Konya çarşısında bir kuyumcu
Bir ikindi vaktinin serinliğinde Mevlâna Celâleddin, Konya çarşısından geçiyordu. Başı önüne eğilmiş, elleri cübbesinin yenlerinde, ağır adımlarla yürüyor, geçtiği yerlerde halk, ayağa kalkarak kendisini selâmlıyorlardı. Bir ara, kuyumcular çarşısının bulunduğu bir sokağa sapmıştı. Bu sırada kulağına, örs üzerinde altın döğen, altını kâğıt gibi yaprak yaprak incelten işçilerin, tempolu çekiç sesleri gelmeye başladı. Çekicin ahenkle vuruşundan öyle ilâhî bir müzik meydana geliyordu ki, bu tatlı ses, birdenbire oradan geçmekte olan Mevlânâ’nın ruhundaki kederi şevke çevirdi. Mevlânâ duraladı. Bir süre derin akisler yapan bu tatlı sesleri dinledi. Gözlerinin önünde kâinat düzeni âdeta canlandı. Bir güneş çevresinde dönen gezegenler, peykler, güneşin dayanılmaz çekimiyle, ilâhi aşk ve cezbe dolu, mest, dönüyorlardı. Sağ elini feracesinin yakasına götürdü. Gözlerini vecdle kapadı; başı mazlûm bir teslimiyetle sağ omuzu üzerine düşüvermişti. Çekiç sesleri gönül sesleri olmuş, tatlı bir ahenkle çın çın ötüyordu. İlk çarkı attı sağ ayağıyla. Sonra da dönmeye başladı. Durmadan dönüyordu cadde ortasında… Çekiç darbelerinin ahengine uyarak döndükçe, içindeki gam neşeye çevriliyor, ferahlıyor, huzur buluyordu…. Herkes işini, gücünü bırakmış, caddeye dökülmüşlerdi. Çep çevre çevirmişlerdi Mevlânâ’yı… Bu coşkunluğa hiç kimse bir anlam veremeden hayran hayran seyrediyorlardı. Çekiç sesleri karşıki dükkândan geliyordu, hem de daha kuvvetli geliyordu…. Dükkân sahibi kuyumcu Selâhaddin, Mevlânâ’nın kendi çekiç sesleriyle sema ettiğini görünce heyecanlanmış, âşka gelmiş, çıraklarına:
—Elinizi çekiç vurmaktan alıkoymayınız. Altın varaklar telef olacak diye hiç korkmayınız; vurunuz, daha hızlı vurunuz.
Emrini vermiş, bir an, yerinde duramayarak, caddeye fırlamış, Mevlâna ile birlikte semâ’ya başlamıştı. Bir süre sonra çekiç sallayan işçilerin kolları yorulmuş, tempoları durmuştu. Mevlâna yavaş yavaş kendine gelmiş, karşısında kuyumcu Selâhaddin’i görmüş, sonra da onu, çok önceden tanıyormuş gibi kucaklamıştı. Kuyumcu Selâhaddin’in o an gözü Mevlânâ’dan başka hiçbir şeyi görmüyor, İlâhî hazinelere kavuşmanın heyecanını yaşıyordu.
Mevlânâ’nın çekiç seslerine ayak uydurarak cadde ortasında kuyumcu Selâhaddin’le birlikte semâ edişini şaşkın şaşkın seyrede halka bir ara Selâhaddin şöyle seslenmişti:
—Hey, neye öyle şaşkın şaşkın bakıp duruyorsunuz. Sizler altın aramıyor, altın için birbirinizi yemiyor muydunuz? İşte benim dükkânım, altın varaklarla dolu. Haydi durmayın, yağma edin dükkânımı. Hepsi sizin olsun. Bana artık altın lâzım değil. Ben gerçek altın madenimi buldum…
Halk dükkâna üşüşürken Selâhaddin büyük bir teslimiyetle Mevlânâ’nın önünde baş eğmişti:
—Senin feyz ve kemâlinden başka hiç bir şeye ihtiyacım yok. Beni nereye götürürsen götür.
İşte insan, şu kâinat sarayına bir baksa, onu temaşa edebilse ve onu mânây-ı harfiyle okuyacak olsa, her bir zerrede Cenâb-ı Hakkın esmasının tecellilerini mutlaka görecek ve bunlar da onu İlâhî aşka götürecektir.
|
Emin Altun
25.12.2007
|