Dağlıca baskını, baskın sonrasının politikası ve gelişmeleri "Türkiye'nin siyaset defteri"nde yeni bir sayfa açtı.
Son dönemlerde Kürt sorunun üzerinde bu denli durulmasının, Türkiye'de iç siyasi dengelerinin aldığı yeni biçimin bu sorundan hareketle tartışılmasının nedeni aslında bu.
Göz görüyor: Hükümet, asker, DTP başka olmak üzerine Kürt politik örgütleri bu "baskının yarattığı siyasi baskı" altında kaldılar. Siyasi zafiyetleri, siyasi imkânları, siyasi kırılganlıkları dışa yansıdı ve bu yansıma yeni arayışlara zemin oluşturdu.
Bölgedeki yeni Türkiye-ABD ittifakı da, DTP'de yaşanan farklılaşma ve tartışma da bunun bir parçası. Siyasi çözüm fikrinin toplumsal meşruiyet kazanmaya yüz tutması ile rehine 8 asker meselesi de öyle.
Ancak politik, askeri, ideolojik zafiyetlere yönelik değişim baskısı ne denli güçlüyse, bu baskıya direnme eğilimi de hem Kürt örgütlerinde hem devlette o denli güçlü.
Zaafların üstü örtme, "otoriter politikalar"a geri dönme çabası bu direncin en belirgin şekli.
Örnek: 8 Asker meselesi.
Askeri ve politik zaafın faturası "hain, iç düşman" ilan edilen birkaç er ve erbaşa çıkarıldı.
Formül belli: "Zaaf yoktur, hain vardır; başarısızlık varsa mutlaka ihanet vardır."
Bu formül sadece "Dağlıca taburunun hazin öyküsü"yle sınırlı değildir. Kürt meselesinde ve benzer makro siyasi mesele de resmi siyasetin formülüdür bu.
Tartışmanın, değişimin, talep-siyaset ilişkisinin reddidir bu formül. Güçlünün dayattığı mutlak devlet doğrusunun yüceltilmesi, her aksiliğin, her tersliğin, her başarısızlığın faturasının bu doğruya itiraz eden ve bu yüzden "iç düşman, arkadan hançerleyen, vatan haini" ilan edilen muhalif sese çıkartılmasıdır.
8 asker meselesi zaaf kapamanın, fatura çıkarmanın, başarısızlık-ihanet bağlantısı kurmanın yeni ve cüretkâr şekli.
Zira bu kez fatura muhalif sese de çıkmıyor, fatura "içerideki insan"a yöneliyor.
Bu sadece "kurşun asker" karşında "insan asker"e çıkan bir fatura değildir. Aslında "insanın içimizdeki öteki haline getirilmesi, içimizdeki öteki ilan edilmesi"dir.
Yasal olarak tartışmaya kapalı bir yargı süreci var, ne var ki bu tür süreçlerin hüküm anından daha önemli ve belirleyici olduğunu deneyimlerimden biliriz.
Mesele ve sorun "sokakta verilen hüküm"dür.
Kanaat ortada: "Basında bu kadar yazılıyor, her şey ortada, bu askerler hain, baskının ve şehitlerin sorumlusu onlar."
Bunu fikri "kuran"ın "meslek erbabı"nın nasıl kurduğu belli, tutuklamayla yetiyor, tabur komutanın ifadesini ve iddianame metnini hüküm haline çeviriyor...
Böyle "kurulan" fikirleri "bozmak" meseledir.
Beraat bile bu askerleri verilen medya ve sistem hükmünden, bu hükmün yaptırımlarından kurtarmaz.
Ve bu kurbanlar, sistem içindeki insanla birlikte sistemin yeniden üretilmesinin araçları olacaklar.
Belki derda deva değil ama, yine de şükür soru sormayı bilen, ve oyun bozmayı bilen gazete ve gazeteciler var.
Örneğin Taraf'tan Mehmet Baransu tutuklu askerlerin ifadesini esas almış haberinde.
İşte çavuş Ufuk Çelik'in ifadesinden küçük bir kesit:
Çatışmanın olduğu gün 18.00 sıralarında katırları ve teröristleri gördüm. Durumu Çağdaş üsteğmene bildirdim. O da telsizle durumu tabur komutanlığına iletti. Bu bölgeye taburdan havan ve topçu atışı yapıldı. Ama mermiler hep kısa düştü. Tabur komutanı o sırada köydeki düğünde olduğundan üsteğmenimize telsizden herhangi bir emir verilmedi. Saat 00.30 sularında çatışma başladı."
Ve er Recep Can:
"9-10 katırla 4 kişilik görüntü tespit edildi. Bu görüntü Çağdaş üsteğmen tarafından tabur komutanına bildirildi. Akabinde kobra helikopteri talebinde bulunuldu, ancak talep uygun görülmedi."
Ne diyorsunuz bu işe?
Yeni Şafak, 15.1.2008
|