Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 21 Aralık 2007

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 

Basından Seçmeler

 

Bediüzzaman’ın tebrik ettiği gazeteci

Bediüzzaman Said Nursî, 1958 senesinde bir gazeteciye mektup yazarak tebrik etti. Kimdi bu gazeteci? Üstad’ın takdirine ve tebriğine mazhar olacak ne yapmıştı? (...) Yazının başında Said Nursî’nin 1958’de tebrik ettiği gazetecinin Eşref Edip Fergan olduğunu söyleyelim.

Çünkü bu yazının kaleme alınış amacı, Eşref Edip’in gazeteciliğine ve Said Nursî’yle ilişkisine kısaca değinerek 1971’de vefat eden Eşref Edip’i ölüm yıldönümünde milletimize hatırlatmak.

BEDİÜZZAMAN VE BASIN

Van’da medresede hocalık yaptığı günlerde, vali Tahir Paşa, bir gazetedeki haberi Said Nursî’ye gösterdi. Habere göre; İngiltere Sömürgeler Bakanı Gladiston, Meclis’te Kur’ân-ı Kerim’i gösterip “Ya bu Kur’ân’ı ortadan kaldırmalıyız, ya da Müslümanları ondan soğutmalıyız” demişti.

Bu şok edici haber, genç Said’i alt üst etti. Bu yüzden “Kur’an’ın sönmez ve söndürelemez manevi bir güneş olduğunu dünyaya isbat edeceğim ve göstereceğim” dedi.

Bir gazete kupüründe görünen Batı’nın çirkin yüzü Said Nursî’yi harekete geçirdi. Onu Kur’ân dâvâsıyla buluşturan basın, kimi zaman yanında oldu, kimi zaman da karşısına geçip ona büyük düşmanlıklar gösterdi.. Bu iki unsur, basın ve Kur’an-ı Kerim, bütün bir hayatını şekillendirdi.

İşte Said Nursî’nin İstanbul macerası da böylelikle, bir gazete haberiyle başlamış oldu: İmparatorluğun başkentine gidecek ve oradan sesini bütün dünyaya duyuracak, Kur’an’ın mucizesini bütün bir insanlığa haykıracaktır.

Meşrutiyet döneminin ta başında İstanbul’a varınca, fikri ve siyasi tartışmaların da tam ortasında buldu kendini. Bir taraftan Tanin, İkdam, Serbesti, Mizan, Şark ve Kürdistan, Volkan gibi çeşitli gazetelerde yazılar yazdı, bir taraftan da siyasi tartışmalara katıldı.

Dönemin sosyal ve siyasi şartları ve uluslararası ilişkilerdeki gidişat gözönüne alındığında, geleneksel saltanat idaresinin devamının zor olduğunu düşünüyor, bundan dolayı meşrutî idareyi bir çare olarak görüyordu. ‘’Eski hal muhal, ya yeni hal, ya izmihlâl’’ diyor, şeriatı esas alan meşrutiyeti ateşli bir şekilde savunuyordu.

Said Halim Paşa, Babanzade Ahmet Naim, Filibeli Ahmet Hilmi, Mehmet Akif, Elmalılı M.Hamdi gibi dönemin bir çok entelektüeli, siyaset ve ilim adamından oluşan İslamcı çevreye katıldı..

MİLLİ MÜCADELE KAHRAMANLARI

Eşref Edip, milletimizce gazeteci kimliğiyle, daha çok 1908’de yayınlanmaya başlanan Sırat-ı Müstakim ve sonraki adıyla Sebilürreşad’ın sahibi olarak bilinir.

Aslında Eşref Edip, bugünkü adıyla İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi mezunudur ve aynı fakültede doktora da yapmıştır. Üniversitede hoca olmaya yönelen Eşref Edip, 1908’de İkinci Meşrutiyet ilan edilip de İstanbul’da ateşli fikir mücadeleleri yaşanmaya başlanınca, gazeteciliği profesörlüğü tercih etti. Başta Abdullah Cevdet olmak üzere Batıcılık taraftarları ile mücadeleye başladı.

Basın tarihimize baktığımızda, Osmanlı İmparatorluğu’nun başkenti İstanbul’da, İkinci Meşrutiyet’in ilanından sonra, yayın dünyasının çeşitlenerek canlandığını ve çok şiddetli bir şekilde meşrutiyet ve meşveret kavgaları yapıldığını görüyoruz. O dönemdeki Batıcılık, Türkçülük ve İslamcılık olarak adlandırılan üç fikir akımının güçlü kalemleri, birbirleriyle girdikleri ateşli fikir tartışmalarıyla basın dünyasını da hareketlendirdiler..

İkinci Abdülhamit’in saltanatının son yıllarında, canlanan basın dünyasında, artan yenilikçi fikirlere karşı geleneği ve İslam birliği ideolojisini savunan Sırat-ı Mustakim haftalık dergisinde Ebü’lula Mardin, Mehmet Akif Ersoy, Said Nursî, Musa Kâzım ve Mahmud Esad gibi İslamcı düşüncenin önde gelen güçlü kalemleri yazıyordu.. Eşref Edip’in, 9 Mart 1912’de, derginin yayın hayatının dördüncü yılında, 182. sayıdan sonra, Sırat-ı Mustakim’in adını Sebilürreşad olarak değiştirdiği görülmektedir.

İstiklal Marşı şairimiz Mehmet Akif Ersoy’un baş yazarı olduğu Sebilürreşâd, Birinci Dünya Savaşı yıllarında İttihat ve Terakki yönetimiyle fikrî bir mücadeleye girdi. Bu sebeple, 1916’dan 1918 yılının ortalarına kadar bir buçuk yıl süreyle yayımlanmadı. Fakat Sebilürreşâd savaşın bitiminden sonra tekrar yayınlanmaya başladı.

Ancak, İstanbul’da işgal kuvvetlerinin ve azınlıkların baskısı artınca Mehmet Akif ve Eşref Edip Anadolu’ya geçti. Sebilürreşâd Kasım 1920’de bir süre kaldıkları Kastamonu’da çıktı. (...) Eşref Edip, Millî Mücadele’nin kazanılmasından sonra tekrar İstanbul’a döndü ve yayın faaliyetine burada devam etti.

50 YILLIK DOSTLUK

Burada hemen belirtmeliyiz ki Said Nursî de, Eşref Edip de II. Meşrutiyet’in ilânını, Birinci Dünya Savaşı’nı, Milli Mücadele’yi, Cumhuriyetin ilânını, tek parti yönetimini, demokrasiye geçişi gördüler. Said Nursî, iki ay önce vefat ettiği için 27 Mayıs’ı göremedi. Fakat bu iki İslam büyüğünün kişisel hayat hikayeleri, hem yakın tarihimizi, hem de basın tarihini yansıtıyor.

Eşref Edip’in Üstad Bediüzzaman’la alâkalı olarak neşredilmiş üç tane kitabı vardır: Risale-i Nur Müellifi Said Nur ve Nurculuk (1952), Bediüzzaman Said Nur ve Nurculuk, Tenkid, Tahlil (1963), Risale-i Nur Muarızı Yazarların İsnatları Hakkında İlmî Bir Tahlil (1965).

Bunların dışında Sebilürreşad, Yeni İstiklâl, Bugün, Sabah ve İttihad gazetelerinde Üstad Bediüzzaman’la alâkalı araştırma ve yazıları neşredildi. Bunların en uzunu ve muhtevalısı 29 Aralık 1965 ile 25 Mayıs 1966 tarihleri arasında “Senatör Ahmed Yıldız Beyefendiye: İslâm Düşmanlarının Tertiplerini Ortaya Çıkarmak Vazifemizdir” adı altında neşredilen yazıdır. Ayrıca Bugün gazetesinde de “Bediüzzaman’ın Meçhul Kabri” adı altında uzunca bir yazısı yayınlandı. Nur Risalelerinde ve Bediüzzaman’ın mektuplarında Eşref Edip’ten övgü ile bahseden kısımlar vardır.

Eşref Edip Aralık 1971’de vefat etti ve Edirnekapı Şehitliği’ne defnedildi. Eşref Edip ile çıkardığı derginin yazarlarından, dava ve mücadele arkadaşı Said Nursî 50 yıl süren büyük bir dostluğu yaşadılar.

SEBİLÜRREŞAD’IN 50. YILDÖNÜMÜ

Said Nursî, 1958’de Sebilürreşad’ın 50. yıldönümü vesilesiyle Eşref Edip’e şu tebriği gönderdi:

“Aziz, muhterem, sıddık, envâr-ı İslâmiyeyi elli seneden beri neşreden, hakaik-i İslâmiyeyi ehl-i dalâlete karşı müdafaa eden ve elli seneden beri benim maddî mânevî bir hakikî kardeşim ve meslektaşım, Eşref Edip!

Sebilürreşad’ın ellinci sene-i devriyesi münasebetiyle gayet samimî ve uzun bir mektup yazacaktım. Fakat pek şiddetli hasta olduğumdan, hattâ konuşmaya da iktidarım olmadığından, Risale-i Nur’a havale ediyorum. Onda Sebilürreşad’ın mahiyetini, hizmetini gösteren mektuplar vardır.

Zaten Sebilürreşad, Nur’ların mühim parçalarını neşretmiştir. Tarihçe-i Hayat, Sebilürreşad’ın ellinci sene-i devriyesine tam bir tebriknâme hükmündedir.

Duanıza muhtaç gayet hasta Said Nursî.”

Sebilürreşad, İslam düşüncesinin kalelerinden biridir. Said Nursî ile ‘kardeşim ve meslektaşım’ diye hitap ettiği Eşref Edip de kalemleriyle milletimizi, İslamı, tarihimizi ve geleneğimizi savundukları için meslektaş olmaktadır. İkisi de Milli Mücadele kahramanıdırlar.

MÜCADELENİN

BASINA YANSIMALARI

Said Nursî, dönemindeki basının ilgi odağındaydı. Popüler bir İslam alimiydi. Faaliyetlerinin haber değeri vardı.

Mahkemeleri, gazetelerde sürekli haber oluyordu. Ceza evine giriş ve çıkışları, toplumda büyük bir ilgi topladığı için basında yer alıyordu.

Haksız yere 31 Mart’ta yargılanırken, Said Nursî’nin mahkemede yaptığı savunmaya basın büyük ilgi göstermişti. Birinci dünya Savaşı’nda Bitlis savunmasında esir düşüp götürüldüğü Rusya’dan kaçarak 1918’de İstanbul’a dönüşü de basında manşet olmuştu. Milli Mücadele’de İstanbul’u değil de, Ankara’yı desteklemesi, ısrarlı davet üzerine Ankara’ya varışı yine basına yansıdı. Cumhuriyet döneminde de yargılanıp tutuklandı sık sık ve bu süreçte sürekli basının ilgisini topladı üzerinde.

Said Nursî, basının öneminin farkındaydı ve bu yüzden hep yakın durdu. Basın karşısına geçip aleyhine yayın yapsa da önemini ve işlevini bildiğinden hiçbir zaman basından kaçmadı. Basında hala aleyhinde yayınlar yapılıyor. (...) Kısaca Said Nursî’nin takdir ettiği, çıkmasına öncülük ettiği, yazılarını yayınladığı gazeteler ve başarılı bulduğu gazeteciler de vardı. Bunlardan biri de Eşref Edip ve çıkardığı dergi Sebilürreşad’dı...

CUMHURİYET’İN MANEVİ MİMARLARI

Said Nursî de, Eşref Edip de kalemleriyle savaşan İslam alimleri.. (...) Cumhuriyet dönemi İslam büyükleri arasında görüyoruz onları; büyük bir sevgi ve saygıyla anıyoruz. Onlar Cumhuriyet’imizin manevi mimarlarından..

Bu vesileyle Eşref Edip’i rahmetle anıyoruz. Onun basın tarihimizdeki yerini hatırlatıyoruz: Eşref Edip, Milli Mücadele’de görev yapmış kahraman bir gazetecidir. Yayınlarıyla, dinimizi ve medeniyetimizi savunmuştur.

Basına da yansıyan şanlı mücadeleleriyle, onlar güzel bir hayat yaşadılar..

Milletimiz, bu İslam büyüklerini anarak vefa borcunu ödemelidir.

Haber7.com, 20 Aralık 2007

Mustafa Yürekli

21.12.2007


 

“Derinden azmettirenler var!”

İstanbul’un fethinden beri bu topraklarda yaşayan azınlık din adamları için Türkiye, bir “korku ülkesi” haline geldi.

Son 2 yılda saldırılar giderek arttı.

Kampanya, 2006 Şubat’ında Trabzon’da başladı. Hrant Dink cinayetinden iki hafta sonra, Santa Maria Katolik Kilisesi rahibi Andrea Santoro, pazar ayini çıkışı göğsünden kurşunlanarak öldürüldü.

Ondan 6 ay sonra Samsun’da İtalyan Katolik Kilisesi rahibi Pierre Brunissen bıçaklandı.

Ardından 2007 Nisan’ında Malatya katliamı geldi. 5 genç, Hıristiyanlık üzerine kitaplar hazırlayan yayınevini basıp 3 Hıristiyan’ı bıçakla doğradı.

Geçen ay Mardin’in Midyat ilçesinde Mor Yakup Manastırı’nın rahibi Daniel Savcı, fidye talebiyle kaçırıldı.

Bu hafta da İzmir’de Meryem Ana Kilisesi rahiplerinden Adriano Francini’ye bıçaklı saldırı düzenlendi.

Hepsinin mi “akıl sağlığı bozuk?”

Saldırganların biri hariç hepsi 16-20 yaş arası, eğitimsiz, yoksul gençler...

Kendi başlarına hareket eder gibi görünüyorlar, azmettiricileri ortaya çıkarılamıyor. Genellikle “akıl sağlığı bozuk” diye hapsediliyorlar. Olayın üstü örtülüyor.

Ancak saldırılar durmuyor. Üstelik Hrant Dink ve Malatya olayında ortaya çıktığı gibi, saldırganların devlet içinde bağlantıları bulunuyor.

Bu arada son dönem misyonerlik faaliyetlerini abartarak gündeme sokan yaklaşımlar, azınlık din adamlarını hepten hedef haline getiriyor.

Patrik tedirgin

Fener Rum Ortodoks Patriği Bartholomeos ile görüştüm.

Tedirgindi.

Yukarıdaki listeye, geçenlerde İstanbul’da saldırıya uğrayan Yunan MEGA televizyonu muhabirini de ekledi.

“Üst üste gelen bu saldırılar hepimizi çok üzüyor” dedi:

“Yalnız Hıristiyanları, azınlıkları değil, eminim ki sağduyulu bütün Türk yurttaşlarını da üzen, tedirgin eden olaylar bunlar...

“Sadece Türkiye kanunlarına değil, Türkiye’nin örf ve âdetlerine, konukseverliğine de ters düşen olaylar..

“Uluslararası kamuoyu önünde Türkiye’nin imajını da zedeleyen, ‘farklı dinden olanlara karşı düşmanca davranan bir toplum’ olarak görülmesine yol açan olaylar...

Oysa sağduyulu hiçbir Türk yurttaşı böyle bir şeyi tasvip etmez.”(...)

AB’ye engel olmak için mi?

Faillerin ortak özelliklerini hatırlatıp “Sizce kışkırtma var mı?” diye sordum. Şöyle dedi:

“Bu genç çocukların kendi inisiyatifleriyle hareket ettiklerini düşünmüyoruz. Daha derin bir şeyler olabilir. Hrant Dink olayında azmettirenler olduğunu herkes söyledi. Diğer saldırılarda da belki azmettiren çevreler vardır.”

Kimler onlar?

Patrik Bartholomeos “bu olayların özellikle Türkiye’nin AB’ye girme çabasında olduğu bir dönemde yoğunlaşması”na dikkat çekiyor. Bu saldırıların, Türkiye’nin Batı’daki imajına vurduğu darbeyle tam üyelik sürecini baltaladığını düşünüyor. (...)

Milliyet, 20 Aralık 2007

Can Dündar

21.12.2007


 

Bayramlar ve aydınlar

Ahmet Altan, Türkiye’de aydınların dinle barışamadığını söyledi yakınlarda.

Aslında sorun tek başına din değil.

Çünkü bir kısım aydınlarımızın Noel geceleri kiliselere gidip mum yaktığını gazetelere yansıyan haberlerden biliyoruz.

Sorun, Batı karşısında duyulan komplekste.

Batı’nın her kurum ve kuralının doğru ve yerinde olduğunu kabul eden anlayış, kendisini din alanında da gösteriyor.

Türkiye’de aydın, kadınlı erkekli sıralara oturarak yapılan ayini, ayakkabıların çıkarıldığı, kadın ve erkeğin bir araya gelemediği tipe tercih ediyor.

Bu, hayatın her alanına yansıyor.

Müzikten giysiye, yemekten kitaba kadar.

Bu, Batı’yı sorgusuz sualsiz uygarlığın ideal modeli olarak kabul etmenin sonucu.

Oysa Batı tek tip değil.

Kiliselerin boşalıp dükkân veya restoran olduğu Avrupa da Batı; yaşamın kurallarını dini esas olarak yeniden düzenlemek isteyen politikacıların ortaya çıktığı Amerika da...

Sorun aslında ülkelerin inanç biçimi, giysisinden çok gelişmişlik düzeyinde.

Bugün Müslüman dediğinizde aklınıza tek tip bir insanın gelmesi mümkün değil.

Taliban’ın İslâm anlayışı, Hamas’ın İslâm anlayışı, Pakistan’daki mollaların İslâm anlayışı farklı.

Tıpkı Türkiye’deki İslâm anlayışının farklı olması gibi.

Bugün Türkiye’yi yöneten muhafazakâr sınıfın, topluma ve dine bakışının 20 yıl öncesine göre çok farklı olması gibi. (...)

Sabah, 20 Aralık 2007

Ergun Babahan

21.12.2007


 

Yüzde 70’i ne yapmalı?

Ben aslında Fazıl Say’ın mutlu olmasını isterim. Ülkeyi terk etme düşüncesi beni yaralar. Aslında hiç kimsede böyle bir ülkeyi terk düşüncesi oluşmamalı.

Ama nasıl yapmalı? Gelin bir kere daha okuyalım Fazıl Say’ın sözlerini: “Bizim Türkiye rüyalarımız biraz öldü. Tüm bakan eşleri türban takıyor. İslamcılar zaten kazandı, biz yüzde 30, onlar yüzde 70. Şu anda değil ama ilerde Türkiye’yi terk etmeyi düşünüyorum. Biz artık azınlıkta kaldık, dışlanıyoruz. Ne ıvır zıvır adamları çağırdılar, beni, Çankaya’ya davete bile çağırmadılar. Böyle giderse, bir kızım var, onu da alır yurt dışına giderim.”

Biraz metin tahlili yapmak istersek; bu ifadede:

1. Türkiye’yi terk etmek istiyorum, tarzında bir karar cümlesi var.

2. Çankaya’ya ıvır zıvır adamların çağrıldığı, kendisinin çağrılmadığı şeklinde dışlanmışlık hissini ifade eden cümle var.

3. Türkiye rüyalarımız bitti, yüzde 30’uz, azınlıkta kaldık, gibi ümitsizlik ifadesi cümleler var.

4. Bir de karşı tarafa ilişkin tespitler var: İslamcılar kazandı.

Onlar yüzde 70. Bakan eşleri türbanlı. Bu ifadelerde en dikkat çekici olanı, hiç şüphesiz, “Onlar” diye işaretlenen ve “İslamcılar” diye somutlaştırılan kesimin “yüzde 70”lik bir çoğunluk oluşturduğu kanaati. Geriye kalanların tümü, bu ana tespite dayanıyor. Hemen söylenebilir ki bu yüzde 70’lik rakam Ak Parti’nin aldığı oy oranını ifade etmemektedir. Ak Parti 22 Temmuz seçimlerinde yüzde 47 oy almıştır. Demek ki Sayın Say’ın Ak Parti dışındaki yüzde 23’lük toplum kesimiyle ilişkileri de sağlıklı değildir. Burada bir adım daha gidilerek, “Acaba yüzde 30 kimlerden oluşuyor?” diye sorulabilir.

Çünkü yüzde 30’un bir oy hüviyeti varsa, onun hangi siyasi zeminde ortaya çıktığını bilmek de önemlidir. Çünkü bu bize, Sayın Say’ın mutluluk reçetesini anlama imkânı verecektir. Burada “Acaba CHP mi?” diye sorulabilir. Ancak CHP’nin oy oranı da yüzde 20’nin biraz altında biraz üstünde, yani yüzde 30’larda değildir. Şu söylenebilir ki, sayın Say’ı mutlu edecek toplum kesimi yüzde 30’u bile bulmuyor olursa iş daha dramatik hale gelmiş olacaktır. Başta da ifade ettiğim gibi, bu ülkede Fazıl Say dahil herkesin mutlu olması, hiç kimsede ülkeyi terk kırılganlığının oluşmaması istenir. Ama bir insan, böyle bir yüzde 70-30 denklemi kuruyorsa ve yüzde 70’i kendisini kuşatan bir topluluk olarak görüyorsa ne yapılabilir? Yüzde 70’lik rakam bir ülke ortalamasını vermek bakımından önemlidir.

Bir rüya gördünüz ve o toplumda onun yansıması olmadı! Ne yapacaksınız? “Ülkeyi terk ederim!” diyorsunuz. Bazı dostlarınız, “Kal mücadele et!” diyorlar. Şu ana kadar “Kal ve toplumunla uyum sağla!” diyene rastlamadım dersem yanlış olur mu bilmiyorum.

Kim bilir belki de “Bu toplumla uyum”u da “imkânsız” görüyordur sayın Say. Ben Fazıl Say’ın “terk” sözünü, gerçek bir terk niyetiyle söylediğini hiç düşünmedim. Yapmak istediği, bir kırbaç şaklatmak. Şok etkisi oluşturmak. Bir yerleri harekete geçirmek: Yüzde 30’a “Ne duruyorsunuz?” diye seslenmek. Aslında bu yöntemi ilk uygulayan o değil. Bir süredir bir yazarımız “Göbeğini kaşıyan adam” söylemiyle, çoğunluk iradesini aşağılamaya, derin fırçalarla da, askerden CHP’ye kadar herkesi ayağa kaldırmaya çalışıyor. Fazıl Say, “terk ederim” söylemiyle ayağa kalkma çağrısını Sarkozy’ye de göndermiş oluyor, farkı bu. Aslında “Fazıl Say mantığı, yüzde 30’u nasıl oluşturdu?” yu da tahlil etmek gerekir. Ben onun bile biraz “sera ürünü” olduğunu düşünürüm. Aslında “Yüzde 30 nedir?”i de sorgulamak gerekir. Acaba askeri müdahaleler, yüzde 70’i terbiye etmeye yönelik eylemler miydi? Fazıl Say’ın eline yetki geçse ne yapar yüzde 70’e? (...)

Bugün, 20 Aralık 2007

Ahmet Taşgetiren

21.12.2007


 

Bayram eski bayram, ama insanlar eskisi gibi değil…

İki miskin masa başında çenelerini sol ellerine dayamış olarak karşılıklı oturuyorlarmış. Birbirlerine saatlerce bakmışlar. Sonra biri, başını ağır ağır sağa doğru hareket ettirmiş, çenesini sağ eline dayamış.

Karşısındakinin bu hareketini izleyen diğer miskin uzun uzun düşünmüş… Sonra konuşmuş,

- İnsan kuş misali, demin neredeydin, şimdi neredesin, demiş.

İnsan hayatı için çok uzun görülen zaman dilimlerinin insanlık için anlık süreler olduğunu fark etmezseniz, bu miskinler gibi başınızı oynatmanızın uzun yolculuklar yapmak anlamına geldiği yanılgısına düşebilirsiniz.

Bir Amerikan televizyon kanalında, şişman, gaga burunlu, dişleri bozuk, vücutları deforme kadınlar, birkaç aylığına kampa alınıyorlardı. O süre boyunca estetik cerrahlar, jimnastikçiler, dişçiler ve her çeşit uzman bu kadınları tepeden tırnağa değiştirip, güzelleştiriyordu.

Ayna yasağı

Bu programa katılan kadınların, kampta bulundukları süre boyunca aynaya bakmaları yasaklanıyordu.

Aylar sonra bu kadınlar süslenip kendilerini güzleştiren uzmanların önüne çıkıyorlar ve ilk kez kendilerini aynada görüyorlardı.

Hemen hepsi yeni görüntüleri karşısında çığlıklar atıyor ve ağlamaya başlıyordu. (...)

Toplum mühendisleri

Ama birileri, bu aynaya bakmama önerisinin, toplum için mümkün olabileceğini sanıyor. Sosyo-politik yaşamın geçmişteki bir zaman diliminde dondurulmuş olabileceğini ve toplumun kendisini aynada görmemesi halinde, hiç değişmemiş olduğuna da inanacağını zannediyor.

Hatta bazıları daha da ileri gidip, Amerikan televizyonundaki estetikçilerin yaptıklarını yapabileceklerini ve toplum mühendisliği ile, tüm görüntüleri yok edebileceklerini bile düşünüyorlar.

Ne yaparsanız yapın, zaman geçiyor ve değişim hükmünü icra ediyor.

Burada garip olan, insanlık için anlık süreler olması gereken zaman dilimlerinin bazı insanlar için hiç geçmemişler, hiç yaşanmamışlar gibi algılanmalarıdır. Kendi yaşamlarında telli telefondan cep telefonuna, telgraftan internete geçtiklerini düşünmeden, toplumun çok sesliliğe, çok renkliliğe geçişini yadırgayanların sayısı az değildir.

Nerede o eski bayramlar

“Bayram kaçışları”nın Direklerarası’ndan Maldivler’e uzanmasını da böyle algılamak değil mi mesela?

Beni en fazla üzen fıkra, ağlayan karides yavrularının, “annemiz kokteyle gitti” demeleridir.

Bugün de kurbanların değil, siz sayın okurlarımın bayramızı kutluyorum.

Ama gözümün önünde hep ölümden kaçmak için caddelerde koşuşan boğaların görüntüsü var.

Sakın “nerede o eski bayramlar” diye yakınmayın.

Bayramlar yine bayram ve kurbanlar yine kurban.

Ama siz de, toplum da, zaman da eskisi gibi değil.

Posta, 20 Aralık 2007

Mehmet Barlas

21.12.2007

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

 

Bütün haberler


 Son Dakika Haberleri