|
|
|
Önce Şemdinli, sonra Kandil... |
Önce hukuk bombalandı. Nerede? Şemdinli davasında. Ne oldu? Şemdinli davasında tutuklu bulunan astsubaylar Ali Kaya ve Özcan İldeniz ile PKK itirafçısı Veysel Ateş ilk duruşmada tahliye edildi.
Ayrıca... Dün de silahları teslim edildi ve Batı’ya tayinleri çıktı.
Askeri mahkemenin ilk duruşmada tahliye ettiği sanıklara...
Van’daki sivil mahkeme ne ceza vermişti?
39 yıl, beş ay, on gün...
Hukuk güya aynı hukuk...
Ama karar çok farklı.
Nasıl oluyor?
Sivilin ‘kırk yıl’ verdiğini askerin bıraktığı bir hukuk devleti biliyor musunuz?
Aynı okullarda, aynı hocalardan, aynı hukuku okumuyorlar mı?
Bu nasıl bir uygulamadır?
Galiba en uygun cevap şu:
Bu, hukuku kanırtan bir uygulamadır.
***
Süreci hatırlayın:
Olayı soruşturan Savcı Ferhat Sarıkaya, iddianamesinde dönemin Kara Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Yaşar Büyükanıt’a yer verince, Genelkurmay çok sert tepki gösterdi.
Adalet Bakanlığı’nın görevlendirdiği iki müfettiş Sarıkaya hakkında ‘CMK’ya göre iddianamede bulunmaması gereken hususlara yer vermek’ suçlamasında bulundu, HSYK da görevden aldı.
Van Başsavcılığı hakkında inceleme başlatıldı.
Davada, bombalamanın iki askerle bir itirafçıdan oluşan ‘çetenin işi’ olduğuna karar veren Van 3. Ağır Ceza Mahkemesi, sanık astsubaylar Ali Kaya ve Özcan İldeniz’i ‘çete kurmak, adam öldürmek, adam öldürmeye teşebbüs ve yaralama’ suçlarından 39 yıl 5 ay 10’ar gün hapse mahkûm etti.
Yargıtay 1. Ceza Dairesi, görevsizlik kararı verdi.
Dosya, terör, örgüt ve devletin birliğini bozmaya yönelik eylem davalarına bakan 9. Daire’ye gönderildi.
Kararı eksik soruşturma gerekçesiyle bozan 9. Daire, sanıkların eylemini ‘terörle mücadele görevleri kapsamında’ gördü ve yargılamanın askeri mahkemede yapılmasını istedi.
Van 3. Ağır Ceza Mahkemesi, davayı askeri mahkemeye göndermeyince hákim hakkında inceleme başlatıldı. Atama kararnameleri sonucu yenilenen mahkeme heyeti, dosyayı askeri mahkemeye gönderdi.
Eğer eski yazılara dönüp bakarsanız, benim o zaman ‘Elveda Şemdinli’ diye yazdığımı görürsünüz.
Keşke...
Bir gün de şu ülke, ‘pazusu güçlüden’ yana değil de, hukuktan yana tavır alsa da bizleri şaşırtsa.
***
Ama bunun için öncelikle ‘çift başlı yargıdan’ vazgeçmek gerekiyor.
Gelişmiş hiçbir ülkede, kitap evine bomba atan, keşif yapan savcıyı tarayan ve halk tarafından suçüstü yakalanan sanık ‘askeri mahkemede’ yargılanmaz.
Geçerli olan doğal hukuk, doğal yargıçtır.
Askeri mahkeme ya yoktur... Ya da varsa, sadece askeri disiplin suçuna bakar.
Sicil amirinin hákim olduğu mahkeme olur mu?
Olursa ne olur?
‘Bomba atan bırakılacaaak, bırak’ olur.
***
Dün sabah...
Bu gelişmelere hukuk çevrelerinin tepkilerini okurken, Kandil’in bombalandığını öğrendim.
Hukuku bombalayan...
Hukukun üstünlüğünü yok sayan...
Asker, sivil ayrımı yapan...
Çağdaş bir devlet yerine, İttihat ve Terakki üslubu sürdüren bir toplum, huzura erer mi?
Nereyi bombalarsa bombalasın huzura eremez.
***
Şemdinli davası ışığında...
Kim buranın demokratik açılım yapacağına, Kürt sorununu çözeceğine inanır Allah aşkına?
Hukuk yok ise...
Gözümüzle gördüğümüze ‘yalandır’ deniyorsa...
Ne demokrasi olur, ne demokratikleşme.
On yıl sonra da ‘bunun bir hata’ olduğunu duyarız ama iç içten çoktan geçmiş olur...
Bu arada biz bombalar dururuz.
Star, 17 Aralık 2007
|
Mehmet Altan
18.12.2007
|
|
|
23 yıldır bilinen yöntemlere devam... |
Yabancı haber kaynaklarına bakılırsa Silahlı Kuvvetler’in PKK’ya zarar vermek amacıyla Irak topraklarını havadan bombalamaya başladığını anlaşılıyor.
Sabahın erken saatlerinden itibaren internet ortamındaki Türkiye medyasında da benzer haberler vardı.
Benim bu yazıyı yazmaya başladığım öğle saatlerinde henüz resmi bir açıklama yapılmamıştı. Daha sonra yapılır mı? Bu operasyon resmen kabul edilir mi? Bilinmez.
Yalnız, özellikle yabancı haber kaynaklarında Türk savaş uçaklarının sivil hedefleri bombaladığı iddiasını dile getirenlerin sayısında giderek bir artış var.
Yerli kaynaklarda da F-16 savaş uçaklarının PKK’lıların bulunduğu sanılan köylere hava akını yaptığı kaydediliyor.
Irak Kürdistanı yetkilileri bu bombardımanlar sırasında sivil halkın büyük zarara uğradığını ve bir kadının da yaşamını yitirdiğini açıkladı. Önümüzdeki saatlerde bu sivil kayıpların sayısında artış olursa şaşırmamak gerekir.
Çünkü bu bombardımanların, ABD’nin Erdoğan-Bush Zirvesi’nde Türkiye’ye söz verdiği askeri istihbaratlara dayanılarak yapıldığı varsayılsa bile, bu işbirliğinden olumlu sonuçların çıkacağına ilişkin bir garanti yok.
ABD güçlerinin Irak ve Afganistan’da bu çeşit istihbaratlara dayanarak giriştiği bombardımanlarda açılan, askeri tabiriyle ‘ friendly fire’ (dost ateşi) ile ABD saflarında savaşan neredeyse yüzlerce Afgan, Iraklı ve İngiliz askeri ile yine yüzlerce sivil yaşamını yitirmiş bulunuyor.
Hem bu nedenle hem de geçmiş yıllarda bölgeye yapılan bu tür hava saldırılarının sonuçlarına bakarak bu akınların da sadece psikolojik amaçlı yapıldığı düşünülebilir.
Geçmişte yapılan hatalara, yanlışlara rağmen yine aynı yol bir kere daha denenmek isteniyor. Deniyor ki, “Biz geçmişte yapılan hataları artık biliyoruz, şimdi aynı hataları yapmayacağız.”
Bu nedenle geçmişteki hatalar, yanlışlar nedeniyle özeleştiri yapan ve itiraflarda bulunan eski komutanların son açıklamalarına itibar edilmiyor, bu öğütlere kulak tıkanıyor.
Peki bu bombardımanlardan bu sefer PKK’ya darbe indirilmesi ya da örgütün zayıflatılması doğrutusunda bir sonuç alınır mı?
Bizzat askeri yetkililerin çeşitli zamanlarda yaptıkları açıklamalara bakılırsa böyle bir olasılık çok zor, hatta imkânsız gibi bir şey.
Hele böylesine ağır kış koşullarının sürmekte olduğu bölgede bu hava akınları kara operasyonları ile desteklenemiyorsa...
Desteklenmesi durumunda da kesin bir neticenin olamayacağını bilmek için kurmay subay ya da stratejist olmak gerekmediği, bunu artık herkes tarafından kabullenildiği de malum.
Öyleyse niçin yine, 23 yıldır yapılagelen yola başvuruluyor? Niçin bu yol dışında başka yolların da denenebilmesi için ortaya çıkan fırsatların değerlendirilmesi girişimlerine set çekiliyor? Barışçı çabalar engelleniyor?
Bu noktada ne zamandır size söz etmek istediğim bir röportajdan bazı alıntılar yapmak istiyorum.
Bianet’te 7 Aralık tarihinde, Türkiye’de de -AB meselesiyle ilgili bürokratlar, politikacılar ve medya mensupları arasında- tanınan Finli diplomat Martti Ahtisaari ile kısa bir röportaj yayınlandı.
Ahtisaari, hazırladığı raporla Türkiye’nin Avrupa Birliği ile üyelik müzakerelerine başlaması yolunda büyük katkıda bulunan ‘Türkiye Üzerine Bağımsız Komisyon’un başkanı olarak tanınıyor.
Bu nedenle de medya tarafından hemen ‘Türkiye dostu’ olarak ilan edilmiş bir devlet adamı.
İşte bu ‘Türkiye dostu’ aynı zamanda ‘Çatışmaların barışçı yollarla çözümü’ konusunda dünya çapında bir uzman. Hayatı, Afrika’da, İrlanda’da, Balkanlar’da ihtilaf çözmekle geçmiş.
Kürt meselesi hakkında ise şu sözü söylemekle yetiniyor:
“Siyasi irade olduktan sonra çözülemeyecek çatışma yoktur.”
Arkasından, bizim için hayli yabancı ve tehlikeli olan şu sözler geliyor:
“Teröristle de müzakere edilir. Ben ediyorum” Arkasından da şu saptamayı yapıyor:
“Şurası çok ilginç. (Eskiden terörist diye adlandırılan) gruplar bazı ülkelerde iktidara geldiklerinde ülkelerinin sorumluluk sahibi güçleri arasına girdiler. İktidar sahibi olmadıkça kimsenin sorumluluk sahibi olmayı öğrenebileceğini sanmıyorum.
Dolayısıyla, serbest seçimlere kimi grupların hoşa gitmeyen şeyler söyledikleri gerekçesiyle sokulmaması söz konusu olamaz. Tanık olduğum çatışmalarda gördüm ki, insanlar, örgütler, ancak bir politik sürecin parçası olduklarında kendilerinden neyin beklendiğini bilebiliyorlar.”
Ahtisaari herşeye rağmen meseleleri çatışmayla, savaşla çözmeye çalışanlar olabileceğini de kabul ediyor. Onlar için de şunları söylüyor:
“Bir çatışmayı sona erdirmek için askeri güce başvurmak gerekse bile bunu barış ve uzlaşma gayretlerinin izlemesi gerekir.”
‘Türkiye’nin dostu’ ilan edilen bu diplomatın sözleri acaba 23 yıldır hâlâ bunun tersini yapanlar için bir uyarı olabilir mi?
Ne yazık ki bizimkiler söz dinlemez ama seneler sonra itiraf ederler.
Yeni Şafak, 17 Aralık 2007
|
Koray Düzgören
18.12.2007
|
|
|
Yargı bağımsızlığı ve Şemdinli dâvâsı |
Bilindiği üzere, 9 Kasım 2005 tarihinde Şemdinli’de meydana gelen olaylarla ilgili olarak Van Cumhuriyet Başsavcılığı bir tahkikat yapmış, akabinde uzunca bir iddianame ile Van Ağır Ceza Mahkemesi’nde dava açmıştı. İddianamenin mahkemeye verilmesinden hemen sonra kamuoyu konuyu tartışmaya başlamış, iddianame metninde yer alan o zamanki Kara Kuvvetleri Komutanı, şimdi Genelkurmay Başkanı Sayın Büyükanıt’la ilgili değerlendirmeler yankı bulmuştu. İddianamenin ana fikri, Şemdinli’de gerçekleşen olayın bir adi vakıa olmadığı, bölgede zaman içinde oluşan hukuk-dışı örgütlü oluşumlarla alakalı bulunduğu, hukuki olarak da meselenin bu çerçevede ele alınması gerektiği şeklindeydi.
İddianame Ağır Ceza Mahkemesi’ne verildikten sonra, metni hazırlayan savcı aleyhinde değerlendirme ve ithamlarla karşılaşılmış, davanın savcısı, dava devam ederken yazdığı iddianame sebebiyle soruşturmaya tabi tutulmuş, neticede meslekten çıkartılmıştı. Hukuk tarihimizin fevkalade dikkate değer bu olayı yeterli derecede tartışılmamıştır. Bu olay, başlı başına, Türkiye’de yargı bağımsızlığı konusunu açıklığa kavuşturacak niteliktedir. Ülkemizde yargı bağımsızlığı, her zaman, sadece yargının siyasi iktidardan bağımsızlığı olarak ele alınmaktadır. Hatta, bu tezlere bakarsanız, adalet bakanı Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu üyesi olmasa ülkemizde yargı tam bağımsız olacaktır. Yargının siyasi iktidardan bağımsız olmasının gerekliliğine inanan bir kişi olarak, ülkemizde yargı üzerinde etkili olan güçler arasında siyasi iktidarın ilk sıralarda yer almadığı kanaatini taşımaktayım. Burada yargı bağımsızlığı bakımından ibretlik bir olayı tekrar hatırlamamız gerekir. 28 Şubat akabinde yargı mensuplarının askerler tarafından verilecek brifinge gidip gitmeyecekleri tartışılırken, zamanın adalet bakanı bir genelge yayınlayarak hakim ve savcıların brifinge gitmelerinin doğru olmadığını ifade etmişti. Ancak adalet bakanının bu genelgesi hiçbir hakim veya savcı tarafından dikkate alınmamıştır. Demek ki, Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu başkanı olan adalet bakanı yargı üzerinde herhangi bir tesir gücüne malik değilmiş. Şemdinli olayı ile ilgili iddianameyi kaleme alan savcının meslekten ihracına yol açan eylemi, iddianamede zamanın Kara Kuvvetleri komutanıyla ilgili yazdıklarıydı. Yazılanlar arasında Sayın Büyükanıt’ın savcılık tahkikatı devam ederken dile getirdiği bazı ifadelerin, “adil yargılamayı etkilemeye teşebbüs” olduğu dile getirilmekteydi. Burada söz konusu edilen ifadeleri herkes hatırlayacaktır. Böyle, tek bir sözle yargılama etkilenebilir mi, diye düşünenler olabilir. Ama iddianamenin kamuoyuna yansımasından sonra yaşananlar, yargıyı etkileme meselesine yeni perspektifler getirmiştir. Nihayetinde savcı meslekten ihraç edilmiştir. Yargı bağımsızlığı üzerinde siyasi etkiden çok bürokratik etkilerin bulunduğu gerçeği üzerinde yeniden düşünmek gerekir.
Açılış konuşmaları yerine samimiyet testi
Davanın açıldığı sırada dile getirip sormuştuk; yeni ceza yargılaması usulünde mahkemelerin iddianameyi geri çevirme yetkisi vardır, Van Ağır Ceza Mahkemesi savcının suçlanmasına sebep olan iddianameyi kabul ederse, yargıçlar hakkında da soruşturma açılacak mı?
Van 3. Ağır Ceza Mahkemesi, meslekten ihraç edilen savcının iddianamesini kabul etmekle kalmamış, iddianamenin oturtulmuş olduğu ana fikri de benimseyerek, 19 Haziran 2006 tarihinde, sanıklar hakkında “adam öldürmek, çete kurmak ve adam öldürmeye teşebbüs’’ suçlarından 39 yılı aşan hapis cezası vermişti. Temyiz edildikten sonra Yargıtay 9’uncu Ceza Dairesi, bu kararı “eksik soruşturma” gerekçesiyle bozdu ve davanın askerî mahkemede görülmesi gerektiğini belirtti.
Van 3. Ağır Ceza Mahkemesi, Yargıtay’ın “bozma” kararına uydu, ancak görevsizlik kararı vermedi. Yargıtay’ın bozma sebebi olarak gösterdiği eksiklikleri tamamlama yolunu tercih etti. Bunun üzerine, sanıkların şikâyeti ile yargıçlar hakkında da soruşturma açıldı. Bu sırada denk gelen olağan atama döneminde, davaya bakan Van 3. Ağır Ceza Mahkemesi ile ara kararları için itiraz mercii olan 4. Ağır Ceza Mahkemesi’nin başkan ve üyelerinin tamamına yakını başka illere tayin edildi, yerlerine yeni üyeler atandı. Yeni atanan yargıçlar önlerine tekrar gelen davada Yargıtay kararının görevsizlikle ilgili kısmına da uyarak, sanıkların tutukluluk halinin devamına ve dosyayı askerî mahkemeye göndermeye karar verdi. Yargıtay da bu kararı onadı. Böylece iki yıldan fazla bir zaman tartışmalarla devam eden Şemdinli davası Van Jandarma Asayiş Kolordu Komutanlığı Askerî Mahkemesi’nde görülmeye başlandı. Bu mahkemede gerçekleştirilen ilk duruşmada, daha önce Van 3. Ağır Ceza Mahkemesi’nce 40 yıla yakın hapis cezasıyla cezalandırılan sanıkların tutuksuz olarak yargılanmalarına ve tahliyelerine karar verildi.
Davanın işleyişi ile ilgili herhangi bir yorum yapmak bu aşamada doğru olmayacaktır. Ancak sürecin kendisi, özellikle yargı mercileri arasında anlaşılması ve açıklanması çok zor derin görüş ayrılıkları Türkiye’nin dikkatini bu davaya çekmelidir. Türkiye’de, yargıçlar ve yüksek yargı bürokrasisi de dahil olmak üzere herkes, her olay karşısında samimiyetle ve mutlak olarak benimsemedikçe, yargıya saygı ve yargı bağımsızlığı meselesi çözülemeyecektir. Yargı bağımsızlığı konusundaki samimiyet, soyut beyanlarla, açılış nutuklarıyla değil, somut olaylar karşısındaki tutumlarla ortaya çıkmaktadır. Şemdinli davası yargıya saygı ve yargı bağımsızlığı meselesini bütün boyutlarıyla bir daha gündemimize getirmiştir.
Zaman, 17 Aralık 2007
|
Doç. Dr. Mustafa Şentop
18.12.2007
|
|
|
Siyaset, iktidar ve yargı |
Sınır ötesi harekât, planlandığı şekilde yürüyor. Türkiye, hem Irak yönetimini, hem de dünya kamuoyunu arkasına almış durumda. Seçim öncesi, apar topar Kuzey Irak’a saldırsaydık, nasıl büyük bir yalnızlığın içine itilirdik kim bilir. Sivil inisiyatifin elden kaçması, istenmedik gelişmelere yol açabilirdi.
Şemdinli’de ise siyaset, inisiyatifi kaybetti ve işte adil yargılanma hususunda tereddüt uyandıran gelişmeler bu yüzden ortaya çıktı.
***
Umut Kitabevi’nin 9 Kasım 2005’te bombalanmasından sonra açılan dava, Van 3. Ağır Ceza Mahkemesi’nde görülmüş, Jandarma astsubay Ali Kaya ve Özcan İldeniz ile itirafçı Veysel Ateş, “adam öldürmek ve çete kurmaktan” 39 yıla mahkûm olmuştu. Yargıtay 9. Ceza Dairesi, sivil mahkeme yerine askeri mahkemeyi yetkili kıldı; böylece perşembenin gelişi çarşambadan belli oldu.
Umut Kitabevi’nin bombalanması hadisesi, askeri görev kapsamında sayılır mı? Hele bir de Hakkâri bölgesinde, belirli bir süreç içinde peş peşe patlayan bombalama olaylarının, Kaya ve İldeniz’in yakalanmasıyla bıçak gibi kesildiği hatırlanırsa... Hükûmet yetkilileri, o tarihte, “İşin ucu nereye giderse gitsin “ demişlerdi. Ama inisiyatifi kaçırdıkları için, Şemdinli iddianamesini hazırlayan Ferhat Sarıkaya, Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu tarafından meslekten ihraç edilebildi; sanıklar hakkında 39 yıl mahkûmiyet veren Van 3. Ağır Ceza Mahkemesi’nin hâkimleri de başka illere gönderildi. Ve nihayet, 39 yıla mahkûm edilen kişileri, Van Jandarma Asayiş Kolordu Komutanlığı AskerMahkemesi, ilk celsede tahliye etti . Tahliye, beraat değil fakat, belli ki, mahkemenin gözünde sanıklar önemli bir suçun faili değiller. Şemdinli davası sanıklarının dosyasının, mağdurlar tarafından, er veya geç, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin önüne getirileceğini tahmin etmek için kâhin olmak gerekmez.
Sabah, 17 Aralık 2007
|
Nazlı Ilıcak
18.12.2007
|
|
|
‘Adil yargılamayı etkilemeye teşebbüs’ |
Önceki hafta Eyüp Adliyesi’nde, 2. Şişli Asliye Ceza Mahkemesi’nin Agos gazetesinden Arat Dink ve Serkis Seropyan’ı bir yıl hapis cezasına çarptıran kararının “gerekçe”sini konu edinen “Yazı dizisi tadında bir karar gerekçesi” başlığıyla yayımladığım yazılarda “Adil yargılamayı etkilemeye teşebbüs” ettiğim iddiasından dolayı savcıya ifade verdim.
Savcı Bey âdetten olduğu üzere “Ne diyorsunuz?” dedi.
Ben de tahmin ettiğiniz gibi, âdetten olduğu üzere yazılarımın “ifade özgürlüğü” çerçevesinde değerlendirilmesi gerektiğini ifade ettim. “Teşebbüs” suçlamasına ilişkin olarak şu görüşümü de ilave ettim:
Benim gibi, siyasal, ekonomik, idari hiçbir gücü olmayan bir köşe yazarının “Adil yargılamayı etkileyebilmesi” mümkün müdür? Böyle bir ihtimalin öne sürülmesi her şeyden önce “Bağımsız Yargı”nın bağımsızlığına yönelik bir saygısızlıktır..
Orada yüksek sesle söylemedim, ama bu görüşümü şöyle de ifade edebilirdim: Ben kim “Adli yargılamayı etkilemek” kim? Bu Ceza Kanunu maddesi ben ve benim gibiler düşünülerek kaleme alınmadı herhalde...
Savcı Bey’e derdimi anlatabildiğimi düşünüyorum. Gördüğüm kadarıyla konuya ilişkin “takipsizlik” kararı çıkacağını sanıyorum.
Ama şimdi düşünüyorum da, ifade verdiğim savcı şöyle akıl yürüten birisi de olabilirdi pekâla:
“Sizin adli yargılamayı etkileyemeyecek durumda-konumda olmanız tek başına bir şey ifade etmez. Etkilemeyecek durumda olabilirsiniz ama yine de ‘teşebbüs’ etmiş olabilirsiniz. Zaten dikkat ederseniz, yasa maddesi sadece ‘teşebbüs’ten söz ediyor.”
İnanın şaşırmazdım; böyle bir yorumla karşılaşsam şaşırmazdım. Amacına hiç mi hiç, asla ulaşamayacak bir “teşebbüs”ün bile cezalandırılma yoluna gidilmesi bu ülkede pek çok insan gibi beni de şaşırtmazdı.
Ceza Kanunu’nun “Adli yargılamayı etkilemeye teşebbüs” başlıklı 288. maddesi şöyle:
“(1) Bir olayla ilgili olarak başlatılan soruşturma veya kovuşturma kesin hükümle sonuçlanıncaya kadar savcı, hâkim, mahkeme, bilirkişi veya tanıkları etkilemek amacıyla alenen sözlü veya yazılı beyanda bulunan kişi altı aydan üç yıla kadar hapis cezası ile cezalandırılır.”
Görüyorsunuz; bu suçun altına girebilmek için gerçekten pek çok bakımdan güçlü olmak gerekiyor. Bu suç ile köşe yazarları gibi haklarında “ateş olsan cirmin kadar yer yakarsın” deyiminin rahatlıkla kullanılabileceği bir küçük sınıfı ilişkilendirmek haksızlıktır.
İsterseniz, söylemek istediklerime, çok taze bir örneği araya sokarak daha bir açıklık getirmeye çalışayım:
Biliyorsunuz; Van 3. Ağır Ceza Mahkemesi’nin 39 yıl beş ay 10 gün ağır ceza hapis cezasına mahkûm ettiği sanıklar, yargılamaya sürecinin biz sade vatandaşların aklının ermediği—ve hiçbir zaman eremeyeceği—bir süreç sonucunda serbest kalıverdiler....
İşin tek başına bu yanı bile çok şaşırtıcı değil mi? Sanıkları 39 yıl hapis cezasına mahkûm eden Van 3. Ağır Ceza Mahkemesinden bugüne kadar ceza yiyen eskinin sanıkları şimdi ortaya çıkıp, “Gördünüz, bu mahkeme ceza verirken saymasını bilmiyor; dolayısıyla biz de tekrar başka bir mahkemede yargılanmak istiyoruz” deseler, haklı sayılmazlar mı?
Gelinen bu noktayı, yani işin içinde “ceza” olmasa rahatlıkla “mizah” olarak nitelenebilecek bu durumu, ülkedeki yargı sistemine ağır hasar vermesinden dolayı, herkesten önce Şemdinli davasını Askeri Mahkeme’ye gönderen Yargıtay 9. Ceza Dairesi ve “Şemdinli savcısı”nı meslekten atmakla kalmayıp davanın kendilerinde kalmasında ısrar eden mahkeme heyetini de farklı illere dağıtan HSYK düşünmeli, değerlendirmelidir.
“Şemdinli davası”nın Askeri Mahkeme’de görülen ilk duruşmasında müdahil avukatlardan birisi, Büyükanıt’ın Kara Kuvvetleri Komutanı olduğu dönemde “Şemdinli davası bir hukuk skandalıdır. Tutuklu kalmaları da skandaldır” dediğini belirterek, bu sözlerinin tutanağa geçmesini istedi. Mahkeme başkanının kabul ettiği bu talep sanık avukatları itirazı ile karşılaştı. Sanık avukatları söz konusu sözlerin ifade edildiği gibi olmadığını ileri sürdüler. Sonuç olarak mahkeme başkanı şu sözleri tutanağa geçirdi: “Sanıkların tutuklu kaldığı bu dava hukuk skandalıdır.”
Yazıya başlarken TCK’nun “Adil yargılanmayı etkilemeye teşebbüs” başlıklı 288. maddesinden söz ettiğimi hatırlıyorsunuz.
Büyükanıt’ın “ateş olsan cirmin kadar yer yakarsın” deyimi ile tasvir edilemeyecek bir şahsiyet olduğunu da unutmayın...
Yeni Şafak, 17 Aralık 2007
|
Kürşat Bumin
18.12.2007
|
|
|
|
Son Dakika Haberleri
|
|
|
|
|