Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 19 Aralık 2007

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 

Basından Seçmeler

 

Türk’e Türk propagandası

Kandil Dağı’nın vurulmasından sonra biz dahil ulusal gazetelerimiz her zaman olduğu gibi milli gururumuzu okşayıcı görüntüler ve başlıklarla çıktılar. Bunu eleştirmiyoruz. Bu son derece normaldir. Özellikle savaş durumlarında her ülkede ulusal gazeteler milli gururu okşayıcı haberlerle çıkarlar.

Ancak korkum, ‘ulusal gururumuzu okşayacağız’ derken yine meselenin özünü ve gerçek çözüm yollarını göz ardı etmeye başlayacağımızdır.

İnşallah yapılan askeri bir görevden sonra yine “Türk’ün Türk’e propagandası” çerçevesinde kalınarak ‘sıfıra sıfır elde var sıfır’ boyutunu aşamamamız ihtimali olmaz.

Bu ‘kendi kendimize propaganda’ durumu belki de bize en çok zarar veren, en fazla yanlışa sürükleyen tavırdır.

Özellikle ertesi gün Hürriyet’in ‘Konu komşu bilsin elimiz ağırdır’ başlığı ‘acaba otopropaganda havasına yine mi girdik’ sorusunu sordurdu bize.

Yıllardır kendimizle övüneceğiz diye, hiçbir zaman sorunlara gerçek çözümleri düşünmeye fırsat bulamadık.

Sorunlarla her karşılaştığımızda kendimizi övdük, sorunu bir kenara bıraktık. Sorunlar birikip en sonunda içinden tamamen çıkılmaz hale geliyor.

Kürt meselesinde aynen böyle oldu. İlk başlarda Kürtlerin varlığı bile reddedildi. İkinci aşamada baktılar ki reddederek bir yere varılmayacak, o zaman da komik komik teoriler filan atıldı ortaya.

Bu arada temeldeki sorunla uğraşılmadı. Bir sonraki aşamada baskı yapılma yoluna gidildi.

Bunun da bir sonuç getirmesi beklenmiyordu gerçekten ama yaratıcı düşünceye rağbet olmadığından sonuçsuz kalacağı belli olan kısır döngüde kalmakta ısrar edildi.

En sonunda terör patladı. Bir anlamda “PKK’yı devlet yarattı” da diyebiliriz. Çünkü sorunlar göz ardı edilmeseydi, biraz yaratıcı düşünülseydi, Kürtlere biraz sahip çıkılsaydı, baskıdan medet umulmasaydı PKK da olamazdı. Onun varlık nedenini yok etmiş olurduk.

Bütün bunlar yapılamadı. Belki şimdi boşu boşuna dövünmenin de anlamı olmayabilir ama bir sorunda kendimize düşen hata payını görmezsek o hatayı durmadan tekrarlamak yoluna gidebiliriz.

Şimdi kimse diyemez ki; ‘ordumuz Kandil Dağı’nı bombalamakta hatalıdır’. Çünkü uzun zamandır tahrik edildi ve harekete geçilmesi artık önlenemez hale gelmişti.

Önceki sabaha karşı yapılması gereken yapıldı ama görülmesi gereken şudur:

Biz istersek Kandil Dağı’nı tamamen yeryüzünden silelim, terörü doğuran sosyal, ekonomik ve kültürel çerçeve yeryüzünden silinmedikçe, askeri başarıyla kendi kendimize ne kadar övünürsek övünelim, bunun gerçekten bir önemi olmayacak.

Acı gerçek budur. Bu tür acı gerçekleri görememek bizim devletimizin tarihi gibidir. PKK terörü durumunda böyle oldu, türban meselesinde de aynen böyle oldu.

Türkiye Cumhuriyeti kendi kendiyle övünüp, 10. Yıl Marşları filan söylerken, kendisine uygun gelmeyen her fikri talebi hainlik olarak görüp baskı altına almaya çalışırken, türban gerçekten de demokratik bir hak, bir bireysel özgürlük meselesi halinde olduğu zamanlarda, masum taleplere entelektüel şiddetle ve baskıyla karşılık verdi.

Birey hakları ve özgürlükleri meselesi el birliğiyle politik bir meseleye, ondan sonra da değiştirecek bir sürece dönüştürüldü.

Onca övünmeden, onca yıllık iktidardan, onca marş ve mitingden sonra bugün Türkiye’de ‘ılımlı İslam’ rejimi gerçek bir alternatif olarak ortaya çıkmışsa ve ‘Cumhuriyet’ rejimi gerçek bir mağlubiyet yaşamaktaysa bunun suçunu sadece kendimizde aramamız gerekiyor.

‘Bir Türk dünyaya bedeldir’ deyip çeşitli durumlarda tarih filan yazıyor olabiliriz de bugün Türkiye kendi yarattığı iki sorun nedeniyle içten içe kendisini yiyip bitirmektedir.

Kendi kendimize propagandadan vazgeçip, rasyonel bir bakış açısıyla gerçek sorunlara gerçekçi çözümler üretmeye başlamalıyız.

Şu anda konu komşu bizim elimizin ağırlığını biliyor olabilir ama biz de PKK meselesinin çözümünün hâlâ beklediğini ve asıl önemlisi Kürt meselemizin çözümünün ortada olduğunu anlayalım. (...)

Akşam, 18 Aralık 2007

Serdar TURGUT

19.12.2007


 

Türkiye “bölgesel güç” mü oldu?

Türkiye’nin PKK kamplarına karşı gerçekleştirdiği operasyon bu örgütün denklemdeki yeri açısından yeni bir aşamaya gelindiğinin işareti olarak bakılabilir. Bunca yıl aradan sonra gerçekleşen bu kapsamda operasyon TSK’nın savaş gücü açısından da altı çizilmesi gereken bir nokta.

Nitekim Türkiye’nin kazandığı bu savaş yeteneği nedeniyle bazı gazete ve yazarları, artık “tartışmasız bölgesel güç” olduğumuzun kanıtlandığı yorumunu yaparken bunu “küresel güç” şeklinde abartanlar bile oldu. Ama şu kesin, başlatılan operasyon, hem PKK’nın durumunun hem de Türk-ABD ilişkilerinin yeni bir aşamaya geldiğini gösteriyor.

Amerika’nın hava koridorunu açmasıyla PKK’ya karşı yapılan operasyonun bu örgüte ne kadar zarar vereceğini kestirmek zor. Askeri yapı önemli yara alsa bile tümüyle silineceğini kimse beklememeli. Ayrıca örgüt tasfiye edilse bile Ankara’nın, “yumuşak karnı” olarak gördüğü Kuzey Irak meselesini, daha açık ifadeyle Kürt sorununu halletmeyeceği açık.

Türkiye’nin gücünü, Amerika’nın açtığı hava koridorundan gece yarısı havada ikmal yaparak hedefini bombalamasında arayanlar kıyasıya yanılıyorlar. Türkiye’nin sınır ötesi harekat yapması yönünde ateşli yazılar yazıp, mitingler düzenleyenler hiç de küçümsenmemesi gereken bu operasyon gücüne bakıp küresel güç olduğumuzu ilan ediverdiler.

Küresel güç olmayı askeri kapasite ile sınırlandıranların kabız bakış açısı bu ülkenin potansiyelini sıfırladıklarını fark etmeleri mümkün değildir. Veya bu bakış açısıdır ki var olan potansiyelinin altına çekmektedir bu ülkeyi.

Bölgeyle kurduğumuz ilişkiyi tehdit algısına göre kurgulayan kültürel, tarihi derinlikten mahrum kafa yapısına göre sorun birkaç teröristin kafasını ezmekten, inlerini başına yıkmaktan ibaret.

Bunun içindir ki Amerika’nın sağlayacağı lojistik destek karşılığında başka konularda anlaşmaya hazır hale getirilmesinde bir beis görmeyeceklerdir. Tam bu noktada yüzleşmemiz gereken ilk mesele şu: Türkiye hem kendi Kürtlerini hem de Irak’taki Kürtlerle olan ilişkisini Amerika aracılığıyla halletme durumuna gelmiştir. Bu durum Amerika’nın vereceği hiçbir lojistik, stratejik destekle kıyaslanamayacak, hatta pazarlığı bile yapılamayacak bir zaaf oluşturduğunu birilerinin söylemesi gerekiyor.

PKK ortadan kalsa bile, bu yaklaşım belirleyici olursa, olmaya devam ederse, Türkiye’nin Kürt vatandaşlarıyla ilişkileri de tarihi anlamda jeokültürel hinterlandımızın bir parçası olarak Kuzey Irak’taki Kürt, Türkmen ve hatta Araplarla kuracağımız ilişki ABD’ye ipotek edilmiş demektir.

Bu sonuç bugün ortaya çıkmadı şüphesiz. Fakat zihinsel daralma, kendine güvensiz öteki algısının ürettiği korkulara yenik düşen Türk seçkinleri, dün PKK’yı koruyor diye Amerika’ya lanet okurken aynı zamanda Amerika’yı davet ettiklerinin farkında bile olamayacak kadar anlık tepkilerden ileri bir duruşları yoktu. İşin daha vahimi, tepede vizyon sahibi olmaları beklenenlerin de meydanlara dökülen insanlardan daha derinlikli bakış açısına sahip olamamalarıdır. Hatta bu ulusalcı dalganın kitleselleştirilerek memleketin güçleneceğini, milli (ulusal), birlik ve dayanışmanın gerçekleşeceğini varsayarak destek hatta “devlet adına” organize edenlerin var olması şaşırtıcı gelmemektedir.

Türkiye’nin ne kadar güçlü olduğunu göstermek adına İsrail’le kıyaslama eblehliğini yapan bazı küçük kafalar ülkeyi sadece Amerika’nın kucağına atmıyor, bu ülkenin hatta Ortadoğu’nun geleceğini ipotek altına alıyor. Bu ülkenin meşruiyetini İsrail’le kıyaslayan, kendi vatandaşlarıyla ilişkisini bir işgal gücünün bakışına indiren bakış açısı, TSK’nın operasyon gücünü överken orduya, ülkeye en büyük aşağılamayı yaptığının farkında mı bilemem.

ABD’ye karşı dün öfke yağdıranlar, verdiği lojistik destek karşısında bir anda adeta en büyük Amerikan taraftarı bir dille konuşmaya başlamaları bu kırılmanın ne kadar köksüz, tarih ve kültürden beslenmeyen hatta günceli bile okumaktan aciz bir bakış açınsın sonucu olduğunu rahatlıkla görür.

Kürtlerle aramıza Amerika’yı sokan bu çığırtkan beyinlerin o kadar derine inmelerini beklemesek bile şu soruyu sormaları beklenir. Türkiye’ye hava koridoru açmakla, Amerika’nın, Meksika’ya terör gruplarına karşı Los Angeles’te askeri harekat yapmasına izin vermesiyle aynı anlama geldiğini iddia edenlerin, bu yardımın neyin karşılığında olduğu sorusuna cevap aramalarını beklemenin pek anlamı yok.

Uzun vadede, bölgenin en eski kavimleri olan, ortak medeniyetin yoğurduğu ıraktaki tüm gruplarla ilişkilerini Amerika üzerinden kurmaya razı olmanın karşılığı açılan hava koridoru değildir. Olsa olsa bölgeye açılan tarihi, kültürel ve stratejik penceremizin kapatılması demektir.

Yeni Şafak, 18 Aralık 2007

Akif EMRE

19.12.2007


 

Milliyetçilik böler!

Alman siyaset bilimci ve hukukçu Carl Schmitt’ten daha önce söz etmiştim. Schmitt’e göre devlet, daha kuruluş aşamasında “dost” ve “düşman” ayrımı yaparak politik alanı belirler.

“Biz” ve “ötekiler” ayrımı sadece devletin değil, genel olarak milliyetçi siyasetin de temelidir.

İnsanlık tarihinde; çok kültürlü, çok dinli ve çok dilli imparatorluklardan, ulus devletlere geçiş bazı ülkelerde gayet sancılı, hatta kanlı olmuştur.

Çünkü “ ulus devlet “, mantığı gereği bir “millet” tanımı yapar. Bu tanımda, millete dahil olanlar sayılırken, millete düşman olan ya da milletin özelliklerini “ yeteri kadar “ taşımayan unsurlar da belirlenir.

Yine tanım gereği millet, “saf”, “temiz”, “halis” bir varlıktır. “Düşmanlar” ya da “ötekiler” ise bu arı varlığı kirletebilecek, bozabilecek ya da hayatına kastedebilecek... Dolayısıyla tehlike yaratabilecek öğelerdir.

Bu tasavvur elbette bir hayal, bir kurgu, bir politik fantezidir. Çünkü “saf millet” yoktur. Peki, o zaman ne yapmalı? “Ötekini bertaraf ederek saflığa ulaşmalı!”

İşte kavga da, kan da, acılar da buradan çıkar.

***

Osmanlı gibi bir imparatorluğun yıkıntıları üzerine kurulan Türkiye Cumhuriyeti’nde yukarıda anlatmaya çalıştığım politik fantezinin etkileri görülür.

Aslında olay 1923’ten önce başladı...

İttihat ve Terakki yönetimi devleti emniyet altına almak için çevre ülkelerden “ güvendiği “ Müslüman unsurları Anadolu’ya yerleştirirken, 1915’teki büyük tehcirle Ermenileri kapı dışarı etti.

Cumhuriyet kurulduktan sonra da Yunanistan ile yapılan “ mübadele “ anlaşmasıyla halklar iki ülke arasında yer değiştirdi.

Başka dinden olanlara yapılan doğrudan baskılar; 1942’deki Varlık Vergisi, 6-7 Eylül (1955) olayları derken 1960’lara kadar devam etti.

Neticede geriye bir avuç Yahudi, Ermeni ve Rum kaldı.

Ancak saf bir millet oluşturma fikri gayet güçlü bir hayaldir ve “milliyetçi politika” demek, aynı zamanda bu hayali sürdürmektir.

Milliyetçiliğin olduğu yerde “düşman” ve “kötü öteki” hiç bitmez. Ulus devlet hep tehdit altındadır.

Bunun tezahürlerini hep görmekteyiz: Faşizmin Avrupa’yı kasıp kavurduğu dönemlerden devşirilen, “Ya sev, ya terk et” sloganı bugün dahi kullanılabiliyor.

İşin kötü yanı şu: “Sert” milliyetçilerin ağzına yakışan bu slogan... Eğitimli, az buçuk dünyayı tanımış, sağduyu sahibi olduğunu sandığımız, “çağdaş” denilen insanların dahi dilinde...

Herkes sinirlendiği kişi ya da grubu, bir yerlere göndermeye kalkışıyor: Malezya, Suudi Arabistan, İran, ABD en gözde “ sürgün “ diyarları...

Halbuki... Göndermek, ihraç etmek, dışarıya atmak, tehcir etmek, defetmek, sürgün etmek yerine... “ Kardeşim nedir senin sorunun, gel şuna bir çözüm bulalım “ demek daha doğru değil mi?

***

AKP, geçen yıl Kurban Bayramı’nda, duvarları, üzerinde, Başbakan

Erdoğan’ın fotoğrafından başka, “Kurban olam ayına yıldızına” yazan afişlerle donatarak milliyetçiliğe göz kırpmıştı.

“Bayrak” elbette çok önemli bir değer. Onu tartışacak değilim. Ancak, yukarıda anlatmaya çalıştığım gibi, milliyetçilik (bilhassa “ sert “ olanı) tabiatı icabı “ bölücü “ bir ideolojidir. Çünkü sürekli düşman üretir. Hep birilerini “ öcüleştirir “!

İktidar partisi bu yıl bayram sloganını değiştirmiş: “ El ele, omuz omuza, gönül gönüle, nice bayramlara... “ diyorlar.

İşte bu daha iyi!

Hem de çok daha iyi.

Çünkü... Genelkurmay Başkanı Org. Büyükanıt’ın da vurguladığı, “demokrasi, insan hakları, özgürlük ve barış “ gibi değerler çevresinde bir araya gelinecekse... Bu ancak, ayrımlar yaratıp dışlayarak değil, “ kucaklaşma politikaları “ uygulayarak olur.

Sabah, 18 Aralık 2007

Emre AKÖZ

19.12.2007


 

On milyar dolarlık operasyon

(...)Son hava operasyonu, teknolojik açıdan Türk Silahlı Kuvvetleri’nin ciddi aşama kaydettiğini gösteriyor. Bu anlamda bir ilk, diğerlerinden farklı.

TSK bu teknolojik sıçramaya, 10 milyar dolarlık harcama ile ulaşıyor.

Dünyada halen bir trilyon dolarlık silah harcaması var. Bunun 450 milyar doları, hemen hemen yarısı Amerika’ya ait. Türkiye silah harcaması sırasında dünyada ondördüncü.

Hava harekatı bu teknolojik üstünlüğe dayanıyor. Harekatın gece yapılmasının temel nedenlerinden biri, PKK’nın elinde bulunduğu bildirilen füze ve uçaksavarlardan korunmak tezinden ileri geliyor.

Dünyada kaç terör örgütünün elinde füze ve uçaksavar var? Buna harcanan parayı PKK nereden buluyor? O silahları PKK’ya kim satıyor?

ABD İZNİ

Bu teknolojik üstünlükle birlikte, harekata Amerika’nın izin verdiği gün gibi ortada. Önce istihbarat, ardından Kuzey Irak hava sahasını açması.

Ancak harekâttan sonra, Pentagon’un operasyona destek veren açıklamasını gözden kaçırmak yanlış:

“Bu askeri operasyon, artık başka önlemler de gerek.”

Açıklamayı yapan Beyaz Saray ya da ABD Dışişleri Bakanlığı değil, Pentagon. Hitap ettiği Türk Hükümeti değil, doğrudan Genelkurmay Başkanlığı.

Yani, teröristle mücadele silahla olur, ama terörün kökünü kazımak için, başka önlemler gerek, diyor. Bunu da, Genelkurmay’a söyleyerek, hükümetin aklında bulunan bazı önlemleri engellemeyin, demeye getiriyor.

Harekatın başarısı arasında gözden kaçabilecek çok önemli bir uyarı.

Hürriyet, 18 Aralık 2007

Yalçın DOĞAN

19.12.2007


 

Dost ve müttefik!

Milat, Beyaz Saray zirvesi. Elinde “sınır ötesi operasyon için tezkere” ile ve üst düzey askeri yetkililerle giden Başbakan ile ABD Başkanı’nın görüşmesi.

Tabii ki o görüşmenin etrafındaki bir dizi başka görüşme, tartışma, mutabakat.

Türkiye’nin taleplerine karşı, pek bilmediğimiz, pek açık olmayan ABD talepleri vesaire.

Şimdi, siz elbette istediğiniz pencereden bakabilirsiniz.

“PKK terör üslerine karşı başarılı harekat”, hükümet ve Genelkurmay’ın “kararlılığı”, “Hava Kuvvetleri’nin gece görüş ve vuruş yeteneği”... Doğrudur, önemlidir. Gece ve gündüz sadece bunu da görebilirsiniz.

Lakin yukarıdaki “Milattan önce ile Milattan sonra” maddeleri, bu bölgeye, bizim yurdumuza, bizim acılarımıza, bizim insanlarımıza düşen kanlı, tuhaf bir gölgedir.

Devletin, devletlerin, örgütlerin, terörün, şiddetin, insan kayıplarının “Büyük devlet elinde nasıl oyuncaklaşabildiği ve satışa gelebildiği” nin, “yakın tarih dersi” dir.

İbretliktir.

Sadece devlet, devletler açısından değil.

“Maşalaşmış örgütler” ile onları ve emperyalist kumandalı terörü “anti-emperyalist bağımsızlık, özgürlük savaşçısı” gibi görüp siyaset yapanlar ve hepsinin peşinde sürüklenenler için de ibretliktir.

***

Çok geç mi oldu, bilmiyorum.

Ama, sık sık içinde sürüklenip durduğumuz, itilip kakıldığımız, birbirimize düşürüldüğümüz, birbirimize nefretle doldurduğumuz tarihi hep birlikte belki de şöyle yazabilirdik:

“Aslında Türk’ün Kürt’ten, Kürt’ün Türk’ten daha iyi dostu olmaz.”

Sabah, 18 Aralık 2007

Umur TALU

19.12.2007


 

Meşveret ve şûrâ

(...)Süleyman Demirel “bu konu çok derindir” dedi ve başladı anlatmaya:

- Hazreti Muhammet kendisinden sonrası için bir devlet şekli söylemedi.

- Halkın nasıl yönetileceğini söyledi.

- Burada altını çizdiği hususlardan biri meşveret... Yani şura... Yani meclis.

- İkincisi adalet... Adaletle iş yapacaksın.

- Üçüncüsü halk... Halkın yararı.

Demirel devam etti:

- Buna iki madde daha ekleyeceksin... Biri biat... Yani seçimle işbaşına geleni dinleyeceksin.

- Diğeri de şu... Emaneti ehline vereceksin.

Sabah, 18 Aralık 2007

Yavuz DONAT

19.12.2007

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

 

Bütün haberler


 Son Dakika Haberleri