânevî kazançlarıma, yirmi dört saatte, iştirak-i â’mâl-i uhreviye düsturuyla, bazan yüz defadan ziyade “Risâle-i Nur talebeleri” ünvanıyla hissedâr ediyorum.
Kastamonu Lâhikası, s. 111
Sedd-i Zülkarneyn: Zülkarneyn’in, Ye’cüc ve Me’cüc kavminden korunmak isteyenler için yaptırdığı çok büyük ve sağlam set, kale.
Ye’cüc ve Me’cüc: 1- Hadislerde kıyamete yakın zamanda çıkacağı belirtilen kısa boylu, çapulcu iki kavmin adları. 2- Kur’ân’da bahsi geçen, eski çağlarda Orta Asya’da yaşayan ve medeniyetleri saldırılarıyla taciz eden yağmacı ve talancı, acımasız iki vahşî güruh.
Lügatçe:
hayat-ı içtimâiye: Sosyal hayat.
şeriat-ı Muhammediye: Peygamberimizin şeriatı.
sedd-i Kur’ânî: Kur’ân’ın yıkılmaz seddi, kalesi.
tezelzül: Sarsıntı.
zulmetli: Karanlıklı.
anarşilik: 1- Kargaşa, karışıklık. 2- sos. Her türlü düzen ve otoriteye karşı koyarak karışıklığı meydana getirme durumu. 3- Terör.
|
Bediüzzaman Said NURSÎ
15.02.2008
|
|
“Divan-ı Harb-i Örfî” üzerine düşünceler
İzmir’den Bilal Tunç Ağabeyimin çok titiz bir şekilde üzerinde çalışma yaptığı Üstad Bediüzzaman’ın “Divan-ı Harb-i Örfî” isimli risâlesinin çalışma metnini inceleme imkânı buldum. Bu gayreti, bizlere şevk verdiği gibi, bir çok yönüyle de tetkik etme azmini kamçıladı. Bu çalışmaya ilâve edecek bir şey bulamadığımdan sadece Bediüzzaman’ın bu eşsiz eseri üzerinde bazı tesbitlerde bulunmanın faydalı olacağı kanaatine vardım.
Bediüzzaman, 31 Mart hadisesi sebebiyle 1909 tarihinde kurulan askerî mahkemede, şimdiki İstanbul Üniversitesi’nin ana binasında, şeriat istediği gerekçesiyle idam talebiyle yargılanmış, burada dünya hukuk tarihine geçmesi gereken çok harika bir savunma yapmıştır. Bu sıkıyönetim mahkemesinde yapmış olduğu müdafaa, daha sonra “İki Mekteb-i Musibetin Şehadetnamesi yahut Divan-ı Harb-i Örfî” adıyla yayınlanmıştır.
Eserin ilk baskısı H. 1327 (M. 1909) yılında İstanbul’da İkbal-i Millet Matbaası’nda, ikinci baskısı ise H. 1328 (M. 1910) yılında Artin Asadoryan ve Mahdumları matbaasında yapılmıştır. Eserin yayıncısı ve önsöz yazarı, İçtihad Kütüphanesi sahibi olan Ahmed Ramiz’dir.
“Ahmed Ramiz, 1878 yılında Diyarbakır-Lice’de doğmuş; 1940’lı yıllarda Suriye’de ölmüştür. 1904 yılında, Mısır’daki El-Ezher Üniversitesi’nde okurken, bu ülkede aktif olan Jön Türkler’e katılmış ve Sultan Abdülhamid yönetimi aleyhtarı gösteriler içinde yer almıştır. Meşrûtiyetin ilân edilmesiyle İstanbul’a dönmüştür. 1940’lı yıllarda Suriye’de vefat etmiştir. Mezarı Şam’dadır.” (www.bgst.org)
Bediüzzaman, eserinin yayınlanmasından kırk altı sene sonra, bizzat kendi el yazısı ile yaptığı tashihlerde, Ahmet Ramiz’in önsözde geçen bazı tâbirlerini düzeltme cihetine gitmiştir. Şiirinden bir mısra nakledilen ve ismi geçen bir zâtın adını, tashihinde sadece baş harfiyle belirtmiştir. Ayrıca “defaatla nefyolunduğu” belirtilen memleketler arasında sayılan Erzurum vilâyetini herhalde yanlış bilgiye dayandırıldığı için yazının muhtevasından çıkarmıştır. Üstad ayrıca kendi eserinde de olan bazı tâbirleri tashih etmiş, bazı paragrafları da tamamen kaldırmıştır.
Bediüzzaman’ın veya başka bir müellifin; zamanın şartlarına göre kendi eserinde tashih yönünde tasarrufta bulunması, ekleme veya çıkartmalar yapması kadar makul bir hak olamaz. Ancak, şartlar göz önünde bulundurulmadan, Bediüzzaman’ın eski eserlerinden diye, yapılan tashihleri görmezden gelerek yayınlanan eserler bir sorumluluk ve vebal getirmektedir. Orijinal diye basılan eserin, en azından dipnotlarına, yapılan tashihlerinin de ilâve edilmesi gerekir. Bu görüşlerimizi dile getirirken, hiçbir müesseseyi tenkit etme gibi bir niyetimiz yoktur. Ancak bir durum tesbiti de yapmak zorundayız.
Yapılan bir diğer yanlış da; Bediüzzaman’ın kontrolünden geçen ve tashih etmediği tâbirlerin, kitabı neşre hazırlayanlar tarafından tashih edilmesidir. Bu tasarruf da bir hatadır. Her halükârda Üstadın taksimatına kanaat etmeliyiz.
Başa dönecek olursak Bilal Tunç Ağabeyimin eski ve yeni nüshaları karşılaştırarak yapmış olduğu çalışma, inşallah ileride başka çalışmalara da model teşkil edecektir. Ayrıca, yine bu çalışma gösteriyor ki; gerek Risâle-i Nur Külliyatı, gerekse Bediüzzaman’ın hayatı ile alâkalı araştırma ve incelemelerde daha çok uzun bir yolun başında bile değiliz.
|
Mehmet Selim MARDİN
15.02.2008
|
|
İktiran: Sebep-sonuç ilişkisi
Risâle-i Nurlar “tekniğe meydan okurcasına” yıllarca elle yazıldı ve çoğaltıldı. Refet Ağabey hizmette geçen yıllarını bize tatlı tatlı anlatırdı. Biz de o hatıraların izlerini risâlelerden sürerdik. Bu hizmette iki isim birlikte zikredilir: Refet Bey ve Hüsrev. Onların hizmeti takdirle ifade edilir. Barla Lâhikası’nda, “Risâle-i Nur’un Isparta’ya ne derece rahmet olduğuna delâlet eden bir tevafuk-u acîbe”nin anlatıldığı mektub şu cümle ile başlar: “Refet Bey ve Hüsrev gibi Risâle-i Nur şakirtlerinin Risâle-i Nur bereketine işaret eden buldukları lâtif bir tevafuktur.”1
Risâle-i Nur’da “iktiran” tabirinin ortaya çıkışını da Refet Ağabeyin bir hatırasından yakaladık. Şöyle ki:
Refet Ağabey, risâleleri zaman zaman Hüsrev Ağabeyle birlikte yazmışlar. Isparta’da iki katlı bir evin alt katında, iki ağabey yeni telif edilen bir risâleyi yazmakla meşgulken, birden odanın kapısı açılır. Üstad elinde çay tepsisi ile içeri girer. Refet Ağabey, yerinden kalkar ve Üstada doğru koşar. “Aman efendim! Siz zahmet etmeyin” deyip tepsiyi elinden almak ister. Bediüzzaman sağ elini kaldırarak:
“Yo, yooo. Ben size hizmet etmeye mecburum” der.
Ağabeyler bu durum karşısında mahcup olurlar. Üstad çıktıktan sonra Refet Ağabey, Hüsrev Ağabeye “Gördün mü âlimi?” der. Bize de “Üstadda eneden (benlikten) eser yok! En çok hayretime giden tarafı, mecburum demekle, işin içerisine bir de mecburiyeti katması yok mu!?” derdi. Refet Ağabey bize, Üstada olan minnettarlığını anlatırdı. Öyle ya! Üstad olmasaydı Risâle-i Nurlar nasıl yazılacaktı? Daha sonra risâlelerde geçen “ifade” ve “istifade” nimetlerini bize kendine has üslûbuyla açıklardı.
“İki şeyin beraber gelmesi veya bulunması” olarak ifade edilen iktiran konusu Lem’alar’da şöyle izah edilir: “İktiran ayrıdır, illet ayrıdır” denildikten sonra “Risâle-i Nur’un şakirtleri içinde Cenâb-ı Hakkın nimetlerine mazhar bazı zatlar (Hüsrev, Refet gibi), iktirânı illetle iltibas etmişler, Üstadına fazla minnettarlık gösteriyorlardı. Halbuki, Cenâb-ı Hak onlara ders-i Kur’ânîde verdiği nimet-i istifade ile, Üstadlarına ihsan ettiği nimet-i ifadeyi beraber kılmış, mukarenet vermiş” denilir.
Ağabeyler, “Eğer Üstadımız buraya gelmeseydi, biz bu dersi alamazdık. Öyleyse onun ifadesi, istifademize illettir” derler.
Buna karşılık Said Nursî de, “Ey kardeşlerim! Cenâb-ı Hakkın bana da, sizlere de ettiği nimet beraber gelmiş. İki nimetin illeti de rahmet-i İlâhiyedir. Ben de sizin gibi, iktirânı illetle iltibas ederek, bir vakit Risâle-i Nur’un sizler gibi elmas kalemli yüzer şakirtlerine çok minnettarlık hissediyordum. Ve diyordum ki: ‘Bunlar olmasaydı, benim gibi yarım ümmî bir bîçâre nasıl hizmet edecekti?’ Sonra anladım ki, sizlere kalem vasıtasıyla olan kudsî nimetten sonra, bana da bu hizmete muvaffakiyet ihsan etmiş. Birbirine iktiran etmiş; birbirinin illeti olamaz” der.
Sonuç olarak Bediüzzaman yapılacak şeyi de söyler: “Ben size teşekkür değil, belki sizi tebrik ediyorum. Siz de bana minnettarlığa bedel, duâ ve tebrik ediniz.”2
Yukarıdaki ifadelere karşılık Hüsrev Ağabey de yazdığı mektupta şu satırlara yer verir: “Eğer sevgili Üstadımız ‘iktiran’ tabir edilen iki nimetin beraber geldiğini daha evvelden bize izah etmeseydi, çok minnettarlıklarımızı kalblerimize tercüman olan kalemlerimizden okuyacaklardı.”3
Nur Talebelerine, hizmetlerine karşılık yapılacak görev “duâ ve tebrik” olarak ortaya çıkmaktadır. Zaten Nur Talebeleri birbirlerine “gıyaben” duâ ederler ve hizmetlerine “tebrik” makamında “mübarek olsun” derler.
Dipnotlar:
1- Barla Lâhikası, s. 119, YAN
2- Lem’alar, s. 137-138, YAN
3- Emirdağ Lâhikası, s. 59, YAN
|
Ahmet ÖZDEMİR
15.02.2008
|
|
Hayatı güzelleştirmek
İnsan hep iyiyi arar. Güzelliklere sahip olmak ister. Bütün çaba ve gayretini bu yönde sarfeder. Lâkin bu iyilik ve güzellikleri çok istediği halde, çoğu zaman yanlış ve çıkmaz yollara girer. Bunun sebebi, yanlış yerlerde aramadan kaynaklanmaktadır.
İnsana birçok duygu verilmiştir. Bu duyguların mahiyeti bilinebilse mesele anlaşılabilir. Hatta bu duyguların hangi maksatlar için verildiğini insan bir anlayabilse…
Hiç düşündünüz mü; dünyada mutsuz olmak için uğraşan insan var mıdır? Zannederim yoktur. Öyleyse neden birçok insan mutsuz? Niçin insanlar stres içinde yaşıyor? Niye insanlar yersiz üzüntü ve kaygılarla hayatı kendilerine zindan ediyor?
Hâlbuki çoğu zaman mutluluk insanın hemen yanındadır. Kalp ve akıl, ruhu da yanlarına alıp, “Ben neciyim? Nereden geldim? Vazifem nedir? Benim yaratıcım kimdir? Benden ne istiyor?” gibi suâllerin üzerinde düşünebilseler, bunlara doğru ve istikametli cevaplar verebilseler, işte o zaman bu işin sırrı anlaşılabilir.
İnsanlar çok güzel yemekler yemekle, çok fazla eşyaya ve paraya sahip olmakla mutlu olmazlar; bunun böyle olmadığını, bu nimetlere sahip olup da mutluluktan uzak stres içinde yaşayan çevremizdeki insanlardan anlıyoruz.
Bediüzzaman Hazretlerinin şu tesbiti ne kadar yerindedir: “Onu tanıyan ve itaat eden zindanda dahi olsa bahtiyardır. Onu unutan saraylarda da olsa zindandadır.”
Evet insan sahibini tanırsa, O’na iman ve tevekkül ederse, saadet ve mutluluğun lezzetini tadar. Allah’ı tanımayanın dünya dolu belâ başındadır. Allah’ı tanıyanın dünyası da, ahireti de huzur ve mutlulukla doludur.
İnsan mutlu olmak istiyorsa, kendisini yaratan Zata yönelmeli. Fani şeylerden ve faydasız işlerden medet umup, mutluluğunu yanlış yerlerde aramamalıdır.
Hayatlarını imanla güzelleştirenler, hayatlarına hayat katarlar. Hayatın lezzetini tadarlar. Kötülüklerden uzaklaşanlar, iyiliklere yaklaşırlar. Böylece hayatlarını korumuş olurlar. İbadet ve iyiliklerle hayatlarını süsleyenler, sonsuz kudret ve rahmet sahibi Allah’ın rızası dairesi içinde hareket ettikleri için kalp ve ruhlarında zevk ve lezzetleri hissedebilirler.
Çile ve meşakkatlerin en büyüklerine katlanan Sevgili Peygamberimiz (asm), Allah’a kulluğun zirvesinde olduğundan ve istikametle hayatını devam ettirdiğinden, en mutlu ve bahtiyar bir insan olarak bizlere örnek olmuştur.
İşte hem dünyada, hem ahirette mutlu olmak isteyenler, iki cihan güneşi, Habib-i Ekrem’in nurlu yolunu takip etmelidir. Kâinatın en mutlu insanı, Hz. Muhammed’in (asm) bir hadisi ile yazımızı noktalayalım: “Kendi kusurları ile uğraşıp başkalarının kusurlarını kurcalamaktan kendisini alıkoyan, malının fazlasını veren, sözünün fazlasını içinde tutup söylemeyen, sünnet dairesi kendisine yetecek kadar geniş gelip bid’alara sapmayan kimselere müjdeler olsun.”
|
Mehmet ERBAŞ
15.02.2008
|
|
|
|