Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 04 Aralık 2007

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 

Basından Seçmeler

 

Genç ‘Said’ler

Ateşböceğinin kendine has bir ışığı var. Onları gece karanlığında görenler hatırlar ki, parıldayan noktacıklar kaplayınca etrafı, hayranlıkla seyir başlar. Hikâye bu ya, ormandaki diğer hayvanlar da aynı hissiyatla bakarlarmış ateşböceğine. Ancak ışığın kaynağı kendindeki bu vasfı hiç göremediğinden arkadaşlarının meyline anlam veremezmiş. Bir gün karıncanın gözlerinde, ‘ateş’inin yansımasını fark etmiş. Kamaşan gözleri zihninde menfezler açmış; o an manalı nazarların sebebini de anlamış.

Bu kıssanın aslını Filipinler Mindanau Özerk Bölgesi Yükseköğretim Konseyi Başkanı Prof. Dr. Nora Şerif’ten dinledik. İstanbul İlim ve Kültür Vakfı’nın geçtiğimiz hafta tertiplediği “Uluslararası Risale-i Nur’da Adalet Sempozyumu” açılışında dile getirdi hikâyeyi. Fakat kıssadan ziyade bağlantı kurduğu mesaj etkiledi dinleyicileri: “Ey güzel Türkiye’nin sevgili insanları… 30 ayrı ülkeden gelip sizlere niçin gıpta ve hayranlıkla baktığımızı, değer verdiğimizi anlayın artık. Yüce Yaratıcı’nın ülkenize nasip ettiği Bediüzzaman’a; âhir zaman asırlarını aydınlatacak, Risale-i Nur adında ışığa, nûra sahipsiniz. Bunun için size gıpta ve hayranlıkla bakıyoruz. İçinizdeki ışığın kıymetini bilin ve bizlere de biraz ışık ve nûr verin.”

TATAR’I, BULGAR’I VE SİNGAPURLU’YU

BULUŞTURAN ORTAK PAYDA

Türkiye’deki Yükseköğretim Kurulu’na (YÖK) denk işleve sahip ve 64 üniversitenin bağlı bulunduğu bir kuruluşun başkanından tercüme bu cümleler Bediüzzaman’a ve eserlerine garazsız, salt öğrenme-tanıma gayesiyle yaklaşan insanın fikrini yansıtıyor aslında. Sempozyuma iştirak eden 90 seçkin bilim adamı da 3 günlük süreçte Prof. Şerif’in izlediği metotla incelediler merhum Üstad’ı. Sunulan her bilimsel tebliğ gösterdi ki, Bediüzzaman Said Nursî’nin düşünceleri kimileri tarafından beğenilmese de yerel-evrensel problemlere kesin çözümler içeriyor.

Elmira Akhmetova, Chen Huihui Joyce ve Atanas Shinikov toplantıya katılan üç akademisyen. Üçü de hâlihazırda doktora öğrencisi ve sempozyumun en genç aktörleri. Her birinin bilimsel çalışmaları için önemli hedefleri var. Ama bu hedefler tek ortak paydadan nasipleniyor: Said Nursî ve Risale-i Nur.

Malezya İslam Üniversitesi öğrencisi Tatar asıllı Rus Elmira Akhmetova ile başlayalım. Lisans eğitimini Tataristan’da tamamlayan Akhmetova bir süre Kazan Devlet Üniversitesi’nde ders verir. “İslam’ı bu yıllarda yaşamaya başladım.” diyor.

- Ne demek İslam’ı yaşamak?

“Tatarlar Müslüman’dır; ama Sovyetler Birliği devrinde İslam’a dair bildiklerimizi unutmuştuk. Namazı nasıl kılmamız gerektiğini bilmediğimizin yanında böyle bir kulluk vazifesinin varlığından bihaberdik. Dinin başörtü emrini bilen yoktu. Komünizmin çöküşünden sonra üniversite yıllarında Türk ve Arap öğrencilerle tanıştım. Onlar sayesinde gerçek Müslümanlığı öğrendim.”

Elmira’nın ‘şuurlu’ hayata adım atmasının üzerinden çok zaman geçmeden eline bir kitap geçer. Yeşil kaplı kapağın üzerinde Tatarca “İslam’ın Hakikatleri” yazmaktadır. Sayfalar arasında gezindikçe üsluba ve anlatımdaki güce hayran kalır. Eserin İslam’ı sunuş tarzından, modern bilimle buluşturan yaklaşımından ve bu hususta ortaya koyduğu misallerden etkilenir. İslamî fikri kitapla yeniden şekillenir. Sonra öğrenir ki bu ilmin kaynağı Said Nursî’dir. Zamanla onu daha yakından tanımak, fikirlerini ayrıntısıyla öğrenmek ister. Önce ülkesinde sonra Malezya’da Türk öğrencilerin vesilesiyle bilgisi artar.

Lisans eğitimin ardından öğrenimine devam kararı alınca Bediüzzaman’ın özellikle milliyetçilikle ilgili yaklaşımını irdelemeye karar verir Akhmetova. Araştırmasında Tatar kökenli İslam âlimi Musa Carullah’la Said Nursî’nin bakış açılarını karşılaştırır: “Milliyetçilik zor bir konu. Ancak Bediüzzaman meseleye olgunlukla yaklaşıyor. Ona göre milliyetçilik menfî ve müspet kısımlara ayrılıyor. Birincisi ırka, ikincisi inanca dayalı. Irkî milliyetçilik bölünmeyi tetikliyor; ancak inanç birleşmeyi ortaya koyuyor.”

TÜRKİYE’YE GELECEKTİM AMA…

“Küreselleşme çağında İslam Milleti fikirleri: Musa Carullah ve Said Nursî’nin fikir karşılaştırması” başlıklı yüksek lisans tezi üniversite senatosunda kabul edildikten sonra, doktoraya başlayacak Akhmetova, Risale-i Nur incelemelerini işiyle sınırlı tutmuyor. Manevî ihtiyaçlarını gidermek için de eserleri okuyor. Hatta daha iyi anlamak için Türkçesini de geliştiriyor.

Söyleşinin sonunda Elmira’ya, geçtiğimiz ay Türk basınını uzun süre meşgul eden ‘Malezyalılaşma’ meselesini de sorduk. Ancak aldığımız cevap bizi üzdü ve düşündürdü.

- Eğitim için niye Malezya’yı seçtin?

“Aslında ilk Türkiye’yi düşündüm; ama başörtüsüyle çalışamayacağımı biliyordum. Arap ülkeleri de akademik gelecek sağlamıyor. Malezya ise benim açımdan rahat. Üç kadın devlet bakanı var. Üniversitede öğrencilerin ve akademisyenlerin çoğu hemcinsim. Kadının siyasette ve sosyal hayatta bu kadar aktif olduğu bir başka ülke görmedim. Malezya tartışmalarını arkadaşlarımdan duydum. Ama bu hiç korkulacak bir şey değil.”

Adalet sempozyumuna tebliğ sunan genç akademisyenlerden biri de Chen Huihui Joyce. Nüfusunun yüzde 20’si Müslümanlardan müteşekkil 5 milyonluk Singapur’dan gelmiş. Kendi tabiriyle dindar bir Hıristiyan. (...)

Akademik çalışmalarını Kur’an-ı Kerim’in modern dünyaya taşınması üzerine odaklayan Joyce, Risale-i Nur’ların bu noktada dinin anlaşılmasında yeni yaklaşımlar ortaya koyduğuna inanıyor. Çünkü din statik değil ve sadece geçmişin birikimlerinden oluşmuyor. İnsanın sosyal bağlamına girmesi gereken din sayesinde, kişi onunla ferdî ilişki kurabilir. Ancak süreç günümüz dünyasında önyargıları ya da sert bakış açılarını aşmak zorunda. (...) Joyce’a göre, söz konusu metot ne yaptığımızı ve inançlarımızı nasıl etkilediğimizi düşünmek suretiyle, aslında neyi, nasıl ortaya koyacağımıza karar verme sürecini yavaşlatıyor. Ağırdan alma da dengeyi ve itidali öğretiyor. Dünya barışı için en iyi yöntemi bulayım derken boş ve gerçekleşmesi imkânsız ideallerle vakit kaybı böylece engelleniyor.

Bediüzzaman’dan, beynelmilel problemlerin çözümü yanında özeline yönelik bilgiler de alıyor, Joyce. Korkularıyla yüzleşiyor, Üstad’ın öğretileriyle. Kendi tabiriyle fikirlerini sorguluyor, kendisine hitap edip etmediğini görmeye çalışıyor.

Çalışmalarını Türkiye’de mi yoksa Amerika’da mı sürdürmesi gerektiğine şimdilik karar veremeyen Singapurlu Chen Huihui Joyce’un emin olduğu tek nokta, akademik kariyerinde Üstad’ın büyük etkisi.

MODERNİTE-GELENEK

TARTIŞMASI NASIL ÇÖZÜLÜR?

Özellikle 20’nci yüzyıl aydınları arasında yaygınlık kazanan ‘modernite ve gelenek’ ikilemine Said Nursî’nin yaklaşımını incelemiş Bulgaristanlı Atanas Shinikov. Bediüzzaman’ın eski Said dönemi diye tabir ettiği yıllarda Şam Emeviye Camii’nde irâd ettiği hutbesi üzerinden meseleye yaklaşmış. Çözüme dair de ipuçları yakalamış.

İlk tespit, Hutbe-i Şamiye’nin modernite ile geleneğin buluştuğu bir arka plana yerleştiği yönünde: “İslam sadece önceden ulaşılmış, analiz edilmiş ve yazılmış bilgilerin tartışılmaksızın kabulünü öngörmez. Modernite de geleneğin körü körüne inkârından ibaret değil. Nursî bu paradigmaya çok güzel uyuyor. Modern yaşarken, geleneksel İslamî düşüncenin dirilişini mümkün görüyor.”

Bulgar öğrenciye göre bu yöntem, dinin modasının geçmediğinin ve kamusal alana döneceğinin işareti. Kamusal alandan anladığı çoğunluğun iradesinin tezahür ettiği mekân. Nursî hareketinin zamanla kendi kamusal alanlarını oluşturduğunu söyleyen Shinikov, bazı önyargılı korkuları izale ediyor: “Bediüzzaman’ı geleneksel ulemadan ayıran en önemli özellik, onun modern olması.”

Aksiyon, 26.11.2007

Sedat GÜLMEZ

04.12.2007


 

Seninki benden kara

Türkiye’nin AB yolundaki ilerleme süreci sadece Türkiye’nin değil Avrupa’nın da birçok alanda kendisiyle ister istemez yüzleşmesine yol açıyor. Türkiye AB’ye girmeyi bekleyedursun, hâlihazırda birçok Avrupa ülkesine toplamda 4 milyonu aşan bir Türk nüfusu girmiş bulunuyor bile. Bu nüfus, Türkiye AB’ye girmese bile Avrupa’nın kendi demokrasisinin, vatandaşlık tanımının veya uygulamalarının sınırlarını yeniden gözden geçirmesini sürekli aklına getiriyor.

Almanya’da, sayıları 3 milyona yaklaşan Türkler, örneğin, Almanlardan sonra ülkedeki ikinci büyük etnik grubu oluşturuyor. AB ülkelerinin birçoğu için böylesi Müslüman bir vatandaş kitlesine sahip olmak çok yeni bir durum. Bu durum şu ana kadar kendi aralarında, kendi kendileri için kurmuş oldukları düzenin mantığının yeterince işlemediği durumları açığa çıkarıyor. Bu durumu karşılama tarzları ülkeler arasında önemli farklar ortaya koyuyor..

Bugün AB müzakerelerinin önemli bir kısmının Avrupa’ya önceden gelip yerleşmiş olan bu Türklerle yaşanmış tecrübenin ışığı altında yapılıyor olduğunu farz edebiliriz. Siyasi düzeyde yapılan müzakerelerin dışında özellikle Almanların bu tecrübeye çok büyük bir önem atfettiklerini biliyoruz. Alman akademisyenleri, vakıfları, enstitüleri bu sürecin anlaşılması, kolaylaştırılması ve sorunlarının aşılması yönünde yoğun çabalar sarf ediyor.

Sadece Konrad Adeneur Vakfı tek başına şu ana kadar Türk ve Alman temsilcilerin bir araya gelerek tartıştığı onlarca toplantıya imza attı. Bu toplantıların bir kısmına katılma fırsatım oldu. En son 29-30 Kasım tarihlerinde Ankara’da düzenlenen “Göç ve entegrasyon: Almanya ve Türkiye’de azınlık çoğunluk ilişkileri” başlıklı toplantıda bu konularda çalışmış bir çok akademisyen veya sivil toplum kuruluşu temsilcisi konuyla ilgili sunumlar yapıp tartıştı.

Alman temsilcilerin genellikle Almanya’daki Türk nüfusu ile ilgili kendi açılarından karşılaştıkları veya hissettikleri sorunları dile getirdikleri toplantı(lar)da, Türklerin genellikle Alman makamları samimiyetsizlikle suçlamaları çok sık rastlanan bir durum.

Göçün neredeyse 45 yılı geride kalmış. Bu zaman zarfında Türkler Almanya’yla o kadar bütünleştirmiş ki, Alman hükümetini veya toplumunu kendi hükümetlerini eleştirir gibi eleştirebiliyorlar. Almanlar kendi adlarına veya AB adına Türkiye’nin özellikle Kürtler, Aleviler, din dersleri, eğitim ve azınlıklar konusunda ülke olarak uyumu ile ilgili sorunlara el attıkça karşısına “kendi durumuna bakmaya” davet eden kendi vatandaşı Türklerin eleştirisi dikiliyor.

Türkiye’de özellikle Kürtlerle ilgili olarak anadille eğitim konusuna çok ilgi gösteren Almanya’nın, kendi ülkesinde Türklerin Türkçe eğitimi konusuna fiilen bin bir türlü zorluk çıkardığı bu tür yüzleşmeler sayesinde hatırlanıyor. Almanya’da entegrasyon politikaları çerçevesinde başvurulan söylemler, Türk çocuklarının kendi evlerinde sürekli Türk televizyonlarını izliyor olmaları ve aileleriyle sürekli Türkçe konuşuyor olmalarını bile sorun olarak dillendirebiliyor. Çünkü böylece Türkçe’yle bağlarını bir türlü koparamadıkları için entegre olmalarını temin edecek olan Almancayı da öğrenememekteler. Doğrusu bu, Kürtçeyi resmen yasakladığı zamanlarda bile Türkiye’nin aklına gelmemiş bir sorundu.

Oysa iş bu raddeye geldiğinde konu bir tür “seninki benden kara” muhabbetine dönüşebiliyor. Hele konu başörtüsü konusuna veya vatandaşlık haklarına gelince Türkiye’nin tenceresinin dibinin Almanlarınkinden daha kara olduğu da çok açık.

Devlet okullardaki din eğitimine yaklaşım konusunda Almanya’ya baksa, Türkiye neredeyse onu laikliğe aykırı bulacaktır. Okullarda ahlak eğitimi zorunlu, din eğitimi ise kesinlikle kelimenin tam anlamıyla “din eğitimi” olarak veriliyor. Yani bizdeki gibi çerçevesi her türlü kaçamağa müsait bir biçimde muğlâk formüle edilmiş olarak değil, mutlaka o dinin öğretilerini benimsemek üzere veriliyor.

Dersler ebeveynin isteğine bağlı olarak ve istenildiğinde mutlaka okul dışından da istenilen kadar desteklenebiliyor. Yani bir çocuk okulda isteğe bağlı olarak bir miktar din eğitimi alabildiği gibi, bunu yeterli görmeyip okul dışında da istediği kadar din eğitimi alabiliyor.

Türkiye’nin devlet olarak Alman yetkililerinden daha fazlasını talep edecek durumu yok. Çünkü kendi taleplerinin mütekabilini kendi sistemi içinde karşılayamıyor.

Türklerin başörtüsü konusunda maruz kaldıkları ayırım zaten Türkiye’yi devlet olarak hiç ilgilendirmiyor bile. Almanya’da ilkokullarda bile öğrenciler, birileri tarafından zorlandıklarına dair bir işaret alınmadığı sürece başörtüsü takabiliyorlar. Sistemden yana çıkmayan sorunlar bazen uygulayıcıların keyfi uygulamalarıyla ortaya çıkabiliyor.

Türkiye ise yıllardır üniversite öğrencilerine hatta lisans-üstü düzeyindeki insanlarına bile bu yasağı reva görmeye devam ediyor. Oysa Türkiye’nin demokrasi ve vatandaşlık standardı konusunda ortaya koyması gereken çıta bütün dünyadaki Türklerin durumu için de bir referans oluşturacaktır.

Bir İHL öğrencisi olan Tevhide’ye reva gördüğü muamelenin hesabını soramayan, bu konuda dibi kapkara bir durumda Türkiye; Almanya’yı veya herhangi bir AB ülkesinin şartlarının Türkler için daha iyi olmasını talep edebilir mi?

Yeni Şafak, 3.12.2007

Yasin AKTAY

04.12.2007


 

Kilitlendi

Son seçimde seçmenin AKP’ye oy vermesindeki en önemli neden “ekonomik beklenti” olarak ortaya çıkmıştı. Erdoğan hükümetlerinin ilkinde, geçen dönemin ekonomik politikalarının sıkı bir şekilde uygulanmasıyla enflasyon düştü, ekonominin bazı sektörlerinde canlanma sağlandı. Dolayısıyla seçmen, en önemli sorun olarak gördüğü işsizliğin çözümü yolunda ciddi beklenti içine girdi.

Erdoğan’ın ikinci başbakanlık döneminin ilk 4 aylık dönemi bu kez ciddi bir hareketsizlikle geçiyor. Hükümetin ve devletin tepesinin teröre “takılmış” olmasının bu kilitlenmede önemli etken olduğu söylenebilir.

Diğer yandan, cumhurbaşkanı seçiminde Erdoğan’ın gönlünden geçen sonuçlara ulaşılamamış olmasının Başbakan’ın performansını etkilediğine ilişkin görüşler de öne sürülüyor.

***

Hükümetin hareketsizliğine ve “kilitlenmiş” görüntüsüne rağmen ona oy veren seçmenin umutlu bekleyişinde fazla bir değişiklik olmadığı, tam tersine o kitlenin biraz daha büyüdüğü çeşitli araştırmalardan anlaşılıyor.

Seçimle birlikte hızla başlatılmış olan yeni anayasa çalışmasında da Başbakan frene basmış durumda. Bunun nedeni, anayasa çalışması başlatılmadan önce hükümetin ve partinin tepesinde ne yapılması gerektiğine ilişkin net bir vizyon olmamasıdır.

Ankara’nın ekonomi alanındaki görüntüsü de tümüyle “durgunluk hali”dir. Ekonomi dünyasından yükselen sesler de ne kadar yumuşak ve özenli çıkıyor olursa olsun bu duruma dikkati çekiyor.

***

2002-2007 döneminde reform niteliğinde birçok çalışmaya heyecanla girişen AKP’nin tepesindeki heyecan eksikliğini birçok nedene bağlamak mümkün. Ama AKP’deki kadro eksikliğinin ve “her şeyin Başbakan’ın kararını beklemesi”nin de bu durumun önemli bir nedeni olduğu anlaşılıyor.

Terör şu andaki en önemli sorun olabilir ve bu konunun çözümü için hükümetin gösterdiği çabalar da destek bulabilir. Ama bu, diğer bütün meselelerin buzdolabına kaldırılmasını gerektirmez.

AKP hükümeti bu kilitlenme görüntüsünü hızla üzerinden atamaz ve geniş kitlenin somut beklentileriyle ilgili gelişmeler sağlayamazsa o büyük oy yığınının belki yavaş yavaş belki de hızla eridiğini görecektir.

Bizim topraklarımız “tek seçici” ve “tek karar verici” sistemlerinin yeşermesine uygun altyapıya sahiptir; ama bugünün dünyasında bunun adı asla demokrasi değildir.

Vatan, 3.12.2007

Okay GÖNENSİN

04.12.2007

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

 

Bütün haberler


 Son Dakika Haberleri