Âleme gözünü açan insan kendini hayatı boyunca sürecek çözümlemelerle karşı karşıya bulur. İnsan nedir, içinde yaşanılan âlem nedir, sistemli olarak işleyen bu âlemin geçmiş—varsa geleceği—ve sonu nasıl kavranılabilir? Asırlar boyunca insanoğlu âleme vücut veren müdahil bir yaratıcı kudreti tanımakla, âlemin vücudunu kendine irca etmek gibi iki yol arasında muhtelif çizgiler oluşturarak bu güne geldi.
Eşyanın içini, dışını-mekânsal olarak cismanî ve varsa cisim ötesi bütün boyutlarını zaman boyutuyla birlikte tanıtabilecek “mutlak gerçeklikte” bir kozmolojinin ortaya konulması bütün dinlerde olduğu kadar bütün felsefelerde—pek tabiî ki bilim felsefesinde de—en önemli konu olmuştur.
İlimin (bilginin) kaynaklarından olan “bilim” ve “din” tartışılırken zaman zaman bilimin eşyanın “nasıl oluyor”una cevap verdiği, dinin ise “niçin oluyor”u açıkladığı ileri sürülerek bir ayrım ortaya konur. Gerçekte din—dini, mutlak hakikati kavramamızı sağlayan İslâm anlamında kullanıyoruz—eşyanın niçinine olduğu kadar “nasıl”ına da ışık tutarken bilim nasılı ortaya koyma iddiasında iken, dolaylı olarak niçine de cevap vermektedir.
Bilimin üzerine oturtulan dinden bağımsız felsefenin yol açtığı en büyük yanılgı, eşyanın gerçekten “nasıl” olduğunu açıkladığını zannettirmesidir. Bu yanılgı, bilimin imkânlarının hem cismaniyet alanıyla kısıtlı olması, hem de insanların bilimi ancak belli kalıplar-paradigmalar çerçevesinde yorumlamalarından kaynaklanır.
Eşyanın hakikatinin kavranmasına ilişkin bir yaklaşımın gerçekçi olması, bu yaklaşımın eşyanın bütün boyutlarını tesbit edebilecek mekanizmaları sağlamasıyla mümkündür.
Varlık, sadece gözlemlenebilir ve dokunulabilir âlemden mi ibarettir, yoksa bunların dışında boyut(ları) var mıdır? Eğer varlık kokusu, tadı, görüntüsü, sesi, sertliği olan beş farklı kavrama boyutlu cismânî bedenlerden oluşuyor ve bunların ötesinde bir yapı yansıması taşımıyorsa, eşya bu kavrama boyutlarınca tanımlanabilecektir.
Madde üzerinde yapılan incelemelerde, günümüz fiziğince, maddenin yapısal kökeninin tanımlanmasını sağlayabilecek sabit partiküler varlıkların vücudu tesbit edilememiştir. Atomun tesbitinin ardından bu parçacığın, en küçük–değişmez yapı taşı olduğuna dair bilim bulgusunun yol açtığı “maddenin ezeliyeti” şeklindeki felsefî yaklaşım, Einstein’den sonra; atom altına doğru belirginleşen sınırsız parçalanmalarla birlikte şüpheye dönüşmüştür. Sonunda kuantum fiziği maddenin en küçük partiküler pozisyonunun varlık ve yokluk arasında gidip geldiğini, bir şekilde, maddeyi teşkil eden en küçük vücutlu partiküler yapıların, fızik vücutsuz bir enerji âlemden fizik vücuda sıçramalar yaptığını ortaya çıkardı. Bu durumda, maddenin beş boyutlu kavrama alanlarının (görüntü, ses, koku, tad, yoğunluk) dışında bir alandan sıçrayarak vücut kazandığı anlaşılıyordu. Maddenin vücudunun kaynağı gibi gözüken bu enerji âlemin hakikati nasıl tanımlanacaktı?
Günümüz fiziğinin karşılaştığı bir başka sorun daha vardı. Cismânî âlem, birbirine nispetle, farklı zaman ve dolayısıyla mekân boyutlarından oluşuyordu. Cismin kendi içindeki bu farklılık bir yana, farklılığın boyutları cismaniyetin dışına taştığında varlık nasıl tanımlanacaktı. Meselâ, Einstein’in getirdiği hız-zaman-kütle arası ilişkiyi düzenleyen formüle göre, bir varlığın hızı ışık hızı sınırına ulaştığında, hatta bu sınırı aştığında, varlık cisim boyutlu tanımlanamıyordu. Işık hızını aşmış bir varlık, imajiner âlemde (kütlesiz, yani madde ötesi) bir yapı arz ediyor; formülde, zaman açıklanmaz bir yapıya bürünerek, “sonsuz şimdi zaman düzlemi” şeklinde yorumlanabilecek bir durum ortaya çıkıyordu.
Eşyanın hakikatinin tesbitinde odaklaşırken, ortaya çıkan bu yeni bulgulara çeşitli tanımlayıcı felsefî yaklaşımlar getirildi. Bu yaklaşımlardan birisi, Hint asıllı fizikçi Maharishi Mahesh Yogi’nindi. Maharishi, “Birleşik Alan Teorisi” ile fiziksel vücut ile fizik ötesi vücut arasında bir birleşim oluşturdu. Fizik vücut, derûnunda fizik ötesi bir vücuda dayanıyordu. Çünkü fizik, maddî vücudun yapı taşı olan fizik vücutlar tespit edememiş, tam tersine maddî vücutların fizik ötesi bir âlemden ani sıçramalarla cisimânî âleme aralıksız olarak geçiş yaptığını ve bu sıçramaların âni geliş/gidiş tarzında yer değiştirmelerle devam edip gittiğini tesbit etmişti.
Bu noktada, Maharishi, varlıkların cismânî vücuda sıçradıkları alanın aşağısının varlığın yaratıcısı olan -herşeyi bilen, her an her yerde olan, kudreti her şeye yeten mutlak bir enerji varlık olduğu tezini ortaya attı. Bu, bir tür panteist yaklaşımdı ve varlığın yaratılışının varlığın arkasında şiddet ve yoğunluğuyla her şeye nüfuz ettiği için, fark edilmeyen bir güce isnadını gerektiriyordu.
Ortaya atılan bütün açıklama biçimlerine rağmen, insanlık elindeki imkânlarla hâlâ varlığın mekân olarak en küçük ve en büyük (enfüsî ve afakî) uçlarını belirleyememekte; tersine varlık gittikçe içinden çıkılmaz sorunları ve bilinmezlikleri beraberinde getirmekteydi.
Bu durumda insanlık, varlığı nasıl yorumlayacak ve kavrayacak; gerçek kozmolojiyi nasıl ortaya koyacaktır?
Bilim ve bilimsellik
İnsanlık, ilk gözlemlerinde, vücutların davranışlarının belli düzenlilikler içerisinde geliştiğini tesbit etti. Bu tesbit, mevcut düzenliliklerin hangi prensiplere dayandığının sorgulanmasını beraberinde getirdi. Bu sorgulamalar, sonuçta, tabiat içerisinde maddenin davranışlarını formüle eden fen bilimlerinin ortaya çıkmasına ve gelişmesine yol açtı. Ancak bir şey fark edilmişti. Tabiat âleminde yer alan ve yapısal örgüsü hariç aslî yapısı tabiatın cismânî bedenleriyle aynı olan hayvanlar ve üst düzeyde insanlar âleminde de belli düzenlilikler var olmakla birlikte, bu âlemdeki unsurlar, tabiat âlemindeki diğer unsurlarla aynı paralelde davranmıyordu. Esasen fizik ötesi müstakil ruhsal boyutların varlığından kaynaklanan bu değişik yapının işleyişini düzenleyen prensiplerin tesbiti maksadıyla da beşerî bilimler gelişmeye başladı. Bir taraftan fizik, kimya, matematik, biyoloji maddeye odaklı; diğer tarafta sosyoloji, psikoloji ve bunların değişik versiyonları maddenin ötesinde bir şeyler taşıyan insana odaklı olarak belirginleşti.
“Bilimsellik” yukarıdaki bilimlerin geliştirdiği tesbitler çerçevesinde düşünmeyi zorunlu kılan bir felsefe halini aldı. Bilimin bizzat kendisindeki sınırlılıklar “bilimsellik”le birlikte gelebilecek yeni tesbitleri de sınırlandırdı. Çünkü bilimin kendisi elindeki verileri sadece duyusal algılara dayandırıyordu ve gelebilecek yeni yaklaşımları hep önceden ürettiği kalıplar paradigmalar çerçevesinde sınırlıyordu.
Bilim ile, bilgi şeklinde ifade edilebilecek “ilim” arasındaki ayırımı ortaya koymamız gerekir. İlim (bilgi-knowledge), bilimi (science) içeriyor olmakla birlikte, bilim ilmi kapsamaz. Kaynakları ilâhî ve naklî de olabilen ilim sınırlılıkları reddettigi halde, bilim ve bilime dayalı ilim (bilgi), ancak belli kalıplar çerçevesinde alınmış olmak zorundadır. Bilim bir düzenliliğin ifadesidir ve ifade edildiğinde bu düzenlilik insanlar tarafından rahatlıkla kavranılabilir. İlim de bir düzenliliğin veya mutlak gerçekliğin ifadesi olabilir, ama bilimin kapsamını aştığı noktadan sonra kavranılmaları güçleşir ve inancın konusu olur.
Bilim ve pozitivizm
Bilimin kavrayış ve ifade kapsamının önemli felsefi akımlardan biri olan pozitivizm ile iyice sınırlandırıldığını görüyoruz. Pozitivizmi (olguculuk) literatüre ilk getiren Fransız Aguste Comte’tur. Comte’un pozitivizminde “Doğrudan deneyle sağlanamayan bilgi metafizik veya teolojiktir. Duyularla alınamayacak hiçbir şey bilgi ve tecrübe konusu yapılamaz. Varlık âleminde psikolojiye yer yoktur ve psikoloji biyolojiyle açıklanır.”
Görüldüğü gibi Comte göz, kulak, burun, dil ve ten dışında bir yolla algılandığı ileri sürülen hiçbir gerçeklik olmadığını ileri sürer ve ilmin (bilginin) sadece duyularla algılanabilen ve deneylenebilen olgular dışında hiçbir şeye dayandırılamayacağını savunur. Bu kapsam dışında var olan ilim Comte’a göre ya metafizik ya da teolojiktir; yani safsatadır. Bu yaklaşım günümüze kadar çeşitli değişimlere uğramış olsa da kökenlerini hâlâ aynen korumakta ve bilim son zamanlardaki çatırdamalarla birlikte pozitivizmin kalıplarıyla sınırlı kalmaktadır.
Bilimselliğin özellikle pozitivizmin etkisi altında insanlığa sunduğu bilgi çerçevesi eşyanın hakikatine ilişkin boyutların derinliği sözkonusu olduğunda ciddî şekilde sorgulanmaya ihtiyaç gösterir. Kâinatı bütün boyutlarıyla bilim vasıtasıyla sorgulayan insan akvaryum içerisinde akvaryumu iç ve dış dünyasıyla sorgulamaya çalışan balığın pozisyonuna benzer. Üç boyutlu bir nesnenin içerisinde bulunan bir nesneyle bu nesneye dışarıdan bakan bir nesnenin yakalayabileceği boyutlar arasında büyük uçurumlar vardır. Mekânın içerisinde bulunan bir varlık mekânın ve zamanın belli bir köşesine hapsolmuştur; mekânın bütün boyutlarıyla sınırlarını ve ötesini tesbit edemeyeceği gibi zamanın başlangıç ve sonunu tesbit edemez.
Bilim mekânın belli bir kesiti üzerinde ve teknik imkânların desteğiyle zamanın da belli bir kesitinde tesbitlerde bulunabilir. Yine bilim bulgularına dayanarak varlığa ilişkin bir başlangıç-bitiş teorisi üretebilir; ancak başlangıcın öncesi ve bitişin sonrasına ilişkin bilimin ortaya koyabileceği hiç bir şey yoktur. Kaldı ki bilim varoluşu incelerken mevcut sistemlerin işleyişindeki muharrik gücü de göz ardı eder. Çözüm olarak “nedensellik” ihdas edilmiş olsa da bu, doğruluğu asla ispat edilemeyen bir varsayımdan ibaret kalmaya mahkûm olmuştur.
Bilim kâinata ilişkin prensipler (tabiat kanunları) ortaya koymakla birlikte bu prensiplere ait ne birer fiziksel vücut tesbit edilebilmiş; ne de bunların kaynaklarına inilebilmiştir. Hatta asıl önemli olan bu konular “gerçekdışılık” anlamı yüklenen “metafizik” kavramı içerisine oturtulmuş ve metafizikte pozitivizmin etkisiyle bilim dışına itilmiştir. Oysa günümüzde kuantum fiziğinin derinlere inerek, madde-madde ötesi arası çizgiyi çok fazla zorlaması; derinlikler psikolojisi ve parapsikolojinin üzerinde odaklandığı pozitivizme oturtulamayan reddi gayri kabil “levitasyon, telekinezi, telepati” gibi gerçekliklerin tartışılmaya başlanması, bilime dolayısıyla bilimselliğe örtülen kabukta çatlamalara yol açmıştır. Artık bilim adamları mevcut kalıbıyla bilimin tek başına hakikatleri kavramaya ve ifade etmeye yetmediği gerçeğini seslendirmeye başlamıştır.
Esasen bilimsellik ve pozitivizm arasında birebir ilişki olduğu ileri sürülemez. Aksi takdirde bilim gerçekliğin sadece dar bir alanının ifadesinden ibaret kalacaktır. Bilimin olgusal âlemi ifade çalışmalarına pozitif yaklaşması insanlık tarafından kolay kavranabilirlik açısından gereklidir. Çünkü insanlık mutlak çoğunluk itibariyle kolay olduğu için duyularıyla algıladıklarını kavrarlar ama bu, bütünlüğün diğer boyutlarını kavramak için yeterli değildir. Sorun, kavranılanların varlığının kavranılamayanların yokluğuna delil imiş gibi kullanıldığında ortaya çıkar. Amacımız mutlak gerçekliğe ilişkin olgusal tesbitlerin mutlak gerçekliğin doğru ancak sadece bir kısmını tanımlayabildiğini vurgulamaktır. İtirazımız sosyal bilimler veya fen bilimlerinin yine de mutlak çerçevesiyle tesbit edemediği vücudun işleyiş mekanizmasına ilişkin tanımlamalarına degil, bu tanımlamalar üzerine oturtulan felsefi çerçeveyedir. Bilim olguların tesbitiyle ilgilidir ve bulguları zorunlu olarak kabul edilir. Ancak bilimsellik olgulardan, bunları yorumlamaya ve bilgiyi (ilmi) sınırlamaya dönük bir felsefi sıçrayıştır ki ciddi bir anlaşmazlık sebebidir. İnancını taşıdıgımız dini ilim bilimin mutlak tesbitleriyle değil de bilimin üzerine oturtulan felsefe ile çatıştığı takdirde ilim ile bilim arasında gerçek dışı bir cepheleşme oluşturulur ve bilimsellik, bilim felsefesiyle çatışan evrensel tevhid dinine dayalı ilmin reddini zorlar. Oysa gerçek çatışma sözkonusu ilmin bilimce tesbit edilen mutlak işleyiş prensipleriyle (kanunlarla) çelişmesi durumunda ortaya çıkar.
Ne yazık ki ilmin kaynağı din olduğu yerde, bilim ile çelişmeyen ilim pozitivizmle kalıplı bilimsellikle çatıştırılmış ve kâinata ilişkin kavrayışların çok fazla sınırlanmasına sebep olunmuştur. Din ile bilim arasında vaktiyle oluşturulan çatışma böyle bir durumdan doğmuştur. Bilimin tesbitlerine itiraz etmek bir yana, ışık ve çerçeve kazandıran hatta bilimin yer yer bizzat kaynağı olan din (İslâm), bilimin ulaşamadığı alanları-mutlak gerçekliğin zaman ve mekân içi ve dışı boyutlarını tanımlamıştır. Ancak dinin bu tanımlamaları insanlığın ürettiği bilimsellik maskesi arkasındaki felsefeyle karşı karşıya geldiği için “çağı tanımlayan bilim, çağdışı olan din kaynaklı ilim” şeklinde bir inanç üretilmeye çalışılmıştır.
İlmin kaynaklarından birisi olan bilim maddeyi tahlil ederken pozitivist -olgucu bir bakış açısını kural olarak kullanmalıdır; ama maddî varlık kalıplarının sınırlarında, bu bakış açısı aşılmalıdır. Dahası bilime dayalı tesbitlerin yorumlanması -felsefe üretilmesi aşamasında pozitivizmin kalıplarından kesinlikle sıyrılınmalıdır. Aksi takdirde asıl sorgulanması gereken zihin çatlatıcı sorular bu güne kadar batı dünyasınca yapıldığı gibi, sürekli metafıziğin bilinmezliğine itilerek unutulmaya terk edilecektir. Özetle bilim sadece maddenin analizi aşamasında olgucu yaklaşımı gerektirirken olguculuk bilimselliği bir aşamadan sonra -zaman ve mekânın farklı boyutlarında safsataya dönüştürür. Tıpkı her şeyi mükemmel açıklayarak giden Einstein’in bir noktadan sonra “varlıkların, kudreti sonsuz Yaratıcının bir parçası olduklarını” iddia etmesinde olduğu gibi... Bu yüzden bilim adamlarının çoğunluğu aynı gerçeklere dayanarak birbirleriyle asla uyuşmayan felsefi tartışmalar geliştirmişler, bilimin felsefeye dolayısıyla ideolojiye dönüştügü yerde birbirlerine karşıt binlerce akım ortaya çıkmıştır.
Bilimsellik ve nedensellik
Bilimin tahlil ettiği madde belli mekanizmalar çerçevesinde davranan birbirleriyle ilişkili kompüterize sistemlere benzer. Maddî vücutlar arasında kurallara dayalı bir ard ardalık dikkat çeker. Yani bir davranış “görünürde” bir diğer davranışa yol açar. Sathi bakışla tahlil edildiğinde meselâ, madde özünde farklı yüklerin birbirlerini çektiği, benzer yükler arasında itme davranışı olduğu, yan yana gelen oksijen ve hidrojen atomlarının birleştiği, fotonların ışıttığı ve ısıttığı gibi olaylarda nesneler arasında bir sebep sonuç ilişkisi görüntüsü dikkat çeker. Bu görüntünün bilimselliğin (bilimin değil) temeli haline getirilmesi, “kâinat mekanizmasının kendi kendine işlediği” şeklinde çözümlendiği gibi bir yanılgıyı felsefi inanç haline dönüştürmüştür. Şüphesiz yirminci yüzyılda bu inancın patlamasına en büyük katkıyı “Diyalektik Materyalizmin” kurucusu ve insanları da maddeye indirgeyerek “determinizmin” felsefi çerçevesinin oluşturucusu olan Karl Marx yapmıştır.
Geçmişte “yaratıcı mutlak gücün varlığı” ile “sebep-sonuç” şeklinde işleyen mekanizmayı telif etmek için çırpınanlardan bir kısmı “ilk muharrik güç” yaklaşımını getirmişlerdir. Buna göre Yaratıcı kâinat mekanizmasını oluşturmuş yani bir saat gibi kurmuş ondan sonra müdahaleyi bırakarak dahli olmaksızın dışarıdan seyre koyulmuştur.
Varlığa ilişkin nedensellik yaklaşımı yukarıda bir örneğinden söz edilen zorlama çırpınışları bir yana bırakırsak yaratıcı mutlak güç inancının bir çırpıda reddedilmesine yol açmış; nedensellik çerçevesinde varlık “kendi kendine oluyor, sebepler yapıyor, tabiat yaratıyor” gibi biri olmazsa diğeriyle açıklanabileceği sanılan vücut kaynaklarına irca olunmuştu. Oysa gerçekte bilim varlıkta gözlemlenen sebep-sonuç sürecinin nedensellikle açıklanabileceğini asla ispat edemez. Bir başka tabirle, nesneler arası ilişkilerin. “algılanması başka bir boyutta mümkün olan” sebep(ler) tarafından düzenlenmediğini hiçbir bilimsel tesbit belgeleyemez.
Akvaryumu inceleyen bir balığı düşünelim. Balığın duyuları kavrama-alanları dışında olan vücuda sahip bir ipe bagladığımız küçük bir taşı akvaryum içerisinde hareket ettirelim. Dışarıdan bakan ve ipi algılayabilecek bir duyu gücüne sahip bir kişiye göre taşı hareket ettiren siz olduğunuz halde balığa göre taş kendi kendine hareket etmektedir. Balığın-zihninin çalıştığını varsayalım üzerinde düşünebileceği iki alternatif vardır: Ya taşın içerisinde onu kontrol edebilen büyük bir şuur ve güç vardır ya da böyle bir şuur ve gücün dışarıdan müdahalesi söz konusudur.
Burada bilimin yaptığı şey taşın hareketini tesbit etmektir. Hareketin kaynağı (illeti) ve muharrikine gelince bu “nedensellik” varsayımıyla açıklanmakta ve bu varsayım inanca dönüşmektedir.
Elektron ve proton arasında bir çekim kuvveti vardır. Ancak neden bu iki yük birbirini çekmektedir? Kuantum fıziğinin bulduğu çözüm -hâlâ teori olarak kalmakla birlikte partiküllerin daha küçük partikülleri karşılıklı olarak birbirlerine atmaları ve partikül alış verişinin çekimin illeti-sebebi olduğu şeklinde bir varsayımdır. Bu varsayım gerçekse partikül alış verişinin sebebi nedir? Buna da bir cevap bulunduğunda yeni bir sebep sorulacak ve bu sonsuza kadar gidecektir. Madde altı parçacıkların hâlâ kapsamına ulaşılamamıştır. Ancak en küçük maddi partiküllerin madde dışı bir âlemden-yokluktan vücuda ani sıçramalarla geçtiği, bu sıçramaların sürekli gel-gitler tarzında yaşandığı esasen maddenin aslî ve sabit vücudu olmadığı, var olan vücudun ise en küçük zaman birimlerinde varlık-yokluk arasında gidip geldiği modern bilimin en son tesbitleri arasındadır. Maddeye vücut veren, maddeyi yokluktan vücut âleme sıçratıp vücut âlemde akıllara durgunluk veren düzgün bir mekanizmada örgüleyen ama bunu zamanın en küçük birimlerinde aralıksız olarak, bilinçli ve planlı şekilde gerçekleştiren nedir?
—Devamı haftaya—
|