Türkiye’nin AB yolundaki ilerleme süreci sadece Türkiye’nin değil Avrupa’nın da birçok alanda kendisiyle ister istemez yüzleşmesine yol açıyor. Türkiye AB’ye girmeyi bekleyedursun, hâlihazırda birçok Avrupa ülkesine toplamda 4 milyonu aşan bir Türk nüfusu girmiş bulunuyor bile. Bu nüfus, Türkiye AB’ye girmese bile Avrupa’nın kendi demokrasisinin, vatandaşlık tanımının veya uygulamalarının sınırlarını yeniden gözden geçirmesini sürekli aklına getiriyor.
Almanya’da, sayıları 3 milyona yaklaşan Türkler, örneğin, Almanlardan sonra ülkedeki ikinci büyük etnik grubu oluşturuyor. AB ülkelerinin birçoğu için böylesi Müslüman bir vatandaş kitlesine sahip olmak çok yeni bir durum. Bu durum şu ana kadar kendi aralarında, kendi kendileri için kurmuş oldukları düzenin mantığının yeterince işlemediği durumları açığa çıkarıyor. Bu durumu karşılama tarzları ülkeler arasında önemli farklar ortaya koyuyor..
Bugün AB müzakerelerinin önemli bir kısmının Avrupa’ya önceden gelip yerleşmiş olan bu Türklerle yaşanmış tecrübenin ışığı altında yapılıyor olduğunu farz edebiliriz. Siyasi düzeyde yapılan müzakerelerin dışında özellikle Almanların bu tecrübeye çok büyük bir önem atfettiklerini biliyoruz. Alman akademisyenleri, vakıfları, enstitüleri bu sürecin anlaşılması, kolaylaştırılması ve sorunlarının aşılması yönünde yoğun çabalar sarf ediyor.
Sadece Konrad Adeneur Vakfı tek başına şu ana kadar Türk ve Alman temsilcilerin bir araya gelerek tartıştığı onlarca toplantıya imza attı. Bu toplantıların bir kısmına katılma fırsatım oldu. En son 29-30 Kasım tarihlerinde Ankara’da düzenlenen “Göç ve entegrasyon: Almanya ve Türkiye’de azınlık çoğunluk ilişkileri” başlıklı toplantıda bu konularda çalışmış bir çok akademisyen veya sivil toplum kuruluşu temsilcisi konuyla ilgili sunumlar yapıp tartıştı.
Alman temsilcilerin genellikle Almanya’daki Türk nüfusu ile ilgili kendi açılarından karşılaştıkları veya hissettikleri sorunları dile getirdikleri toplantı(lar)da, Türklerin genellikle Alman makamları samimiyetsizlikle suçlamaları çok sık rastlanan bir durum.
Göçün neredeyse 45 yılı geride kalmış. Bu zaman zarfında Türkler Almanya’yla o kadar bütünleştirmiş ki, Alman hükümetini veya toplumunu kendi hükümetlerini eleştirir gibi eleştirebiliyorlar. Almanlar kendi adlarına veya AB adına Türkiye’nin özellikle Kürtler, Aleviler, din dersleri, eğitim ve azınlıklar konusunda ülke olarak uyumu ile ilgili sorunlara el attıkça karşısına “kendi durumuna bakmaya” davet eden kendi vatandaşı Türklerin eleştirisi dikiliyor.
Türkiye’de özellikle Kürtlerle ilgili olarak anadille eğitim konusuna çok ilgi gösteren Almanya’nın, kendi ülkesinde Türklerin Türkçe eğitimi konusuna fiilen bin bir türlü zorluk çıkardığı bu tür yüzleşmeler sayesinde hatırlanıyor. Almanya’da entegrasyon politikaları çerçevesinde başvurulan söylemler, Türk çocuklarının kendi evlerinde sürekli Türk televizyonlarını izliyor olmaları ve aileleriyle sürekli Türkçe konuşuyor olmalarını bile sorun olarak dillendirebiliyor. Çünkü böylece Türkçe’yle bağlarını bir türlü koparamadıkları için entegre olmalarını temin edecek olan Almancayı da öğrenememekteler. Doğrusu bu, Kürtçeyi resmen yasakladığı zamanlarda bile Türkiye’nin aklına gelmemiş bir sorundu.
Oysa iş bu raddeye geldiğinde konu bir tür “seninki benden kara” muhabbetine dönüşebiliyor. Hele konu başörtüsü konusuna veya vatandaşlık haklarına gelince Türkiye’nin tenceresinin dibinin Almanlarınkinden daha kara olduğu da çok açık.
Devlet okullardaki din eğitimine yaklaşım konusunda Almanya’ya baksa, Türkiye neredeyse onu laikliğe aykırı bulacaktır. Okullarda ahlak eğitimi zorunlu, din eğitimi ise kesinlikle kelimenin tam anlamıyla “din eğitimi” olarak veriliyor. Yani bizdeki gibi çerçevesi her türlü kaçamağa müsait bir biçimde muğlâk formüle edilmiş olarak değil, mutlaka o dinin öğretilerini benimsemek üzere veriliyor.
Dersler ebeveynin isteğine bağlı olarak ve istenildiğinde mutlaka okul dışından da istenilen kadar desteklenebiliyor. Yani bir çocuk okulda isteğe bağlı olarak bir miktar din eğitimi alabildiği gibi, bunu yeterli görmeyip okul dışında da istediği kadar din eğitimi alabiliyor.
Türkiye’nin devlet olarak Alman yetkililerinden daha fazlasını talep edecek durumu yok. Çünkü kendi taleplerinin mütekabilini kendi sistemi içinde karşılayamıyor.
Türklerin başörtüsü konusunda maruz kaldıkları ayırım zaten Türkiye’yi devlet olarak hiç ilgilendirmiyor bile. Almanya’da ilkokullarda bile öğrenciler, birileri tarafından zorlandıklarına dair bir işaret alınmadığı sürece başörtüsü takabiliyorlar. Sistemden yana çıkmayan sorunlar bazen uygulayıcıların keyfi uygulamalarıyla ortaya çıkabiliyor.
Türkiye ise yıllardır üniversite öğrencilerine hatta lisans-üstü düzeyindeki insanlarına bile bu yasağı reva görmeye devam ediyor. Oysa Türkiye’nin demokrasi ve vatandaşlık standardı konusunda ortaya koyması gereken çıta bütün dünyadaki Türklerin durumu için de bir referans oluşturacaktır.
Bir İHL öğrencisi olan Tevhide’ye reva gördüğü muamelenin hesabını soramayan, bu konuda dibi kapkara bir durumda Türkiye; Almanya’yı veya herhangi bir AB ülkesinin şartlarının Türkler için daha iyi olmasını talep edebilir mi?
Yeni Şafak, 3.12.2007
|