İskender Pala, sanatalemi.net’ten Mehmet Nuri Yardım’ın sorularını cevaplandırdı. Pala, “Divan şiiri bizi anlatıyor, bizim bir parçamız ve onu tanımadan kendimiz olamayacağız” diyor.
*İskender Bey, “aşk” kavramına bugüne kadar herkes bir tarif getirmiş? Âlimler, şairler, kudemadan kişiler… Madem ki “Aşkname”yi yazdınız sizin de bir aşk tarifiniz vardır sanırım. Nedir aşk?
Aşk şudur diyebilmek için yazmaya başladım Aşkname’yi ama ırmak bir baştan yüzlerce başa ayrıldı. Hangisinden içseniz aşkı tadabiliyor, hangisinde yıkansanız aşka bürünebiliyorsunuz. Ne söyleyeyim Mehmet Nuri Bey, aşk aşktır işte.
*Aşkname’de Hayal Hatun, şair Aşkî, şair Kanî, şair Ali Ruhî ve şair Sadî’nin aşkları anlatılıyor. Geçmişte yaşanan aşk ile bugün genel anlamda kullanılan bu söz arasında fark olduğu muhakkak. Bir röportajınızda bugün toplumda bilinenlerin yanlış olduğunu söylüyorsunuz ve “aşk zannettiklerinizi çöpe atınız” diyorsunuz. Doğru aşk kavramına nasıl ulaşacağız?
Biliyorsunuz, bir medeniyetin hayata bakan ibreleri birdenbire çıta altına düşmez. Çöküş veya yükseliş topyekûn bütün kurumlarda görülür ve kademe kademe ilerler. Aşkın o zengin anlayışlar çağındaki haliyle şimdiki mânâsı arasında bir medeniyetin bütün parametreleri gizli. Aşk deyince asil bir kelime telâffuz eden insanlar gitti, aşk kelimesini “yapmak” eylemiyle kullanan nesiller geldi. Problem buradadır. İşte bu yüzden, sığlaşan bir düşünce zemininde aşkın hakikatine erebilmek için ilk yapılması gereken şey belki de düşünceyi derinleştirmek olmalıdır. Hiç şüphesiz aşkın hazinelerine yeniden ulaşmak mümkün. Yeter ki şartlar yerine getirilsin. Zengin anlayışlar, estetik bakış açıları, derin duyuşlar, geniş kültür haritası... Bütün bunlardan sonra içselleştirilmiş bir hasret ve o hasretin ardınca yürünecek uzun yollar. Görüntülü cep telefonları çağında bu hasret biraz zor gibi görünse de aşkın asaleti işte buradadır.
* Bir konuşmanızda “âşıklık istidadı genlerimizde saklı” diyorsunuz. Bu istidadı bütün bozulmuşluklara rağmen hâlâ taşıdığımızı düşünüyor musunuz? Bu istidadı doğru hâlde nasıl ortaya koyacağız?
Az evvel de söylediğimiz gibi biz, bir zamanlar aşka can veren, aşkı fedakarlık olarak tanıyan, “kendinden vazgeçme ve sevgili için olma” diye tanımlayan insanların torunlarıyız. Onların soyundan geliyor ve hücrelerini taşıyoruz. Belki zihin kürremizin genişlemesine ihtiyaç var ve eğer biz istersek genişlemesi de mümkün. Değilmi ki Fuzulî, “Bende Mecnun’dan füzûn âşıklık isti’dâdı var” diyor, onu yalancı çıkartmayız. Yeter ki aşkı eski asaletine büründürelim. Nasıl mı? İçinden şehveti, günahı ve malayaniyi ayıklayarak.
*Ali Ruhi’nin hikâyesini “Denizler Boyunca Aşk”ta anlatırken bölüm başında “Futbolcular henüz yoktu ve genç kızlar hâlâ şairlerin adlarını ezberliyorlardı.” diyorsunuz. Burada bir sitem var haklı olarak. Peki ama suç kimin? Gerçek şiiri temsil edemeyen şairlerde mi, edebiyatçıları es geçip futbolcuları öne çıkaran medyada mı, futbolculara ilgi gösteren genç kızlarda mı, yoksa futbolcularda mı? Ne dersiniz?
Bence burada kişi olarak kimse suçlu değil. Ama sistem olarak modern hayat ve materyalist anlayışlara suç yükleyebilirim. Sevgisini, “Ben senin için şunu, şunu, şunu yaptım; sen benim için ne yaptın?” diyebilecek bir alış veriş mantığıyla ölçen ve sevdiğini söylediği insandan menfaat bekleyen kişi bence âşık değil belki tüccardır. Âşık olsaydı yalnızca sever, sever, severdi... Siz onu böyle severseniz, hiç şöphesiz o da sizi aynı şekilde sevecektir.
*Siz yıllardan beri Divan edebiyatımızı geniş kitlelere tanıtmak ve sevdirmek uğruna bir çok çabalar harcadınız, emek verdiniz. Yüzlerce yazı yazıp onlarca eser kaleme aldınız. Son beş on yılda klâsik Türk şiirine ve genelde geçmiş edebiyatımıza bir ilgi gözleniyor. Daha önce sınırlı çevrede okunan Divan edebiyatımızın bugün geniş kesimlere ulaştığı görülüyor. Toplantılara katılım oluyor. Bit pazarına nur mu yağıyor? Eski değerlere dönüşün bir uzantısı diyebilir miyiz bu gelişmeye, nasıl yorumluyorsunuz?
Klâsik zamanlara ait değerlerin yükselişte olduğu bir zamandayız. Mimariden çevreye, musıkîden hatta, giyim ve modadan plâstik san’atlara kadar pek çok alanda kendi öz kültürümüzden süzülen değerler ön plana çıkıyor. Bir zamanlar dayatma getirilen her alanda şimdi küller savruluyor, kor meydana çıkıyor. Ben o külleri savuran rüzgârın önüne düşmüşüm... Yani bende bir keramet yahut marifet yok; asıl değer o şiirin içinde. Divan edebiyatının hazineleri arasında birkaç nesil öncesinden başlayarak kendi atalarımızın sosyal hayatını, hukukunu, iktisadını, düşünce sistemini, ince zevklerini, giyim kuşamını, yeyip içtiklerini vs. kısaca bütün bir tarihi bulabiliriz. Ben o derin şiir koridorlarında gezerken neler öğreniyorum neler. Özetle Divan şiiri bizi anlatıyor, bizim bir parçamız ve onu tanımadan kendimiz olamayacağız. Bu asla bir geriye dönüş veya mazi özlemi değil; bilâkis onunla biz geleceğe yürüyeceğiz ve o zaman adımlarımız daha sağlam, yolumuz daha emin olacak. Bir nur yağdığı kesin, ama bit pazarına değil!..
*Önce biyografi ve tanıtım kitapları, denemeler, roman, müzikal ve şimdi de hikâye… Bütün bu yazı şekillerini, edebiyatın farklı türlerini eski edebiyatımızı öne çıkarmak için kullandığınız söylenebilir mi?
İşte tam da bunu yapmak istiyorum. Divan edebiyatının hangi tür esere ihtiyacı var ise onu yazmak isterim. Belki bir dizi film... İnsanlara onu nasıl anlatmam gerekiyorsa, hangi yöntem daha etkin ise...
*Kitaptaki beş hikâyeden dördünün kahramanı şair. Niçin şairleri seçtiniz? Şairler aşk’ı en yoğun biçimde yaşadıkları için mi? Şiir ve aşk vazgeçilmez unsurlar olduğu için mi?
Aslında bu kitap şiirin de hikâyesi sayılır. Çünkü kahramanları hep şairlerden seçildi. Daha doğrusu onlar kendilerini bana seçtirdiler. Hikâyelerini yazmaya karar verdikten sonra haklarındaki bütün biyografik bilgileri araştırdım. Gerçi bunlar genelde bir sayfa bile tutmayacak bilgilerdi; sonra divanlarını, şiirlerini okudum. Şiirleri arasından aşklarına dair satır aralarını süzdüm. Hayat hikâyeleriyle örtüştürecek biçimde kurguladım ve hikâyeler ortaya çıktı. Beş yüzyıldan beş hikâye... İstedim ki yüzyıllar boyunca aşkın nasıl bir dönüşüm veya gelişim geçirdiği, nasıl değer kaybedip anlamını kaybettiği gibi hususlarda okuyucu fikir sahibi olsun ve kendi çağını, kendi aşkını ona göre değerlendirsin.
Hikâyelerin mekânlarını seçerken her yüzyıla göre ayrı araştırmalar yapmam gerekti. Bütün bunları yapmak çok heyecan vericiydi; ortaya güzel bir kitap çıktı sanırım.
İSKENDER PALA KİMDİR?
1958, Uşak doğumlu. İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi’ni bitirdi (1979). Divan edebiyatı dalında doktor (1983), doçent (1993) ve profesör (1998) oldu. Edebiyat araştırmacısı olarak çeşitli ansiklopedi ve dergilerde bilimsel ve edebî makaleler yayınladı. Ortaokul ve liseler için ders kitapları yazdı. Türk Silahlı Kuvvetleri’nde çalıştığı yıllarda Osmanlı deniz tarihiyle ilgili araştırmalarda bulundu ve bir kısmını kitaplaştırdı. Özellikle, divan edebiyatı sahasındaki çalışmalarıyla dikkat çekti. Divan edebiyatının halk kitlelerince anlaşılabilmesi için klâsik şiirden ilham alan makaleler, denemeler, hikâyeler ve gazete yazıları yazdı. Düzenlediği divan edebiyatı seminerleri ve konferansları, kalabalık dinleyici kitleleri tarafından takip edildi.
“Divan Şiirini Sevdiren Adam” olarak tanınan İskender Pala, Türkiye Yazarlar Birliği Dil Ödülü’nü (1989), AKDTKY Türk Dil Kurumu Ödülü’nü (1990), Türkiye Yazarlar Birliği İnceleme Ödülü’nü (1996), Kayseri Aydınlar Ocağı Yılın Fikir Adamı Ödülü’nü (2001) aldı. Hemşehrileri tarafından “Uşak Halk Kahramanı” seçildi. Babil’de Ölüm İstanbul’da Aşk adlı romanı Türk Eğitim-Sen, Türkiye Yazarlar Birliği, Polis Akademisi ve Emniyet Teşkilatı ile değişik öğretim kurumlarınca yılın romanı (2003) seçildi. Hâlen, İstanbul Kültür Üniversitesi öğretim üyesidir.
|